Size bir soru:
Hangisi modern bir isimdir,
Mine mi, Emine mi?
Ayşe Arman’a sorduğumu varsayıyorum.
Mine cevabını vereceğini biliyorum.
Tarık Akan’a sorduğumu varsayıyorum.
Mine cevabını verdiğini biliyorum.
Geçmiş zaman kipini kullandım.
Niçin?
Çünkü filmi seyrettim.
Tamamen modern isimli bayan aktrisimiz Filiz Akın bir filmde iki karakteri birden canlandırıyor ve ikisinin de hakkından geliyordu.
“Hakkından geliyordu” ifadesi, biraz “canına okuyordu” manasına geliyor gibi oldu.
Olsun.
Sinema sanatı söz konusu olduğunda -oluyor gibi oluyor- cümle cuk yerine oturuyor.
Çünkü zaten olan bir şey yok bu sanat dalında.
Hep oluyormuş gibi olanlar söz konusu.
Mesela mezkur sanat eserinde Filiz Hanım üst-orta değil, üst-üst sınıf kentli bir bayanken orta-alt sınıf köylü kızı rolünü üstleniyordu.
Tıpkı Ayşe Arman gibi.
Yani köylü kızı oluyormuş gibi oluyordu.
Sonra da köylü kızı kentli kızı oluyormuş gibi oluyordu.
Filiz Akın köylü kızı oluyormuş gibi olduğunda ismi Emine oluyordu.
Kentli kızı oluyormuş gibi olduğunda ismi Mine oluyordu.
Emine ile Mine arasında ne fark var peki?
Sadece fazlalık farkı var.
E diyeceksiniz ne fazlalığı?
İşte o dediğiniz fazlalık;
E harfi fazlalığı.
MAHİYET
Bir nevi artı değer.
Mine’ye E eklersen Emine oluyor.
Emine’den E’yi eksiltirsen Mine oluyor.
Sadece bir isim değişmiyor.
Mahiyet tamamen değişiyor.
“Ne ki eksiktir, o kente ait demektir” bile diyebiliriz biraz zorlarsak.
Zamanında Rousseau hiç zorlanmadan demiş bunu.
“Köye dönelim, kent bizi bozdu” demiş.
Ödül de almış.
Amine bozulmuş, Emine olmuş.
Emine bozulmuş, Mine olmuş.
Mine bozulmuş, evden kaçmış.
Böyle boza boza gidiyorsun.
İçini boşaltıveriyorsun.
Bir bakmışsın kente varmışsın.
Bir arpa boyu yol gitmişsin.
Modern olmuşsun.
Daha ne olsun!
Bakalım bu yazdıklarım için bana ödül verecekler mi?
Hiç sanmam.
Ecevit’e de vermemişlerdi zaten.
Halbuki rahmetlinin bilen bilir, Köykent diye projesi bile vardı.
TÜSİAD çok heyecanlanmıştı bu adam ne yapmak istiyor diye.
Birkaç kere kendisini çağırdılar.
“Köylüler bizi bozar mı?” diye sordular.
Ecevit’in verdiği cevaptan kimse bir şey anlamadıydı.
O zaman ortaya MÜSİAD çıktı.
“Niye bozsun kardeşim, onlar da sizin bizim gibi adamlar.
Az biraz onlar da kazansınlar.
Heyecanlanmayın” dedi.
TÜSİAD’la MÜSİAD da Mine ile Emine misali.
Mahiyetleri farklı.
Tunç’un T’si TÜSİAD’da.
Mehmet’in M’si MÜSİAD’da.
Tü ile Mü’nün tümünü at ortada, “sanayici iş adamları” kalıyor yine de.
TAKMA KAFANA
Ama üzgünüm!
Ayşe isminden A harfini atınca ortada anlamlı hiçbir şey kalmıyor.
Yşe kalıyor.
Bir anlamı olsun diye takdim tehir yapılabilir.
Y sona alınabilir.
O zaman ortada sadece şu kalır.
Şey.
Evet üzgünüm, ama durum böyle.
Fatma’da da benzer durum söz konusu.
Atın F yi.
Ancak “Atma birader” diyebilirsin.
Bu yüzden zülfü yare dokunsalar da Ayşe ile Fatma’ya dokunmamak lazım.
Hürmet etmek lazım.
Uzun lafın kısası filmde kendisine bir şey eklenen Mine Emine oluyor.
Kendisinden bir şey eksiltilen Emine Mine oluyor.
Nasıl oluyor da oluyor?
Hangi sihirli nesne bu işi beceriyor?
Tabii ki başörtüsü.
Filmin bu şifresini çözünce rahatladım.
Yoksa Tarık Akan’ın canlandırdığı karakter için şaşkının önde gideni diyordum.
İnsan kafasına bir şey taktı diye canı ciğerini, eşini, kızını, gelinini, sevdiği kadını tanımaz mı?
Böyle aptallık olur mu?
Şu da var ki;
İnsan kafasına bir şey takıldığı için insandır.
Kafasına bir şey takılmayan insan eşrefi mahlukattan sayılmaz.
Çünkü aklediyor sayılmaz.
Filozofların çoğu belki bu yüzdendir ki takıntılı insanlardır.
Bizim memlekette ise en çok duyduğumuz öğüt “takma kafana”dır.
Kimi kafasına eşarp takıyor, yemeni takıyor, yaşmak takıyor.
Hadi paşa gönlünüz olsun;
Türban takıyor.
Kimi de kafasına türban takanları takıyor.
Ötekini takıyor.
Mahalle baskısını takıyor.
Şöhreti takıyor.
Arka sayfa güzelini takıyor.
Orta sayfa güzelini takıyor.
“Örtünmek güzeldir” şiarına takıyor.
Takıyor da takıyor.
Her halükarda kafaya bir şey takmak, takmamaktan yeğdir.
Millet birbirini kakmasın yeter.
O halde Emine’yi tanımayan Tarık bize aslında ne söylemek istiyordu?
Filmi Zizek gibi Lacan’cı bir okumaya tabi tuttum.
Ardından göstergebilimin bütün imkanlarından yararlandım.
Neticede meseleyi çözdüm:
Yönetmen bize alegorik bir şifre sunuyordu.
Tanımayın şehirde şu kafasına türlü şeyler takan tipleri diyordu.
Başına eşarp takan Ayşe Arman’ı kayınpederi nasıl tanımıyorsa başının sadece bir yarısına yemenisini takan Mine’yi de Tarık Akan öylece tanımıyordu işte.
Yoksa ses aynı ses, ruj aynı ruj, rimel aynı rimel, rastık aynı rastık.
Mine aynı Emine, Emine aynı Mine.
Ayşe aynı Ayşe, Fatma aynı Fatma.
Demek ki Tarık Akan’ın canlandırdığı karakter aptalın biri değildi.
“Tanımıyorum hemşerim seni” diyordu.
Şehirde tanımıyorum, kamusal alanda tanımıyorum, eğitim kurumunda tanımıyorum.
Nişantaşı’nda, Etiler’de, Avrupa Yakası’nda tanımıyorum.
Filmimde tanımıyorum.
Gazetemde tanımıyorum.
İş âleminde tanımıyorum.
Hükümette tanımıyorum.
Köşkte tanımıyorum.
Memlekette tanımıyorum.
Fazlalığını at, kendini eksilt, bana benze ki seni tanıyayım.
Benim ayarıma gel, benim ayağıma gel.
Çevrede kal, çevremde kal.
Yamacıma gel.
Mine ol, öyle gel.
Böyle bir dil.
Diyeceksiniz ki “O şaşkın değil, bu aptal değil, bir biz mi aptalız!”
Maalesef evet.
Öyleydik.
Benzer filmlerden yüzlerce kez çekildi.
Binlerce kez gittik.
Gitmedik mi?
Ben aynı filme Tarık bu defa Emine’yi kesin tanır diye on defa gittim.
Temel gibi.
Ama tanımadı gitti adam.
Ayşe Arman halbuki aynı mizanseni hemşehrisini tanımak için kurguladığını söylüyor.
İsminden bihaber haber peşinde koşan yazar, başka ne yapabilir?
En çok pisisinin patisine ördüğü çorabı empati sanabilir.
VESİKALI YARİM
Öyle sandığında da Vesikali Yarim filminde Halil ile Sabiha arasında geçen şu dialoğa benzer bir çözümsüzlük içinde kalırız.
Daha anlaşılır olsun diye aynı harika dialoğu Mine ile Emine arasında geçmiş gibi varsayıyorum.
Nişantaşılı Ayşe ile Çarşambalı Ayşe arasında da geçebilir aynı tartışma;
Emine- Ne işin var buralarda?
Mine- Ne varsa var!
Emine- Bir şey mi alacaktın?
Mine- Hiçbir şey!
Emine- Bana geldin sanmıştım demin…
Mine- Yooo…
Emine- Niye gördün konuşmadan gittin?
Mine- Öyle.
Emine- Nen var senin? Bir derdin mi var?
Mine- Hiçbir derdim yok. Olsun mu?
Emine- Olmasın, olmamalı. Ama ne bileyim, bi tuhafsın bu aralar?
Mine- Ben mi?
Emine- Benden habersiz çıkıyorsun. Avare dolaşıyorsun. Lafımı tersliyorsun. Ne demek bunlar?
Mine- Ne demekse o demek!
Emine- Konuş.
Mine- Sen konuş. Senin bir diyeceğin vardır belki.
Emine- …
Mine- Öyleyse benim de yok. Bir daha da olmayacak.
Emine- Bozma kafamı. Horlanmaya, atışmaya alışık değilim. Sokak ortasında hele. Hele de seninle. Nedir istediğin? Burada ayaklarına mı kapanayım? Yoksa saçlarından tutup sürükleyeyim mi?
Mine- Ne istersen yap. Yalnız bitsin burada bu iş. Sonradan daha büyük acı çekmektense…
Emine- Ne acısı?
Mine- Sen daha iyi bilirsin!
Emine- Mine!
Emine- Yok bir şey söyleme. En iyisi git. Git! En iyisi seni görmemek. En iyisi seni duymamak. Git. Git Emine!
Emine- Yolumuz birleşti biliyordum.
Mine- Yok. Birleşecek gibi değil. Benim yolum başka. Seni tanıdıktan sonra anladım. Çok eskiden rastlaşacaktık.
Kalpleri böyle kıra kıra varılacak bir yer yok.
Mine Emine’nin Emine Mine’nin kalbini kırmamalı.
Bu kulağımıza küpe olsun.
Ama Ayşe Hanım’ın atlamaması gereken bir şey var.
Kader ağlarını örüyor.
Eskiden Mine moderndi kabul.
Ama bugün e-posta, e-devlet, e-bilmem ne denen sürece girdik.
E-mine’nin Mine’den daha revaçta olduğunu herhalde siz de teslim edersiniz.
SON TAHMİN
Ayşe E-mine’nin hakkını teslim etmeyecek.
Paylaş
Tavsiye Et