Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Topluyorum > Yerliler iktidarda
Topluyorum
Yerliler iktidarda

 

Arkadaşlar, şükür kavuşturana, diyerek başlayalım. Sert hava şartları nedeniyle az kalsın bu ay TopluYORUM’u yapamayacaktık.
Ben izin verirseniz, başlamadan bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Bazılarınız biliyordur belki, değerli arkadaşımız Fahrettin Altun’un annesi şu anda yoğun bakımda. Hepimiz buradayken bu vesileyle Emine Hanım’a Allah’tan acil şifalar dileyelim.
İyi oldu hatırlattığın. Allah Emine Hanım’a ve eğer varsa burada yakınları hasta olan, onlara da acil şifalar verir inşallah.
İsterseniz gündemi bir hatırlatayım, öyle başlayalım. Hatırlatayım diyorum, çünkü özellikle Türkiye’de gündem o kadar süratli değişiyor ki, daha üzerinden bir ay bile geçmeden hadiseler unutulup, tabir caizse tarihin çöplüğüne gidiyor. Ocak ayı kuş gribi tartışmalarıyla başladı. Ardından M. Ali Ağca’nın tahliyesi ve tekrar tutuklanması gibi bir garabetle devam etti. Tabii bu arada Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlığı seçimleri bir süre gündemi meşgul etti. Bugünlerde ise, benim mahiyetini bir türlü anlamadığım ilginç bir tartışma söz konusu: Hani şu “İslam Kalvinizmi”ni kastediyorum.
Bence hükümetin Federasyon Başkanlığı seçimlerinde sergilediği tavır çok yanlıştı. Yok yere kendisini ateşe attı. Hiç gereği yokken bir ‘kirli paylaşım’ yarışının tarafı oldu hükümet. Diyelim ki, bir yanlış yaptın ve seçimlere müdahale ettin. Bari bunu da adam akıllı yap, seçimlerin sonucunu şansa bırakma da ikinci bir yanlışa düşme. Bence bu seçimlerde hükümet tam anlamıyla kendi ayağına kurşun sıktı.
Doğrusu bu konuda sana katılmak zorundayım. Neyse, fazla üzerinde durmaya gerek yok bu meselenin. Bence üzerinde fazla durulmaması gereken diğer bir mesele, şu “İslam Kalvinizmi” denen şey. Bu tartışmayı yürütenlerin ne İslam’ı, ne de Türkiye toplumunun dinamiklerini bildiklerini zannediyorum. Yoksa böyle süflî tartışmalarla zaman kaybetmek istemezlerdi. Fazla uzatmadan şunu söyleyeyim. Protestanlık Avrupa’nın kendi tarihî tecrübesi içerisinde vücut bulmuş, Hıristiyanlığın teolojik yapısıyla alakalı bir süreçtir. Aynı sürecin İslam’da da yaşanabileceğini beklemek safdillik olur.
Yani diyorsunuz ki, Türkiye cephesinde yeni bir şey yok. Peki dünya politikası nasıl? Oradan bir şey çıkaramaz mıyız?
Dünya politikası iç politikaya göre daha sıcak ve tartışma konuları daha gerçekçi. Her şeyden önce Filistin seçimleri var. Tüm uzmanların beklentilerinin ötesinde bir sonuç çıktı sandıktan. HAMAS ezici bir çoğunlukla kazandı Filistin seçimlerini.
Sonuçların böyle olacağını HAMAS bile tahmin edememişti. Yani yüksek bir oy alacaklarını düşünüyorlardı. Onlar da herkes gibi el-Fetih’ten sonra ikinci olacaklarını zannediyorlardı. Ama bir sürpriz oldu ve sandıktan birinci parti olarak çıktılar.
İsterseniz buradan başlayalım. HAMAS’ın bu şekilde ezici bir üstünlükle seçimleri kazanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dedikleriniz doğru. HAMAS’ın yüksek bir oy alacağı bekleniyordu; ama bu kadar çok oy alacağını kimse tahmin etmemişti. Bu aslında dünyadaki genel trende uygun bir gelişme. Geçen ayın topluYORUM’unu, hatırlarsanız, önemli bir tespitle bitirmiştik.
Dergi yanımda benim. İzin verirseniz aynen okuyayım o tespiti: “Dünyada bir paylaşım savaşı varsa arkadaşlar, her ülkenin iktidarı muhafazakârlaşmaya yönelir. Eğer en büyük güç muhafazakârlaşırsa, diğer ülkeler de kendi muhafazakârlarını iktidara getirir. İşte Amerika’da Bush ve ekibi, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan, İran’da Ahmedînejad, Almanya’da Merkel vs.”
Bu ay Kanada’da yapılan seçimleri de Stephen Harper başkanlığındaki Muhafazakâr Parti kazandı. Ayrıca Irak seçimlerinde de hem Şiî kesimde, hem de Sünnî kesimde İslamcı partiler açık ara ile parlamentoya girdi. Bir tek Kürt partiler arasında seküler partiler seçimlerden galip olarak çıktı. Orada bile Kürt İslamcı partinin oylarını yükselttiği görüldü.
Teşekkür ederim. İşte HAMAS’ın seçimleri yüksek bir oyla kazanması bir yönüyle bu trend ile alakalı. Bugün Orta Doğu’nun neresinde bir seçim olursa olsun benzer sonuçlar çıkacaktır herhalde.
Böyle diyorsunuz ama, Latin Amerika’daki gelişmeler bu trende pek uymuyor galiba. Bildiğiniz gibi orada iktidarlara peş peşe sol eğilimli partiler geldi. İşte Venezüella, Bolivya, Şili vs. Solculuk ile muhafazakârlık birbirinin zıddı iki ideoloji değil mi? Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Nasreddin Hoca’nın dediği gibi, sen de haklısın. Bu kafa karışıklığının nedeni kullandığımız terminoloji. Dediğin doğru, kitaplara bakarsak sol değişimi, muhafazakârlık ise değişmemeyi esas alan siyasal yaklaşımları temsil ediyor. Ne var ki, bir süredir kitapların dünyasında yaşamıyoruz. Maalesef yeni durumu temsil edecek kavram ve terimlerimiz de oluşmuş değil henüz. Dikkat ederseniz, son zamanlarda neredeyse dünyanın her tarafında iktidara gelen partilerin ortak bir yönü var. Bu partilerin tamamı yerel kimliklere vurgu yapıyor; öz güveni, bulundukları toplumun şahsiyetini öne çıkarıyor ve ABD’nin hükümran olduğu sistemin dayatmalarına eyvallah demiyor. Zannedersem burada vurgulanmaya çalışılan şey de bu. Dolayısıyla muhafazakârlıkla, değişim karşıtı bir duruş değil de, kimlik temelli ve yerel aidiyetleri öne çıkaran bir duruş kastediliyor. Bu açıdan Latin Amerika’daki sol partiler de “muhafazakâr” olarak tanımlanabilir. Hem Türkiye örneğinde “sol” yani değişim ile “muhafazakârlık” yani değişime direnme durumunun nasıl da birbirine karıştığını burada defalarca tartıştığımızı hatırlıyorum ben. Şimdi AK Parti’yi nasıl tanımlayacaksınız? Muhafazakâr mı, solcu mu? Değişim meselesini merkeze alırsanız AK Parti Türkiye’deki en solcu parti. Yerel aidiyetlere yaptığı vurguyu esas alırsanız AK Parti muhafazakâr bir parti. Tekrar etmem gerekirse, Latin Amerika’daki gelişmeler bizi yanıltmamalı. Buradaki karışıklığın nedeni kullandığımız terminoloji.
Ben de bu “trend” ile kastedilen şeyi anlamadım. Yani bunun “dünyadaki paylaşım savaşı” ile ne alakası var?
Evet, bu trend dünyadaki paylaşım savaşının bir sonucu. Yalnız bu ifadeyi biraz açmak gerekecek. Yani bu paylaşım savaşı sadece ekonomik değeri olan kaynakların paylaşımı olarak algılanmamalı. Petrol, doğalgaz gibi, pazar payı, ucuz hammadde ve ucuz işgücü gibi kaynaklar şüphesiz ki paylaşım savaşının en önemli kısmını oluşturuyor. Ne var ki, bu savaş daha büyük ve kapsamlı bir dönüşümün tezahürü olarak algılanmalı. Kabaca bir ifade ile söylersek, son beş yüz yıl boyunca, tarihin bir cilvesi olsa gerek, her yüz yılda bir büyük bir sistemik dönüşüm yaşanmış Westphalia sisteminin hakim olduğu dünyada. Tabii bu önceleri Avrupa ile sınırlı kalmış. Ancak birkaç yüzyıldır tüm dünyayı kuşatan bir dönüşüm halini almış bu. İşte 17. yüzyıl Hollanda, 18. yüzyıl Fransa, 19. yüzyıl İngiltere ve 20. yüzyıl da Amerika’nın yüzyılı olmuş. Eğer tarih bizim öğretmenimiz olacaksa, 21. yüzyılın Amerikan yüzyılı olmayacağını şimdiden öngörebiliriz. Nitekim, bir süredir dünya genelinde yaşanan gelişmeler 21. yüzyılın Amerikan hegemonyasının devam ettiği bir yüzyıldan ziyade, güç itibarı ile birbirine yakın beş ya da altı büyük devletin birlikte var olduğu yeni bir güçler dengesi sisteminin belirleyeceği bir yüzyıl olacağını gösteriyor.
Hangileri bu devletler?
Amerika, Çin, muhtemelen birleşmiş bir Avrupa ya da daha güçlü bir Almanya, Rusya, Hindistan ve Japonya. Yalnız, dikkat ederseniz şu an yaşadığımız dönüşümün bundan önceki sistemik dönüşümlerden önemli bir farkı var. Bu saydığım devletlerin her biri (Amerika ve Avrupa hariç) farklı bir medeniyetin temsilcisi. Yani yeni dönüşüm sadece bir güç dönüşümü değil, aynı zamanda bir medeniyet dönüşümü.
Zaten biz de bu tür gelişmeleri öngördüğümüz için bu ayki dosya konumuzu medeniyet olarak belirlemiştik. Neyse, ben biraz konunun dağıldığını hissediyorum. Sözü tekrar HAMAS’a getirirsen memnun oluruz.
Söz zaten HAMAS’ta. Ben sadece açıkça görülmeyen arka planı göstermeye çalışıyorum. Kısaca ifade etmem gerekirse, şu anda iki büyük dönüşümü eşzamanlı olarak yaşıyoruz. Bir tarafta güç dönüşümü, diğer tarafta da medeniyetler dönüşümü. Bu iki dönüşüm bazen birbirine zıt sonuçlar doğursa da, genel anlamda birbirini besleyen süreçler olarak ortaya çıkıyor. Soğuk Savaş sona ermesine rağmen, şu anda hâlâ Soğuk Savaş parametreleri ile konuşuyoruz. Biraz önceki “sol” ve “muhafazakârlık” tartışması bunun iyi bir örneği. Bundan daha da önemlisi Soğuk Savaş’ın güç ve statü dağılımı yeni duruma uyarlanmış değil henüz. Başka bir deyişle Soğuk Savaş’ı bitiren anlaşma imzalanmadı daha. BM Güvenlik Konseyi hâlâ İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni yansıtıyor. Dünya Bankası, İMF, Dünya Ticaret Örgütü vs. bunların hepsi Soğuk Savaş sisteminin kurumsal araçları. Geçtiğimiz aylarda toplanan 60. BM Genel Kurulu’nda Almanya ve Japonya’nın (galiba bir de Hindistan ve Brezilya vardı) daimi üyelik başvuruları reddedildi. Bugün Japonya Amerika’nın ardından dünyanın en büyük ikinci, Almanya ise üçüncü ekonomisi. Buna rağmen BM Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmiyorlar. Çin ise Fransa ve İngiltere’yi geçerek dördüncü sıraya yükseldi. Hızla gerileyen güçlerine rağmen Fransa ve İngiltere BM Güvenlik Konseyi’nde daimi koltuk sahibi olmaya devam ediyor. Dahası liberal-küresel ekonomi dünya çapında gün geçtikçe büyüyen bir muhalefetle karşı karşıya kalıyor. Birkaç yıldır DTÖ toplantıları Güney ile Kuzey’in kavgalarına sahne oluyor. Amerika’nın nispî düşüşü ise Amerikan dış siyasetinde militarist bir yaklaşımın yükselişine neden oldu. Amerika ile Avrupa arasındaki Soğuk Savaş ittifakı sona erdi. Bugün burada konumuz olan Amerikan karşıtı radikal hareketlerin iktidara gelişi de bu minvalde değerlendirilebilir. Tüm bunlar sistemin tıkanma noktasına geldiğini, anomali safhasına girdiğini açıkça gösteriyor. Güç, statü ve menfaat paylaşımının yeniden söz konusu edildiği böyle bir dönemde aktörlerin muhafazakâr, radikal, değişimci ve realist bir yapılanmaya gitmesi normal. Dolayısıyla HAMAS’ın aldığı oy oranını kısmen bununla açıklayabiliriz. Diğer bir dönüşüm ise medeniyetler dönüşümü. Medeniyetler dönüşümünün etkisi daha az belirgin olmasına rağmen, daha kalıcı ve derin bir mahiyet arz ediyor. Zira doğrudan kimlik ve aidiyetle alakalı. Bugün Modern-seküler Batı kültürü küresel hakimiyetini kaybetmiş durumda. Batı insanı kendine güvenini yitirirken, Batı-dışı medeniyet havzaları yeni bir öz güvenle kendine gelmeye başladı. Bu gelişmeler de özellikle teorik-felsefî tartışmalar üzerinden takip edilebilir. İşte medeniyet dönüşümünün de kendisini hissettirmeye başladığı bu dönemde yerel aidiyetleri, daha doğrusu medeniyet aidiyetlerini öne çıkaran unsurların iktidara gelmesi de gayet normal. HAMAS’ın aldığı yüksek oyun bir diğer nedeni de bu olsa gerek.
Hep yapısal nedenlerle açıkladın Filistin seçimlerinin sonucunu. Derler ya, hırsızın hiç mi suçu yok, diye. Ben de sormak istiyorum, HAMAS’ın kendisinin hiç mi rolü yok bu seçim neticelerinde?
Haklısın. Beşerî hadiseler genelde birkaç farklı düzeyde analiz edilmelidir. Zira çok girift bir mahiyete sahiptirler. Biz de en dış halkadan, tarihsel-sosyolojik yapıdan başladık analize. HAMAS’ın elbette ki ayırt edici vasıfları var. Her şeyden önce Filistin toplumunun iç dokusunu yansıtan bir hüviyete sahip. Yani HAMAS yöneticileri çocukluklarından itibaren bu toplum içinde yaşamışlar. Halklarına yabancılaşmamışlar. Dahası, hastane, okul, fakirlere ve şehit ailelerine yardım gibi sosyal fonksiyonları hiç aksatmadan yerine getirmişler. Yani amiyane tabirle halkın gönlüne taht kurmuşlar.
Doğrusu ben HAMAS’ın böyle bir kurum olduğunu hiç düşünmemiştim. Biz HAMAS’ı daha ziyade İsrail işgaline karşı sergilediği direniş hareketi ile tanımıştık.
Maalesef tüm dünya öyle biliyor HAMAS’ı. Amerika’nın HAMAS’ı terör örgütü olarak tanıması da bu imajı pekiştiriyor. HAMAS aslında sosyal bir hareket. Bu anlamda bir halkın vicdanını yansıtıyor.
Sen HAMAS’ı anlatırken birden aklıma Refahlı belediyeler geldi. Hatırlarsanız Refah Partisi de iktidara belediyelerin son derece başarılı çalışmaları, senin tabirinle, halkın gönlüne taht kurmaları sayesinde iktidara gelmişti. HAMAS için de aynı şey söz konusu galiba.
Bence doğru bir benzetme olur bu. Yani Filistin halkı şiddeti tercih ettiği için HAMAS’a oy vermiş değil. HAMAS’ın seçimlerde gösterdiği başarıyı değerlendirirken bence bir de el-Fetih hareketinin durumundan bahsetmeliyiz burada. Bildiğiniz gibi el-Fetih yıllardır Filistin’de iktidarı elinde bulunduruyor. İktidarın, gücün, paranın getirdiği dejenerasyon el-Fetih’i yıkan sebeplerin başında geliyor. El-Fetih hareketinin idarecileri, şahıslarında Filistin halkının dramını yansıtmıyorlar. Çoğunlukla Filistin dışında, belki Batı’da eğitim görmüş kişiler bunlar. Ramallah’taki hayat ile Gazze’deki hayat arasında tam bir uçurum söz konusu. Dolayısıyla da el-Fetih idarecileri halka yabancılaşmışlar. Biraz önceki benzetmeyi devam ettirirsek eğer, bizim merkezî seçkinlerimiz gibiler. Bir de el-Fetih yöneticileri hakkında ayyuka çıkan yolsuzluk söylentileri söz konusu. İsrail ile içli dışlı olmasına rağmen kendi halkına bir faydası olmamış bir el-Fetih’e karşı HAMAS’ın başarısı yadırganmamalı.
Bence, Arafat’ın ölümünü de unutmamak lazım. Arafat, Filistin halkı için sembol bir isimdi. El-Fetih’in tüm zaaflarına rağmen Arafat’ın mevcudiyeti el-Fetih’in, arkasındaki halk desteğini muhafaza etmesini sağlıyordu. Arafat’ın ölümü ile bu destek otomatik olarak sona erdi.
HAMAS bundan sonra nasıl bir politika izleyecek peki? Malum, İsrail’e karşı HAMAS’ın tutumu son derece katı. Bu katı söylemi devam ettirebilecek mi?
Bence HAMAS büyük bir ikilemle karşı karşıya kalacak. Hissiyattan uzak, realist bir değerlendirme yapmak gerekirse, Filistin’deki hiçbir idare İsrail ile ilişkiye girmeden oradaki varlığını sürdüremez. Çünkü stratejik geçiş noktaları, hava ve deniz limanları İsrail’in kontrolü altında. Filistin ürettiği mamulü bile ancak İsrail’in izni ile dışarıya gönderebilir. Dolayısıyla HAMAS’ın hem Filistin’i yönetecek olması, hem de İsrail ile hiç ilişkiye girmemesi şu an için pek mümkün görünmüyor. Öte taraftan, dediğin gibi, şu ana kadar HAMAS’ın İsrail’e karşı söylemi ve tutumu son derece radikal olageldi. Filistin halkının desteğini arkasına almasında bu söylemin etkisi küçümsenemez. Dolayısıyla bir çırpıda HAMAS’ın bu söylemi terk etmesi de beklenmemeli. Dahası, HAMAS’ın kurucusu ve lideri Şeyh Ahmet Yasin’in ve ondan sonra HAMAS’ın liderliğine seçilen Abdülaziz Rantisi’nin İsrail tarafından peş peşe şehit edilmesinin üzerinden daha iki yıl bile geçmedi. Böyle bir durumda HAMAS’ın İsrail ile ilişkilerinin güllük gülistanlık olacağını beklemek de yanlış olur.
Ne olacak peki? Bu ikilem aşılamaz mı?
Muhtemelen ara formüller bulunacaktır. HAMAS’ın Filistin’in iç işlerine yoğunlaşması, dış politikanın ise Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a bırakılması bir seçenek mesela. Hem bu şekilde Filistin halkı da toparlanmak, yaralarını sarmak için bir imkan bulmuş olur.
İsrail Filistin halkının toparlanmasına, yaralarını sarmasına izin verecek mi?
Filistin halkının refah düzeyinin artmasıyla intihar saldırılarının azalacağını düşünüyorsa eğer İsrail buna izin verecektir. Çünkü sadece Filistin değil, İsrail de köşeye sıkışmış durumda. İsrail dışarıdan aldığı göçle yaşayan bir ülke. Göç almadan İsrail’in nüfusu artmıyor. Göç ise şu anda durma aşamasına gelmiş durumda. İsrail’in İran’ın nükleer silah edinmesine karşı çıkmasının en önemli nedenlerinden biri de bu. Eğer İran bir nükleer silaha sahip olursa İsrail’e dışarıdan artık Yahudi gelmeyecektir. Hatta İsrail’de bulunan Yahudilerin bir kısmı da oradan ayrılmanın yollarını arayacaktır. Bu İsrail için ciddi bir problem oluşturur. Öte taraftan Filistin nüfusu hızla artıyor. Hem Filistinlilerin gidecek bir yerleri de yok. Tabir caizse, Filistin, nüfusunu bir silah gibi kullanıyor. Eğer İsrail Filistinlilere ayrı bir hayat alanı açmazsa, uzun vadede Filistinliler arasında azınlık durumuna düşeceklerdir. Dolayısıyla tüm zaaf ve zayıflıklarına rağmen uzun vadede Filistinliler bu topraklarda daha kalıcı görünüyor.
Bahis açılmışken, İran’ın nükleer silah konusundaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uranyum’un Rusya’da zenginleştirilmesi opsiyonu söz konusu. Son günlerde İran’ın da bu seçeneğe sıcak baktığı söyleniyor.
İran’ın nükleer çalışmaları İslam Devrimi’nden sonra başlamış değil. Bu çalışmalar 1960’larda Şah tarafından başlatılmıştı. Dolayısıyla uzun bir geçmişi var. Bu nedenle ben İran’ın nükleer silah planından vazgeçeceğini zannetmiyorum. Doğrusu ben İran’ın, oyunu çok iyi oynadığını düşünüyorum. Bazen geri adım atıyor, bazen alttan alıyor. Ama fırsat bulduğu anda nükleer silah sahibi olacaktır İran. Zaten bu yolda epey bir mesafe kaydettiği biliniyor. Yani İran’ın nükleer çalışmaları artık geri döndürülemez bir safhaya girmiş bulunuyor.
MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan geçtiğimiz günlerde Washington’u ziyaret etti ve İran’ın nükleer çalışmalarından Türkiye’nin duyduğu kaygıları orada dile getirdi. Sizce İran’ın nükleer güç haline dönüşmesi Türkiye’yi nasıl etkiler?
Çok iyi etkilemeyeceği kesin. Yani İran eğer amacına ulaşırsa, birden lig atlayacak. Bugün devletler nükleer silah sahibi olmayı iki nedenden dolayı istiyorlar: Caydırıcılık ve prestij. İran’ın da hedefi bunlara ulaşmak. İran nükleer bir güç haline gelirse artık uluslararası sistemin meşru bir üyesi haline de gelecek. Yine nükleer güç olan İran’ın İslam dünyası içerisindeki prestiji ve ağırlığı artacaktır. Geçen ayki topluYORUM’da ifade edildiği gibi İslam coğrafyası büyük bir Şiî dalganın etkisi altına giriyor. Böyle bir ortamda en büyük Şiî devlet olan İran’ın bir de nükleer silah sahibi olması Türkiye’yi elbette ki olumsuz yönde etkileyecektir. Öte taraftan İran’ın zenginleştirilmiş uranyumu Rusya’dan alması da bizim için pek iyi olmaz kanaatindeyim. Zira böyle bir durumda Rusya ile İran Türkiye’nin Asya’ya açılmasının önünde güçlü bir blok oluşturma imkanına sahip olurlar. Bu anlamda bağımsız bir İran, Rusya’ya bağımlı bir İran’dan daha iyidir Türkiye için.
Geçtiğimiz günlerde Hükümet, Kıbrıs konusunda yeni bir açılım başlattı. Böylelikle “Kıbrıs’ta hep bir adım önde olacağız” iddiası teyit edilmiş oldu. Vaktimiz kalmadığı için bugün Kıbrıs meselesini burada konuşamayacağız maalesef. Zaten önümüzdeki günlerde Kıbrıs meselesinin yeniden hararetleneceğini tahmin ediyorum ben. Dolayısıyla bu konuyu önümüzdeki ayın topluYORUM’unda daha detaylı ele alabiliriz herhalde. Hem dergimizin Dünya Siyaset bölümünde konu ile ilgili müstakil bir yazı da bulunuyor. Arzu eden oraya da bakabilir. Önümüzdeki ay görüşmek üzere.

Paylaş Tavsiye Et