Konuşan: Ali Aslan
Türkiye hem iç hem de dış politikada önemli bir dönemeçten geçiyor. İçeride Demokratik Açılım başlığı altında, devlet-toplum ve devlet-birey düzleminde demokratik hakları genişleterek ülkenin senelerdir enerjisini emen kronikleşmiş terör sorununu sona erdirme girişimleri ve vatandaşlığın günümüzün standartlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesi söz konusu. Dış politikada ise Türkiye’nin ben tasavvurunda -dolayısıyla kendisi ile dışarısı arasındaki sınırları ve çevresini algılayışında- yaşanan köklü değişimleri gösteren Ermenistan’la protokollerin, Suriye ve Irak’la yüksek düzeyli stratejik işbirliği anlaşmalarının imzalanması gibi gelişmeler var. Türkiye’de yaşanan değişimi, bu değişim kapsamında atılan pratik adımları ve bunların etkilerini hem bir düşünür hem de uygulayıcı hüviyeti taşıyan Dr. İbrahim Kalın ile konuştuk.
Kalın, 1992’de İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Doktorasını George Washington Üniversitesi’nde Beşeri Bilimler ve Mukayeseli Felsefe alanında yaptı. ABD’de College of the Holy Cross ve Georgetown Üniversitesi’nde dersler verdi. İslam-Batı ilişkileri, mukayeseli felsefe ve geç dönem İslam felsefesi konularındaki akademik yayınlarının ve yorum yazılarının yanı sıra MacMillan Encyclopedia of Philosophy, Encyclopedia of Religion, Oxford Dictionary of Islam, Biographical Encyclopedia of Islamic Philosophy ve DİA İslam Ansiklopedisi gibi ansiklopedik eserlere katkılarda bulundu. İslam ve Batı (İSAM Yayınları, 2007) adlı kitabı, Türkiye Yazarlar Birliği 2007 Fikir Ödülü’ne layık görüldü. Kalın, 2005-2009 yılları arasında SETA Genel Koordinatörü olarak görev yaptı. Halen T.C. Başbakanlık Başdanışmanlığı görevini sürdürüyor.
AK Parti’nin dış politikasını önceki dönemlerden ayıran temel özellikler nelerdir?
Ben Türk dış politikasında değişim kadar sürekliliğin de esas olduğu kanaatindeyim. Türkiye coğrafi konumu itibarıyla belli potansiyelleri içinde barındıran bir ülke. Dönem dönem bu potansiyelleri gerçekleştirme hamlesi yaptı, dönem dönem de bunun gerisine düştü. Türk dış politikasının temel farklılıklarını kavrayabilmek için, dış politikanın değişkenlerinden ve sabitelerinden bahsetmek gerekir. Dış politikanın sabitelerine, değişmez unsurlarına baktığımız zaman, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramını oturttuğu iki temel unsur var: Birisi coğrafya, diğeri ise tarih. Coğrafyayla Balkanlar’a, Ortadoğu’ya, Karadeniz’e, Kafkaslara, Akdeniz’e, Kuzey Afrika’ya ve Orta Asya’ya doğru açılan bir coğrafyayı kuşatan, üç kıtanın ortasında, birkaç medeniyet havzasının merkezinde yer alan bir ülkeden bahsediyoruz. Tarih ise toplum olarak yaşadığımız tecrübeyi içeriyor. Bunu bir siyasi-stratejik değere dönüştürdüğümüz ve kullanabildiğimiz zaman stratejik derinlik dediğimiz şey ortaya çıkıyor. İmparatorluk bakiyesi bir toplum olarak Türkiye, birbirinden çok farklı toplumlarla, etnik ve dinî gruplarla etkileşim içerisinde olmuş; bunların artı değerlerinden istifade etmiş; bunlara binaen çok yeni sentezler üretebilmiş. Aslında kelimenin tam manasıyla tarihteki kozmopolit toplumlardan birini üretebilmiş bir toplum. Gerçek bir medeniyet yarışının yaşandığı yerler hep kozmopolit merkezlerdir. Sanatın, bilimin ve idarenin inkişaf ettiği bu yerlerde -İskenderiye’den Bağdat’a, İstanbul’dan Saraybosna’ya kadar- çok kültürlü kozmopolit şehirler oluşmuştur. Bunun yarattığı bir enerji var. Türkiye, hem coğrafyası hem de tarihî tecrübesi itibarıyla bu tip yerlere has iki sabiteye de sahip.
Peki, dış politikadaki değişimleri nasıl okumak lazım?
Türkiye’nin sürekli artan dinamik bir genç nüfusu var. Demokrasisi birtakım sorunlar yaşamış olsa da son tahlilde Türkiye, 1950’den beri demokratik bir tarzda yönetilmeye çalışılan bir ülke. Ayrıca Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin artan yaygınlığı ve gücünü de hesaba katmalıyız. Çevremizdeki ülkelerle kıyasladığımızda sivil toplumu bu kadar güçlü başka ülke yok. Türkiye’de yüz binin üzerinde dernek ve vakıf var. Bu niye önemli? Özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrasında devlet-dışı aktörler, uluslararası ilişkileri belirleyen en önemli unsurlar haline geldi. Berlin Duvarı’nın yıkılışının yirminci yılında Suriye ile aramızdaki muhayyel duvarı yıktık. Bu sınırın kaldırılması Soğuk Savaş sonrası dönemin en sembolik eylemlerinden birisi. Bundan sonra bu ilişkinin sürekliliğini sadece hükümetler arası ilişkiler değil, aynı zamanda devlet-dışı unsurlar sağlayacak. Bu noktada işadamları, sivil toplum örgütleri ve gazetecilere büyük sorumluluk düşüyor. Bu değişken unsurlara, Türkiye’nin teknolojik altyapısını, turizm sektörünü, kültürel zenginliklerini vs. de ekleyebiliriz.
Bütün bu unsurları ne kadar dengeli ve tutarlı bir şekilde telif edebilir ve bir politikaya dönüştürebilirsek, Türk dış politikasında o kadar derinlik kazanabilir ve etkin hale gelebiliriz. Dolayısıyla ben burada bir değişim ve süreklilik dengesi olduğu kanaatindeyim. Özellikle son altı-yedi yılda hayal bile edemediğimiz birçok şey gerçekleşti. Bunun hem iç hem de dış sebepleri var. Bir kere, Türkiye kendi içinde dönüşüyor. Türk toplumundaki dinamizm bir anlamda dışarıdaki yeni açılımları zorunlu kılıyor. Bölgesel düzeyde de önemli değişimler var, yeni bir istikrar ve düzen arayışı söz konusu. Herkesin birbirini düşman ve rakip olarak gördüğü bir coğrafyadan, herkesin birbirini ortak ve dost gördüğü, görmek istediği bir algı düzeyine geçiyoruz. Küresel düzeyde de önemli değişimler yaşanıyor ve bu değişimler bizim açımızdan bölgede yaşanmakta olan süreci kolaylaştırıyor. Bugün dünya siyasetini belirleyen on tane temel problemi alt alta koyun; bunun en az altı-yedi tanesi (İran, Irak, Kafkasya, Filistin, Afganistan ve Pakistan) yakın coğrafyamızda. Dolayısıyla uluslararası sistemin bu coğrafyaya ilgisi her geçen gün artıyor. Bu bizim illa da arzu ettiğimiz bir şey değil; ama tarihin bu noktasında biz böyle bir realiteyle karşı karşıyayız. “Bu dinamizm nereden geliyor, bu farklılık nereden kaynaklanıyor?” diye sorarsanız eğer, Türkiye’nin ben tasavvurundaki farklılaşmayla birlikte artık sorunları çözülemez ve baş edilemez olarak görmediği cevabını veririm. Artık farklı bir özgüvenle, “Hayır, çözebiliriz” diyoruz.
AK Parti’nin hem iç hem de dış politikasının toplumsal bir temeli var mı? Bu politikalar toplumun kendisini ve çevresini algılamasını değiştiriyor mu?
Şüphesiz. Az önce bahsettiğimiz güçlü ben tasavvuru, tarih algısı ve geniş coğrafi vizyonu Türkiye toplumunun beş-altı yüzyıllık Osmanlı tecrübesinden kaynaklanan bir değerdir. Ulus-devlet sistemine geçildiği zaman, sınırlar biraz küçüldü. Bir anlamda ufuk çizgimiz daraldı, geriledi. Bunun doğru mu, yanlış mı olduğu tartışmasına girmiyorum burada. Osmanlı’nın yıkılış ve Cumhuriyet’in kuruluş döneminde çok olağanüstü şartlar ortaya çıkmıştı ve Türkiye, toplum olarak bu yeni şartlara kendini uyarlamak durumundaydı. Fakat o şartlarda ortaya çıkan Türkiye’nin, toplumumuza dar geldiği konusunda hiç kimsenin bir tereddüdü yok. Bunu özellikle sınır bölgelerinde yaşayan insanlarımız daha çok hissederler. Bugün Antep’te, Urfa’da yaşayan bir Türk vatandaşı, Suriye’de yaşayan Arap nüfusla birçok kültürel ortaklığa sahip. Keza Güneydoğu halkının Irak tarafındaki Kürtlerle, Edirne’de yaşayan vatandaşların Batı Trakya’daki Türk nüfusuyla çok büyük ortaklıkları var. Türkiye’nin zengin kültür mozaiğinde katı kimlik talepleri yerini daha esnek, daha geçişken ve daha katmanlı kimlik algılarına bıraktıkça, doğal olarak bu tarihî-kültürel aidiyetler tekrar güç kazanmaya başlıyor. Türk vatandaşlarının bu algısı şüphesiz dış politikadaki atılımları ve adımları da kolaylaştırıyor.
İkincisi, Türkiye toplumu bir bütün olarak kendi tarih ve coğrafyasını merkez edinerek küreselleşmeyi çok ustalıklı bir şekilde yönetmeye çalışıyor. Küreselleşmeyi kimliksiz ve köksüz bir tarzda “her şey uyar” şeklinde sahiplenebilirsiniz. Ulusalcılık ideolojisinin yaptığı gibi “Küreselleşme başımıza gelen en büyük felakettir, ulus-devleti ve kimliğimizi ortadan kaldırıyor” deyip içe kapanabilir ve etrafınıza birtakım duvarlar örmeye de çalışabilirsiniz. Ya da bir üçüncü yol olarak, Hz. Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi, bir nokta belirler, ayağınızı oraya sağlam basarsınız ve ondan sonra “Bütün dünya benimdir” bakışıyla dünyayla uğraşmaya çalışırsınız. Türkiye toplumu üçüncü yolu tercih etti. Dolayısıyla işadamları gidip dünyanın her yerinde iş yapıyor; sivil toplum örgütleri dünyanın her yerinde faaliyet gösteriyor; Türk okulları, dernekleri, vakıfları ve gazetecilerinde inanılmaz bir enerji ve hareketlilik var. Aynı şekilde Türkiye’ye de muazzam bir ilgi var. Altı-yedi sene önce Türkiye’de resmen kayıtlı yabancı gazeteci sayısı otuz civarındayken, bugün bu sayı yaklaşık üç yüze ulaşmış durumda. Ortalama vatandaşın dış politikaya olan ilgisi de beklenmedik bir şekilde artıyor. Bu da çok doğal; çünkü Soğuk Savaş döneminde sınırları çok net çizilmiş bir dünya algısı vardı ve ufkumuz sınırlarımızın birazcık ötesine gidebiliyordu, belki de hiç gitmiyordu. Ama şimdi tabiri caizse dünya yeniden bizim, yani “Allah’ın arzı geniştir” prensibi bir anlamda tekrar insanların algısının bir parçası haline geldi.
Bu tablo karşısında Türkiye’deki muhalefeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de muhalefet ciddi bir siyaset sıkıntısı çekiyor. Çünkü muhalefetin siyaset konusu yok. Tanımı gereği muhalefet, iktidarın yaptıklarına muhalefet etme üzerine kuruludur. Fakat muhalefet bundan ibaret olmak zorunda değil. Güçlü, makul, yapıcı bir muhalefet her demokraside katkı veren bir kurumdur; bir mekanizmadır. Şu anda Türkiye’deki muhalefet böyle bir nitelik arz etmiyor. Bu da siyasi muhalefetle ideolojik muhalefet arasındaki farktan kaynaklanıyor. Reel siyasete dayalı muhalefet her zaman faydalıdır. Vergileri şöyle arttıralım veya azaltalım; sağlık reformuyla ilgili şunları öneriyoruz; eğitim sistemiyle ilgili şunları yapmak istiyoruz dersiniz ve meclise bir kanun önerisi getirirsiniz. Siyasetin önemli bir kısmı böyle reel konular üzerinden yürür. Ama Türkiye’de siyaset, ideolojik muhalefet üzerinden yürüyor. Reel siyasetin, vergi reformu ve eğitimle ilgili konuların vs. hiçbir önemi yok. Yöneltilen eleştiriler de “Bunların gizli gündemi var” ya da “Bunlar başka güçlerin aleti olarak iktidara geldiler ve onlar tarafından destekleniyorlar” gibi en olmadık komplo teorilerine dayanıyor. Mesela ana muhalefet lideri Demokratik Açılım’ın bir Amerika projesi olduğunu söylüyor. Türkiye’ye güvenmeyen ve inanmayan, Türkiye’nin hiçbir sorununu kendi başına çözemeyeceğini düşünen bir muhalefet, Türk siyasetine katkı verebilir mi?
Türkiye’nin AK Parti dönemiyle beraber iç ve dış politikada attığı adımlarla bir ivme kazandığını söylediniz. Bu, İslam ve Batı dünyasının Türkiye algılamasında ne tür bir değişiklik yarattı?
Toplumların dışarıda nasıl algılandığı sadece o toplumların belirlediği bir şey değildir. Türkiye’nin yurtdışındaki algısı bazen bizim yaptıklarımızdan ve kabullerimizden bağımsız olarak şekilleniyor. Mesela Batı’daki Türk algısı, Avrupa’yla olan yaklaşık beş-altı yüzyıllık tarihimizin sonucunda ortaya çıkmış bir algıdır. Bunu ne kadar düzeltmeye ve şekillendirmeye çalışsak da elimizdeki malzeme belli. Ama Avrupa’da Türkiye’ye yönelik yeni bir ilginin ve algının şekillenmeye başladığını da görüyoruz. Mesela Türkiye’nin AB üyeliği meselesinde Avrupa, hem kamuoyu hem de elitler bazında tam ortasından bölünmüş durumda. Bize destek verenler de var, karşı çıkanlar da. Dolayısıyla şu anda algıda ciddi bir çeşitlenme olduğu kanaatindeyim.
Bu iki algının ortak paydası nedir diye bakacak olursak, Türkiye geleneksel değerleriyle kendi modernleşmesini üretebilen, tarihî birikimiyle demokrasiyi telif edebilen, Müslüman kimliğiyle küresel sorunlara yönelebilen bir ülke görüntüsü veriyor. Soğuk Savaş döneminde tek tip modernleşme anlayışı hâkimdi. Şimdi çok farklı bir noktadayız, farklı modernleşme modellerinden bahsediyoruz. Modernleşmenin Batılılaşmayla özdeşleşmediği, hatta birçok yerde modernleşmenin Batılılaşmaktan kurtarıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Türkiye bunun en dinamik ve heyecan verici örneklerinden birisi.
Doğu’ya baktığımız zaman da benzer unsurları görüyoruz. Türkiye’nin dinamizmi oralarda da takdir ediliyor. Özellikle Arap dünyasında son yıllarda Türkiye’ye duyulan ilginin arkasında, birtakım ulusal siyasi kaygılardan ziyade, bir küresel adalet arayışının yattığını düşünüyorum. İnsanlar küresel düzeyde dünya sisteminde adalet görmek ve bu adaletten pay almak istiyorlar. Başlarında cesur, adil, şeffaf ve güvenebilecekleri liderler görmek istiyorlar. Tayyip Erdoğan’a duyulan özel ilgi biraz da bundan kaynaklanıyor. Haksızlık karşısında susmadığınız zaman adalete susamış bütün kitleler, hangi coğrafya ve hangi dinden olursa olsun, size kulak kabartıyorlar. Bu, dünya sisteminde adaletin ne kadar eksik olduğunu gösteriyor. 21. yüzyılda anlamamız gereken en önemli unsurlardan birisi bu. Adalet yoksa barış da yok. Adalet yoksa refah da yok. Adalet yoksa istikrar da yok. Adalet yoksa huzur da yok. Adalet, en temel ilkedir; her şeyi ait olduğu yere koymak, dengeyi kurabilmektir. Kendi hayatınızda, çevrenizde, ülkenizde, bölgenizde ve son olarak dünyada adaleti tesis etmezseniz barış, huzur ve istikrarı tesis etmeniz mümkün değil.
İsrail ile ilişkilerin son dönemde gerildiğini görüyoruz. Bunu nasıl değerlendirmek lazım? Bu, “komşularla sıfır problem” politikasında bir aksama olarak değerlendirilebilir mi?
Bir kere İsrail ile ilişkilerimiz henüz bozulmuş değil, belli bir vasatta devam ediyor; yani kriz diyebileceğimiz bir durumla karşı karşıya değiliz. Başka birçok ülkeyle olduğu gibi İsrail ile yaptığımız ticari, askerî ve siyasi anlaşmalar var. Ülkeler arasında ilişkiler belli bir seyir içerisinde devam eder. Dönem dönem belli gerginlikler yaşanabilir. Sorunlar ortaya çıkabilir. Bunlar da süreç içerisinde diplomasiyle çözülür.
Peki, bu noktaya niye geldik, bu sorun niye ortaya çıktı?
Türkiye adalet ilkesini her yerde tutarlı bir şekilde uygulamaya çalışıyor. Fakat bu prensibe ilaveten reelpolitik bir şey de söylüyor: Gazze hâlâ saatli bir bomba; müdahale edip yaşam şartlarını iyileştirecek yardımlarda bulunmazsak, orada yaşayan bir buçuk milyona yakın insanı çok zor hayat şartlarına mahkum etmiş oluruz; bu da bir noktada yeniden çatışmalara sebep olacaktır. Yoksa bu tek taraflı olarak İsrail’e karşı başlatılmış bir kampanya değil. İsrail ile olan ilişkilerimizde, bütün diğer komşularla olan ilişkilerimizde olduğu gibi, esas olan ulusal çıkarlarımızdır. Ortadoğu barış süreci tehlikeye girdiği zaman bundan Türkiye de, bütün bölge ülkeleri de, Avrupalılar ve Amerikalılar da zarar görüyor. Gelin bu konuda beraber hareket edelim; hatta ABD Başkanı Barack Obama’nın Ortadoğu barış süreciyle ilgili ortaya koyduğu ana çerçeveyi İsrail uygulasın diyoruz. Fakat İsrail bunu dahi yapmıyor.
Suriye ve Irak’la imzalanan yüksek düzeyli stratejik işbirliği anlaşmalarını nasıl değerlendirmek lazım? Bu anlaşmalarla AB’nin nüvesini oluşturan 1950’lerdeki anlaşmalar arasında bir paralellik kurulabilir mi?
Bunlar coğrafyamızın şartlarında ortaya çıkan bir normalleşme sürecidir. Normalleşmenin altını çiziyorum. Bu yapılanlarda aslında olağanüstü hiçbir şey yok. Olağanüstü olan, bunların yıllarca yapılmamış olması. Dolayısıyla bizim sormamız gereken, “Bu sınırı biz niye kaldırdık” değil, “Bu sınır niye vardı” sorusu. Ülkeler arasında sınırlar tabii ki olacak, ama Soğuk Savaş dönemine has bir Türkiye-SSCB sınırı gibi Türkiye-Suriye sınırı olabilir mi? Türkiye-Irak sınırı bir demir perde şeklinde algılanabilir mi?
İkinci olarak, bu tür hamleler kesinlikle herhangi bir üçüncü tarafa karşı atılmış adımlar değil. Bizim temel yaklaşımımız, bölgede barışı ve istikrarı inşa ederek dünya barışına katkı yapmak. Dünya barışı bu bölgedeki barıştan geçiyor. Küresel düzeyde İslam-Batı arasındaki gerginliklerin %70-80’i bu coğrafyada yaşanan politik hadiselerle ilgili. Bu coğrafyada yaşayan ortalama bir insanın perspektifinden baktığımızda ortadaki tablo, Batılı ülkelerin bir gerekçe bulup İslam ülkelerini işgal ettikleri şeklinde. Dolayısıyla Suriye ve Irak’la olan bu işbirliği anlaşmaları bölgedeki normalleşmenin doğal bir sonucu.
Türkiye’nin bölgesinde münferit bir eksen oluşturmaya çalıştığı iddiaları var. Öte yandan Türkiye’nin ABD ve Rusya gibi uluslararası siyasetin güçlü aktörleriyle gelişen ilişkileri var. Özellikle ABD’nin Türkiye’ye yönelik uluslararası desteği ve yakınlaşma çabalarını nasıl değerlendirmek gerekir? Bu bir çelişki değil mi?
Eksen meselesini doğru anlamak lazım. Eksen derken blok kastediliyorsa, bunun olmadığı ortada. Zaten 21. yüzyılın bu geçişken şartlarında müstakil bloklardan bahsetmek mümkün değil. Eğer yeni ittifak alanları oluşturmak kastediliyorsa, bu da ikna edici olmaktan uzak. Zira ister eksen isterse başka türlü bir yapılanma deyin, günümüzde ilişkiler o kadar girift hale geldi ki, bölgenizde dört ülke seçip bunlarla eksen oluşturmak yapılabilecek bir şey değil. Çünkü her ülkenin dünyanın farklı birçok ülkesiyle ekonomik ve siyasi ilişkileri var. Zaten bir blok veya eksen kurmak kolay kolay gerçekleşecek şeyler de değil; bunlar çok olağanüstü şartlarda ortaya çıkan birtakım denge unsurları.
Türkiye’nin eksen değiştirip değiştirmediği ya da Ortadoğu merkezli yeni bir eksen mi oluşturduğu sıkça soruluyor. Ben de şunu diyorum: Türkiye bölgesindeki gelişmelere milli çıkarlarımız açısından ilgisiz kalabilecek bir ülke mi? NATO üyesi bir ülke ve Batı bloğunun bir parçası olarak, Irak’ta, İran’da, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da, Kafkaslarda, Kıbrıs’ta, Karadeniz’de ve Doğu Akdeniz’de olup bitenlere kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarımız ve toplumumuzun beklentileri açısından ilgisiz kalabilir miyiz? Tabii ki kalamayız. Biz bölgedeki birçok sorunla ilgilenmeye çalışıyoruz. Bunlara ilgi duyan tek ülke Türkiye de değil. Bizim ilgilendiğimiz bu sorunların tamamı aynı zamanda AB ve ABD’nin gündemindeki sorunlardır. Bugün hem AB hem de ABD bölgedeki ülkelerin hepsinde faal ve öyle olmaya da mecbur. Ayrıca şu ana kadar komşularımızdan ve müttefiklerimizden hiçbirisi “Niye bu bölgelerde aktif oluyorsunuz?” demedi. Aksine hepsi bunu takdir ediyor. Şu anda ABD, Suriye’yle ilişkilerini yeniden normalleştirmek için birtakım adımlar atıyor. Dolayısıyla burada Türkiye bir öncü rol oynuyor. Ama bunu yeni bir eksen oluşturmak için yapmıyor.
Türkiye’nin gündemine oturan iki tane açılım söz konusu: Demokratik Açılım ve Ermenistan Açılımı. Demokratik Açılım dış politikada, Ermenistan Açılımı ise iç politikada nereye oturuyor?
Hem kendi içimizde hem de bölgemizde ertelediğimiz bir sürü dondurulmuş problemimiz vardı. Bugün artık sorunlar döneminden açılımlar dönemine geçiyoruz. Kürt meselesinden Demokratik Açılım’a, Ermeni sorunundan Ermenistan Açılımı’na geçiyoruz. Alevi meselesiyle ilgili şu anda çok ciddi bir çalışma yürütülüyor. Bunlar Türkiye’deki dönüşümün ve dinamik sürecin doğal bir sonucu. 71,5 milyon genç, dinamik nüfusu ve 750 milyar dolarlık ekonomisi olan bir Türkiye’nin bu kronik sorunlarını çözmemesi, bunlar yokmuş gibi davranması düşünülemez. Bunları çözerek ilerlemek zorundayız.
Demokratik Açılım meselesinde amaç belli; terör meselesini bitirmek ve Türkiye’deki demokratik haklar alanını genişletmek. Bunu bir dış politika aracı olarak kurgulamadık; ama şüphesiz dış politika boyutu da var. Zira demokratikleşmenin bir anlamda Türkiye sınırlarının ötesinde olumlu bir etkisi olacaktır. Bölgede yaşayan diğer toplumlar ve ülkeler de müzakereci demokrasi yoluyla çözülen sorunların kendilerine katkı yapacağını daha net bir şekilde görüyorlar.
Ermenistan meselesine gelince, bu bir dış politika meselesi gibi görünüyor; ama aslında iç politika meselesi. Çünkü bizim Ermenilerle çok uzun ve ortak bir tarihimiz var. Sadece sosyal barış anlamında bir ilişki tarihimiz yok, aynı zamanda bir arada yaşamış ve ortak kültür üretmişiz. Ermeni meselesini çözerken bu tarihi yeniden hatırlıyoruz. Bu noktada, son yıllarda yaşadığımız en trajik olay Hrant Dink’in öldürülmesiydi. Hrant Dink gibi bu kadar Türkiyeli bir insanı kaybetmek Türkiye için büyük bir ayıptı. Ama ne oldu, bütün Türkiye Dink’in arkasında saf oldu; “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diyebildik bu ülkede. Sorunlarımızı çözecek potansiyel burada. Türkiye ondan sonra daha cesur adımlar attı. İlk defa bir Türk Cumhurbaşkanı hiçbir ön şart olmadan Erivan’a gitti. Ermeni Devlet Başkanı da milli maç münasebetiyle Bursa’ya geldi. Nihayetinde Ermenistan ile protokoller imzalama noktasına geldik. Bu süreç kolay olmayacak tabii. İçeride buna muhalefet edenler olacak ve maalesef reel siyasi bir perspektiften değil, ideolojik bir perspektiften muhalefet edecekler. Bu onların bileceği bir iş. Son tahlilde Kafkaslarda bir istikrar ortamını inşa etmek için çok önemli bir adım bu ve Azerileri sokakta bırakmak anlamına da gelmiyor kesinlikle. Tam tersine, Azerilerle beraber Kafkaslarda nasıl bir düzen inşa edebiliriz arayışının bir sonucu.
Yunanistan’da yeniden başbakan olan Yorgo Papandreu’nun seçimleri kazandıktan sonra ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmış olması ne anlama geliyor? Balkanlar’da dengelerin değiştiğini mi gösteriyor?
Uzun yıllar bir dış politika travması yaşadık. 1960’lardan beri dış politika vizyonumuz Kıbrıs meselesine odaklandığı için başka meselemiz yoktu. Yunanistan bir adım atıyorsa, biz de hemen benzer bir adım atmak zorunda hissederdik kendimizi. Bir anlamda Yunanistan’a endekslenmiş bir dış politikamız vardı. Bu algıdan dolayı Türkiye ve Yunanistan’ın eşit güç ve ağırlığa sahip iki ülke olduğunu zannettik. Halbuki iki ülkenin nüfusunu, ekonomisini vs. kıyasladığınızda Türkiye çok daha büyük bir ülke. Yunanistan AB üyesi olmasına rağmen önemli siyasi ve ekonomik sorunlarla boğuşuyor. Bunları elbette Yunanistan’ı küçümsemek anlamında söylemiyorum. Sonuç itibarıyla köprünün altından çok sular aktı, çok başka bir noktadayız.
Bu perspektifi Balkanlar’a doğru biraz daha yaydığımız zaman, orada da başka sorunlar var. Yugoslavya’nın yıkılmasından sonra Balkanlar’da ortaya çıkan dengeler hâlâ bir istikrar ortamının oluşmasını sağlayacak durumda değil. Bugün mevcut şartlar içerisinde diplomasiyle, STK’larla ve eğitim kurumlarıyla Balkan toplumları ile olan bağlarımızı yeniden kuruyoruz. Bu bağları güçlendirmek hem Balkan Müslümanlarının hem de Avrupa ülkelerinin lehine.
Paylaş
Tavsiye Et