Yaşlandım mı nedir!
Geçenlerde yine bir rüya gördüm.
“Hayırdır Abdurrahman” dedim.
“Hayırdır inşallah” demedim. Demem de.
O ifade çağdaş, laik, sosyal hukuk devletinin altını göz göre göre oymak olur.
Sokaktaki kendini bilmez birinin düşüncesizce söylediği bu sözü bir yazar söyleyemez. Hiçbir şekilde de yazamaz.
Yazarsa, bu ifade kayıt altına alınmış olur.
Dikkatli bir göz bunu Google’dan saptayabilir.
Dosyaya koyabilir.
Aman dikkat, sayın okur.
Sakın ola ki “Allah muhafaza” deme.
O da dosyaya girebilir.
Masaya tık tık vurabilirsin.
O tık tıkın dosyaya girme ihtimali yok mu?
Hiç kuşkusuz var.
Ama hiç değilse ilgili zevata “Kastım sizin zannettiğiniz gibi değildi” diyebilirsin.
“Masa çam mı meşe mi, ben onu kontrol etmek istemiştim” diyebilirsin.
On iki bin yıllık Şaman geleneğimizi bugünlere taşımak istememin naçizane bir göstergesidir diyebilirsin.
HİZMETLİ
Abdurrahman, benim şoför.
Sağolsun, beni taşıyor, işimi görüyor.
“Götür” diyorsun, götürüyor. “Getir” diyorsun, getiriyor.
Çok işe yarıyor. Saygıda da kusur etmiyor.
Ona defalarca tembihledim.
“Oğlum değiştir şu ismini” dedim.
“Bu isimde bir hizmetlim olmasından utanıyorum” dedim.
“Haydi kendini düşünmüyorsun, bari beni düşün” dedim.
Dinletemedim.
Tamam, arabayı iyi kullanıyor.
Güler yüzlü, sıcakkanlı, dakik. Mesleğinin ehli, dürüst biri.
Ama bu isimle nereye kadar gidebilir.
Şimdilik beni dergiye götürüp getiriyor.
Ama nereye kadar? Ve ne zamana kadar?
Kim bilebilir?
Dergiye beni getirirken işte bu Abdurrahman’a anlattım rüyamı.
Onun ninesi anlarmış rüya tabirinden.
Muhteşem bir sofrada oturuyorum.
Sadece ben mi?
Hayır.
Çoluk çocuk. Genç, yaşlı. Zengin, fakir. Eğitimli, eğitimsiz.
Her meşrepten, her sınıftan, her bölgeden tonla insan.
Herkes omuz omuza, diz dize, kol kola.
İlk defa itişilmeden, kakışılmadan bir masa başında beraberce toplaşılmış.
Kimse kimseye gözünün üstünde kaşın, tabağının yanında kaşığın var demiyor.
Öyle mükellef bir sofra.
Hani sadece kuş sütü eksik derler ya. O bile eksik değil.
İşte öyle bir sofra. Yok yok.
Önümde harika bir domates çorbası. Dumanı üstünde.
İnanılmaz güzel bir kokusu var.
Kokusu böyleyse artık varın tadını siz düşünün.
DİLE GELDİ
Yanımdaki rendelenmiş kaşardan bir tutam aldım.
Tam çorbaya serpiştirecektim ki kaşar dile geldi.
“Sakın beni o rezil çorbanın içine atayım deme, yakarım” dedi.
Kaşarın konuştuğuna mı şaşırayım?
Beni azarlamasına mı bozulayım?
Daha kendime gelememiştim ki hırçın bir üslupla devam etti;
“Beni rendeleyip unufak ettiklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar” dedi.
“Ama rendelenmişsin” dedim şaşkınlıkla.
“Sen de aklın sıra beni o sıcaklıkta eritip ardından keyfine bakacaksın öyle mi? Oh ne ala!
Yok öyle yağma, yok öyle yağma” diyerek haykırdı.
Boyun damarları şişmiş, sesi çatallaşmış, gözleri kısılmış, kaşları havaya kalkmıştı.
“Yok” dedim, ne yağması. Çorbanın yağı, tuzu yerinde.
Bir sen eksiksin.
Kaşar peyniri açtı ağzını, yumdu gözünü:
“Bana açık açık bir sen eksiktin mi diyorsun?
Aklın sıra bana garnitür muamelesi mi çekiyorsun!
Ben bu masanın kralıyım, kralı!
Sen benle dalga mı geçiyorsun” diye kükredi.
Milletle beraber harika bir sofraya kurulmuşum.
Ağız tadıyla bir tas çorba içeceğim.
Sonra ana yemeğe geçeceğim.
Asabı bozuk bir kaşar tarafından paylanıyorum.
Bütün sofra da bizi dinliyor. Bütün keyfim bir anda kaçtı.
“Dalga denizde olur” diye söylendim.
“Denizler durulmaz dalgalanmadan, hırçınlığım durulmaz ben ana menü olmadan” diye dellendi bu sefer.
“Bir dakika, bir dakika” dedim. “Doğru anlayayım;
Bütün bu afran tafran ana menü olamadığın için mi?
Onun için mi bütün ortalığı velveleye veriyorsun?”
“Benim bir davam var arkadaş” dedi kaşar peyniri yine yüksek sesle. “Benim ilkelerim var, prensiplerim var.
Uzun, şanlı bir geçmişim var.”
“Nasıl bir geçmişmiş bu?”diye sordum.
“Daha yok Hollanda, yok Karper, yok Mihaliç peyniri yokken bir ben vardım ortada. Tek başıma, dimdik ayakta” dedi kaşar.
“Bir acı demli çay, bir dilim somun.
Bir baş soğan, bir dilim eski kaşar. İşte hepsi o kadar.
Dı” diye de ekledi.
“Dı” eki belli belirsiz döküldü dudaklarından.
O “dı” eki o kadar dramatik çıkmıştı ki ağzından bütün masanın tüyleri diken diken oldu.
Peynirin çaresizliğinin ürpertisi sardı bütün masayı.
Sofradakilerin tamamı o haşin görüntünün ardındaki kırılganlığı hemen fark ettiler.
En saldırgan ve buyurgan olanlar çoğu zaman en kırılgan olanlardır.
O da masanın bunu fark ettiğini fark etti.
Kararlı ve metin görünmeye çalışarak kaşlarını kaldırdı.
“Değerli arkadaşlar” dedi, “değerli arkadaşlar;
Bir zamanlar sofraların kralı bendim.
Buna hiç şüphe yok.
Bugün de kral benim. Yarın da ben olacağım.”
“Beyaz peynire haksızlık etme” dedim, sesime anlayışlı bir ton vermeye çalışarak. “Onun da çok eski bir hikayesi var.
Yanında domates ve biberle de çok iyi gider.”
Beyaz kelimesini duyar duymaz o kırılganlığı kayboluverdi tekrar kaşarın. Aklı başından gitti.
“O gözenekli, o kaygan, o dayanıksız beyazla karşılaştırma beni” dedi.
Bana bak, zırh gibi kabuğum, yekpare, deliksiz, gözeneksiz taş gibi bir yapım var.
Kah bir teker, savaş tekeri olurum; kah tank gibi yerimde upuzun dururum.
Üstelik koruyucu, cafcaflı, plastikten bir ambalajım var.
Dur durak bilmeksizin parmağını sallayarak devam etti.
“Dil peyniri desen lime lime dağılır.
Örgü peynir gider illa yek diğerine sarılır.
İsli peynirin altı daha yapılırken yakılır.
Lor peyniri peynirden mi sayılır.
Onların hepsi amatördür, amatör” diye bağırdı.
Vurucu olduğuna inandığı son cümlelerini ikişer defa tekrarlıyordu.
“Tamam kendini çok beğenebilirsin, hitabetin eh fena sayılmaz. Bunlara bir itirazım yok.
Ama arkadaşlarını hiçe sayman, üstelik bir de hakaret etmen hiç yakışık alıyor mu senin gibi geçmişi olan bir peynire” dedim.
“Çorbayı istemiyorsan gel seni ara sıcak olarak mantarın üstüne eritip dökelim.
İstersen ana menüde köftenin üstünde servis edelim” dedim.
“Ben, bir şeyin üstünde, altında eriyip gitmek istemiyorum” dedi.
“Tek başına ve tek başıma kalmak istiyorum.
Ancak tek başıma tost makinesinde preslenmeyi tercih edebilirim. Daha iyisi bir sandviçin içinde yekpare durmamdır” dedi.
“Biliyorsun en harika tost peyniri benimdir” diye ekledi.
“O preste ve sıcaklıkta asla beyaz peynir gibi eriyip buharlaşmam. Asla kopmam, kopartılamam, sonsuz uzarım” dedi.
“Diyalektikten haberin yok galiba senin, ben seni bilir sanırdım” diye mukabele ettim.
“Sonsuz uzayan sonsuz küçülebilir de.”
“Hakaret ettiğini zannedebilirsin ama o benim en büyük meziyetim ve gücümdür” diye karşılık verdi bana.
“Hani ana menü olmak istiyordun?
Ne tost ne sandviç ana menü değiller ki!
Ortada oturulacak bir sofra yoksa, ya da ne bileyim vakit çok sıkışıksa, yapılacak tonla da iş varsa bir ara çözüm olarak tercih edilmiyorlar mı onlar?” dedim.
Kaşar “I have a dream.
İşte o dream de bu dream” dedi kulağıma eğilerek.
“Ara çözüm.
Ben sofra olmasın istiyorum.
Bal börek olmasın istiyorum.
Patlıcan musakka, hele çoban kavurma hiç olmasın istiyorum.”
“Peki nasıl olacak bu?” diye sordum.
“Şimdiye kadar nasıl oldu ise yine öyle olacak” dedi.
“Herkes zannediyor ki menüyü şef garson hazırlıyor.
Halbuki ben mutfaktan biliyorum, menüyü lokantanın sahibi hazırlıyor” dedi.
“O da benden vazgeçmez, geçemez.
Yakında sandviçin içinde yekpare durmam yakındır” dedi.
“İşte” dedim, “Abdurrahman rüyam bu, ne dersin?”
“Abi ben işim gereği çok sandviç yerim, her seferinde de büfeciye küfrederim” dedi.
“Neden?” dedim.
“O kapkalın görünen kaşar var ya” dedi.
“Eee” dedim.
“Sandviçi açar bir bakarsın, işte o kaşar sandviçin içinde yoktur” dedi.
“Başladığı yerde biter” dedi
“Hem” dedi, “lokantacının artık başka bir gözdesi var.”
“Gözleme mi?” dedim.
“Gözlemle abi” dedi.
SON TAHMİN
Martin Luther King, mezarında ters dönecek!
Paylaş
Tavsiye Et