Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Topluyorum > Birleşik Avrupa Yolunda Dağınık Bir Haldeyiz
Topluyorum
Birleşik Avrupa Yolunda Dağınık Bir Haldeyiz

 

Arkadaşlar, geçtiğimiz aylara nispetle daha yoğun bir gündemle karşı karşıyayız. Bu ayki dosya konumuz, 3 Ekim’de müzakerelerin başlaması nedeniyle, Türkiye-AB ilişkileri. Bu çerçevede Kıbrıs meselesini konuşmalıyız burada. Ama onun dışında ‘Kürt sorunu’ tartışması gündemdeki yerini korudu bu ay da. Ayrıca Ermeni konferansı ve özelleştirmeler siyasî arenayı hayli kızıştırdı.
Fazla gündemi meşgul etmedi, ama bir de Hizbu’t-Tahrir gösterisi ve o gösteri ile paralel seyreden hilafet tartışmaları var.
Dışarıdaki gelişmeleri de atlamamak lazım. Mesela Irak’ta 15 Ekim’de referanduma sunulacak olan anayasa taslağı kabul edildi. Katrina kasırgası Amerika’da ‘derin’ tartışmalar başlattı. Seçim sonuçları Almanya’da siyaseti kilitledi. Afganistan seçimleri ve İran’ın nükleer programı da var. Hatta vaktimiz kalırsa Japonya seçimlerinden de bahsedebiliriz. Çünkü oradaki seçimler de özelleştirme tartışmaları etrafında geçti. Belki bizim için çıkarılacak dersler vardır.
Gönül isterdi ki, bu ay gündemimiz sadece Ramazan olsun. Kim bilir, gönül huzuru ve zihin dinginliği ile giremediğimiz kaçıncı Ramazan ayı bu ay. Ramazan ayının bizler için artık nasıl sadece otuz adet takvim yaprağına dönüştüğünü konuşabilseydik keşke.
Keşke, ama ne yaparsın? Güz geldi, okullar açıldı, havalar soğumaya, siyaset de ısınmaya başladı. Eğer gündemin gerisinde kalırsak, Ramazan ayını hatırlayamayabiliriz bile. Zaten şu sayılanların pek çoğunu tartışmaya vaktimiz yetmeyecek gibi.
Geçen ay uzun uzadıya Kürt meselesini konuşmuştuk. Hem bu günlerde yükselen bir milliyetçi hissiyat var Türkiye’de. İsterseniz sürekliliği sağlamak açısından bugün de bu konu ile başlayalım.
Barzani demiş ki, Abdullah Öcalan’ın cep telefonu var. PKK’yı cep telefonuyla hapishaneden idare ediyor. Bu doğru mu acaba?
Bu biraz hızlı bir giriş oldu ama...
Aslında bunu söyleyen Barzani değil. Barzani’nin liderliğini yaptığı IKDP’nin sözcüsü Fadıl Mirani.
Bunun doğru olup olmadığını bilmemiz mümkün değil. Ama tabii Öcalan’ın kaldığı hapishanede çalışan gardiyanlardan tanıdığınız varsa o zaman iş değişir. Yalnız şu gerçeği unutmamak gerek. Kuzey Irak’taki Kürt gruplar içerisinde de bir iktidar mücadelesi mevcut. Talabani’nin bu örgütün Türkiye’nin kontrolü altında bulunan biri tarafından yönetildiğini iddia etmesi, oradaki PKK etkinliğini kırmak için olabilir.
Valla Apo cep telefonuyla mı idare ediyor, yoksa faks mı çekiyor bilmiyorum ama, benim aklımı kurcalayan başka bir şey var. Şimdi Tayyip Bey dedi ki: “Kardeşim Kürt sorunu vardır ve geçmiş hükümetler bu konuda büyük yanlışlar yapmıştır. Çözüme demokratikleşme ile ulaşılacaktır.” Şimdi bu ifadeleri analiz edecek olursak ortaya şöyle ciddi bir problem çıkıyor. Türkiye’nin etnik temelde tanımlanan bir sorunu vardır, bu bir. İkincisi, şimdiye kadar uygulanan politikalar yanlıştır. Üçüncüsü de, etnik temelde tanımlanan bu sorunu çözmek için, demokratik çerçevede, adımlar atılmalıdır.
Bunun neresi problem?
Daha ne olsun. Birincisi, büyük konuşuyorsun, büyük vaatler veriyorsun. Gel gör ki, somut adım atma noktasında ortada hiçbir şey yok. Yani Kürt kesiminin hissiyatını kabartıyor, beklentilerini tahrik ediyorsun. Sonra da bu beklentiler tatmin edilmeden konuyu unutulmaya terk ediyorsun. Böyle bir durumda, Kürt halkının son günlerde artan rahatsızlığını anlayışla karşılamak lazım. İkincisi, somut adım atamazsın çünkü sorunu tanımlayış biçiminle, tâbi olduğun anayasal kurumlar uyuşmuyor. Eminim ki Tayyip Bey bu konuda çok samimi ve iyi niyetli. Ama onun ve kurmaylarının bu meseleyi enine boyuna düşünüp düşünmediğinden tam emin değilim ben. Çünkü Türkiye’nin mevcut anayasal yapısı etnik temelde ayrışmış grupların varlığını kabul etmeyen bir yapı. Hükümet başkanı olarak bu anayasal yapıyı korumayı ve kollamayı görev olarak kabul etmişsin. Öte yandan ortadaki sorunun mevcut yapı ile çözülemeyeceğini iddia ediyorsun. Yapman gereken Anayasa’daki vatandaşlık kavramını etnik temelde yeniden tanımlayacak biçimde değiştirmek; ya da, ne bileyim, eyalet meclisleri falan kurmak. Ki bunu da Tayyip Bey dahil, Türkiye’de hiçbir aklıselim sahibi kişinin arzu edeceğini zannetmem.
Ne alakası var ya! Ha ‘Kürt meselesi’ demişsin, ha ‘Kürt sorunu’. Yani bu küçük farktan, ta eyalet meclislerine nasıl vardın, anlamadım.
‘Kürt meselesi’ nötr ve deskriptif bir tanımlama. ‘Kürt sorunu’ ise normatif ve preskriptif bir tanımlama.
Türkçe konuşalım lütfen.
Yani ‘mesele’ olduğu gibi bırakılabilir. Ancak ‘sorun’un çözülmesi gerekir. ‘Sorun’da ortada bir yanlış vardır ve yanlış yapan taraflar vardır. Yani bir şeyi sorun olarak tanımladığınız zaman, o işin çözülmesi gerektiğini kabul ediyorsunuz demektir. Şimdi, ‘Kürt meselesi’ dediğiniz zaman şunu kastediyorsunuz: Kürtler kimliklerini etnik temelde tanımlıyorlar. Ancak etnik temelli kimliklerinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınmamasını kendilerine dert ediyorlar. ‘Kürt sorunu’ dediğiniz zaman ise şunu demek istiyorsunuz: Kürtler kimliklerini etnik temelde tanımlıyorlar. Ancak Türkiye Cumhuriyeti onların bu tanımını kabul etmiyor. İşte bu tanımama da bir sorun teşkil ediyor. Yani soruna sebebiyet teşkil eden eylem etnik temelde tanımlanmış Kürt kimliğini kabul etmemek. Bu sorunun müsebbibi de doğal olarak devlet oluyor. Kısaca, hadiseyi ‘Kürt sorunu’ diye tanımladığınızda, Kürtlerin etnik temelde farklılaşmış bir birim olduğunu kabul ediyorsunuz. Sonrası da yukarıda anlattığım gibi.
Pek aklım ermedi, ama neyse. Preskırip mreskrip falan… Çok bilimselsin maşallah.
Bence de ‘Kürt sorunu’ tabiri problemli. Mesela 1930’ların Amerikası’nı ya da 1990 öncesi Güney Afrika’yı düşünün bir. Bu örneklerde bir ‘zenci sorunu’ vardı. Zira zenciler kategorik olarak toplumun diğer unsurlarından ayrıştırılıyorlardı. Hatta bizim Anlayış’ın daha önceki sayılarında kullandığımız resimlerden de hatırlayacağınız gibi, zencilerin tuvaletleri ve muslukları bile beyazlarınkinden farklı idi. Bu ırk temelli bir ayrımcılıktı. Ve ırk temelli bir sorundu. Yani ‘zenci sorunu’ idi. Şimdi bir de bizim durumumuzu düşünün. Türkiye’de Kürtlere, Lazlara, Çerkezlere veya başka bir ırka mensup insanlara karşı ırk temelinde kategorik bir ayrımcılık yapılıyor mu? Hayır yapılmıyor. Kürt ya da Laz, kim olursa olsun bu ülkede başbakan da olabiliyor, cumhurbaşkanı da. Başka bir deyişle, Türkiye’de ‘Kürt sorunu’ diye bir şey yok. Ya da, sorun var ama bu Kürt sorunu değil.
Benim bir sorum olacak. Geçtiğimiz ay yaşanan bazı tatsız gelişmeler (mesela Gemlik, Bozüyük, Mersin ve diğer pek çok yerde yaşanmış toplumsal çatışmalar) sizce Erdoğan’ın o çıkışından mı kaynaklandı? Yoksa Erdoğan gidişatı önceden görüp erken bir adım mı atmak istedi. Yani Erdoğan, acaba, durup dururken suyu mu bulandırdı?
Başbakan böyle bir açılıma gitmeyecekti de ne yapacaktı. Bugün AİHM’de bekleyen 90 bin dava var, köylerinden çıkarılmış ve mağdur edilmiş Kürtler tarafından açılan. Eğer Avrupa bu mağduriyetler yüzünden Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etse, Erbakan’ın tabiriyle, bacağımızda don kalmaz.
Ben Başbakan ve ekibinin işin bu yönünü çok iyi hesapladıkları kanaatinde değilim. Bence Başbakan böyle bir adımı dışarıdan gelen bir baskı altında attı. Bu baskı da Avrupa baskısı olmalı. Çünkü Amerika uzunca bir süredir meseleye bir Irak meselesi olarak bakmaktadır. Avrupalılar ise bunu bir Türkiye meselesi olarak göregeldiler hep. Amerikalılar şu anda Irak’ın Kürt meselesini Irak’ın içinde çözmeye çalışıyor ya da öyle bir izlenim veriyorlar. Avrupa da bunu Türkiye içinde çözme arayışı içinde olacak. Müzakereler başlamadan önce Tayyip Bey bu konuda bir açılım sağlayarak Avrupalıların elinden bir kozu almak istemiş olmalı. Ya da, belki de Avrupalılar kapalı kapılar ardında böyle bir açılım istemiş olabilirler. Almanya’da PKK yanlısı Kürtlerin derneklerinin kapatılması da bu çerçevede okunabilir. Bununla birlikte Bozüyük’teki ve diğer yerlerdeki olayların önemli bir kısmının provokasyon olduğu söyleniyor. En azından gazeteler böyle yazıyor. Yani bu olaylar nedeniyle Başbakan’ı suçlamak bence haksızlık.
Bozüyük’teki olayların ben de planlı, programlı olduğunu düşünüyorum. Düşünün bir kere. Kırk tane otobüsten ikisi durduruluyor ve onların içinden de özellikle bir kişi dövülüyor. O kişi de grubun lideriymiş meğer. Eğer bu bir halk tepkisi olsa idi durum daha farklı olurdu bence.
Fransız TV5 televizyonunun programını da burada es geçmemek lazım. 24 saat boyunca İstanbul’u anlatan bir program yapıyorlar ve program geneli itibariyle Türkiye açısından çok olumlu. Ancak birden nereden çıktığı belli olmayan bir Türkiye haritası koyuyorlar ve haritanın doğu kısmını Kürdistan olarak gösteriyorlar. Bu kadar olumlu bir program yapacaksın; ama bir harita ile tüm yaptıklarını berbat edeceksin. Türkiye’nin bu tür haritalara karşı ne kadar hassas olduğunu bilmemeleri mümkün değil. Doğrusu insan ne düşüneceğini bilemiyor.
Aslında dikkat edersen, o haritadaki farklı bölge Kürtlerin değil, Ermenilerin yaşadıkları yerleri gösteriyor. Gümüşhane’de, Bayburt’ta Ermeniler vardır. Bu bölgelerde Kürt çok fazla yoktur.
Van’da bile Kürt’ten çok Ermeni var.
Ben bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Eğer bundan, diyelim ki, beş sene önce bu konuyu konuşuyor olsaydık diyecektik ki, bu mesele Kürtler ile devlet arasındadır. Ama dikkat ederseniz bugün geldiğimiz noktada sanki meselenin mahiyeti değişiyor ve mesele bir Türk-Kürt karşıtlığına dönüşüyor. Şu ana kadar Kürt meselesi siyasî bir meseleydi. Ama şimdi sanki toplumsal bir mesele hâlini aldı. Dahası daha önce mesele lokal bir çerçevede tutulabiliyordu. Şimdi ise büyük şehirlere sirayet etmiş görünüyor. Bence en fazla endişe etmemiz gereken şey bu. Maazallah bir iç çatışmaya bile dönüşebilir.
Haklısın, işin mahiyeti biraz değişti son zamanlarda. Hatta birilerinin işi bu yöne doğru çekmeye çalıştığı bile söylenebilir. Ama bir iç çatışma bence muhal görünüyor. Yani Kürtlerle Türkler ve diğer unsurlar evlilikler ya da iş ortaklıkları gibi ilişkilerle öylesine iç içe geçmiş ki, Türkiye’de ve ortak değerler o kadar içselleştirilmiş ki, bunlara rağmen bir iç çatışma mümkün görünmüyor. Bununla birlikte Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine ilk defa bu kadar yaklaşılması Türkiye’deki meselenin de boyutlarını değiştiriyor.
Burada benim gördüğüm başka bir sıkıntı daha var. Geçen ay konuşmuştuk hani. Bu problemi çözecek yegâne şeyin İslam eksenli bir üst kimlik olduğunu söylemiştik. Ama göz ardı ettiğimiz tehlike şu. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan Türkler de, Kürtler de artık etnik kimliklerini öne çıkarmaya başladılar. Yani adam dindar bir Türk, ama iş Kürt meselesine gelince Türkçülük yapıyor. Ya da bunun tam tersi. Yani adam dindar bir Kürt, ama yeri geldiğinde Kürtçülük yapıyor. Bu noktada kendisini Müslüman olarak tanımlayanların kendilerine dikkat etmesi gerekiyor. Çünkü bu unsurlar iki grup arasındaki köprü mesabesindeler. Eğer onları da kaybedersek, biz bu işi bir daha toparlayamayız.
Ben devletin yerinde olsam bu ara unsurları destekler, ne bileyim onların örgütlenmelerine yardımcı olurdum.
Abdülmelik Fırat belki de böyle bir işlevi ifa ediyor.
Ama eğer Fırat’ın hatıralarını okursanız, Müslüman kimliğinin nasıl zamanla Kürt kimliğinin gerisinde kaldığını görürsünüz. Gizli bir kırılma var burada.
Can Dündar’ın meclis arşivlerine referansla hazırlanmış bir belgeseline rastladım geçenlerde televizyonda. Kurucu mecliste bir olay geçiyor. Kürsüye çıkan bir milletvekili lafının arasında “Türk doktorlarına destek olmalı ve falanca alanda gelişmesine katkıda bulunmalıyız” diyor. Ardından Doğulu bir milletvekili söz istiyor ve “sadece Türk doktorlarına değil, Kürt doktorlarına da aynı desteği vermeliyiz” diyor. Daha sonra da, zannedersem aynı zamanda meclis başkanı da olan, en yaşlı milletvekili çıkıp şunu söylüyor: “Arkadaşlar bu çatı altında bizi bir araya getiren Türklük ya da Kürtlük değil, İslam’dır.” Ve bu hadise Atatürk’ün huzurunda yaşanıyor. Konu da böylelikle kapanıyor.
Döndük, dolaştık yine aynı yere geldik herhalde.
Evet aynı yere geldik. Arkadaşlar dinî asabiyetin rolünü küçümsemeyin. Bakın Tunceli’yi bir arada tutan Alevî üst kimliğidir. Orada yaşayan insanların bir kısmı Kürt, bir kısmı ise Türk. Ancak Kürtleri ve Türkleri bir arada tutan yegâne unsur Alevîlik. Unutmayalım ki, Kuzey Irak’ta da, Türkiye’de de siyasal ayrımcılığı savunan, bu işin öncülüğünü yapan elit sekülerdir.
Ben yirmi gündür doğuda idim. İnsanların psikolojisi çok gergin. Aslında bu gerginliğin reel bir zemini yok. Sadece kelimelere, yani Türk ve Kürt kelimelerine yüklenen aşırı anlamlar neden oluyor bu gerginliğe. Ve işin arkasında da sadece birkaç etkili adam var. Doğudaki halk açlık ve sefalet içinde. Eğitimin kalitesi son derece düşük. Herkes bir yerlere göç etmek istiyor. Hak yok, hukuk yok.
Bence sorunu bu şekilde tanımlarsan yanlış olur. Çünkü Uşakta da, Isparta’da da var açlık. Eğitimin kalitesinin Anadolu’nun her yerinde düşük olduğunu da biliyoruz. Yani demek istediğim sorunun esas kaynağı açlık ve sefalet değil. Fakirliğin, en fazla, var olan bir sorunu pekiştirdiğini söyleyebiliriz. Fakirlik barut gibidir. Ancak barut ateş olmadan patlamaz. Doğuda barutun yanında bir de ateş var.
İyi dedin işte. Fakirlik baruttur. Ben de diyorum ki, barut ortadan kaldırılırsa eğer, ateş olsa da patlama olmaz. Yani Doğu’nun iktisadî problemlerini çözmeliyiz. Buralara yatırım yapmalı, eğitimin kalitesini artırmalıyız.
Benim daha somut bir teklifim olacak buradan. Eğer detaylı bir fizikî haritaya bakarsanız, terörün yaygın olduğu alanların akarsu ve nehirlerle kaplı olduğunu görürsünüz. Buralarda barajlar kurarak, teröristlerin hareket kabiliyetini engelleyecek biçimde doğal setler oluşturulabilir. Ayrıca buralarda üretilecek elektrik ve sulama amaçlı kullanılacak su, bölgenin ekonomik görüntüsünü de değiştirebilir. İşte bugün Munzur Çayı üzerine yapılıyor, yanılmıyorsam, altı tane baraj. Bu diğer bölgelere, mesela Tagar Çayı’na da yapılabilir. Tabii eğer zemin elverişli ise.
Tartışma gayet iyi gidiyor. Ama artık diğer konulara geçelim isterseniz. Eğer medyayı takip ettiyseniz, CIA’in bir yan kuruluşu olan National Intelligence Council’in hazırladığı 2020’ye yönelik tahminlerin yer aldığı bir rapordan bahsedildi bir süre önce. Ben isterseniz bu raporu kısaca bir özetleyeyim. Sonra bunun üzerine konuşuruz. Raporda 2020’leri üç temel kavramın şekillendireceği öngörülüyor: Nüfus, enerji ve kimlik. Rapor bu yüzyılın Çin ve Hindistan yüzyılı olacağını iddia ediyor. Bu ülkelerdeki nüfusun ve bunu takip edecek olan talep artışlarının belirleyici olacağı vurgulanıyor. Bu çerçevede nüfusu kalabalık Endonezya ve Brezilya’nın da yıldızının parlayacağı tahmin ediliyor. Bunun yanı sıra rapor AB, Japonya ve Rusya’yı da ayrı ayrı ele almış. Bunlara ilişkin değerlendirmeler de yine nüfus ile alakalı. Ancak bu ülkelerdeki problem nüfusun yaşlanması. Rapor 2020’lerin dünyası için bazı senaryolardan bahsediyor. Bunlardan en ilgi çekici olanı yeni bir Hilafet döneminin başlaması. Ve Batılı norm ve değerleri en fazla tehdit edecek muhtemel gelişme de bu olacak rapora göre. Bununla birlikte 2020’de Amerika hâlâ en güçlü ülke olmayı sürdürecek.
Ufak atsın da civcivler yesin… Bu raporu hazırlayanlar bizi zır cahil zannediyor herhalde. Hepsini anladık da, daha İKÖ toplantılarında kavga etmeden iki saat bir arada oturamayan Müslüman temsilcilerin, on beş yıl içinde nasıl olup da halifeliği tesis edeceğini bir türlü anlamadık. Bu nasıl olacakmış acaba?
Halifeliği Müslümanların kuracağını kim söyledi ki? Raporun ciddiyetinden kuşkumuz yok. Ancak hedefleri konusunda pek emin değilim. Bu bir yem olabilir. Yani halifelik konusunu gündeme getirerek tepkiler ölçülmek istenmiş olabilir. Belki inanmayacaksınız ama ben Batılı ülkelerin, özellikle de Amerika’nın, Papalık gibi ya da Ortodoks Patrikhanesi gibi, muhtemel bir hilafet sisteminden yana olduğunu düşünüyorum. Eğer bir süredir uluslararası ilişkilerle ilgili yayımlanan kitap, makale ve raporlara bakarsanız dünya düzenine yönelen en öncelikli tehdidin terör olduğunu görürsünüz. Terörün en önemli özelliği de, mekânsızlık ve buna bağlı olarak sorumsuzluktur. Yani terör örgütlerinin bir vatanı, milleti, devleti yoktur. Kendinize muhatap aradığınız zaman nereye gideceğinizi bilmezsiniz. Bugün Amerika eğer, diyelim ki, Meksika ile savaşıyor olsaydı, gönderirdi üç beş füze, beş on uçak hallederdi işi. Ama terörle savaşan Amerika bugün nereye nasıl saldıracağını bilemiyor. Bugün Afganistan’da, Irak’ta ve diğer yerlerde Amerika’nın en büyük problemi sivil halk ile teröristi birbirinden ayrıştıramaması.
Bunların halifelik ile ne alakası var?
Şöyle bir alakası var. Eğer halifelik kurulursa ve bu kurum Müslümanlar arasında meşruiyet kazanırsa, Amerika kendisine muhatap bulacak demektir. Yani eğer bir terör olayı vuku bulursa, teröristlerle Amerika uğraşmayacak, onlarla baş etmeyi halifeye bırakacak. Aksi halde halifeyi, halifenin ülkesini yerle bir etmeye muktedir olacak. Bugün İslam tüm dünyada yükselen değer. Bunu kimse inkâr edemez. Aidiyetlerin belirleyici olduğu bir dünyada Müslümanların daha da güçlü olacağı aşikâr. Şimdi bu insanlar derli toplu olsa mı uluslararası sistem için daha iyidir, yoksa bugünkü gibi sorumsuzca dağınık kalsalar mı? Yani diyeceğim, halifeliği on beş yıl içinde Müslümanlar kuramaz. Ama Amerika ve diğer sistemik güçler kurabilir. Çünkü bunda büyük çıkarları var.
Bizde bazı gazetecilerin bu raporu gündeme taşımalarının sebebi bu olmasa gerek herhalde?
Bu da olabilir, neden olmasın? Eğer raporun amacı tepki ölçmek ve ufak ufak kamuoyunu hazırlamak ise, bunun ilgili kesimlere iletilmesi için bazı aracılara ihtiyaç vardır herhalde. Bu aracılar da bildiğimiz ‘postacı’ tipler.
Bence o ‘postacı’ tiplerin bu raporu gündeme taşımalarının nedeni, raporun 2020 yılında Amerika’nın hâlâ en büyük güç olacağı öngörüsü. Yani bu vesileyle diyor ki bu efendiler, “Ayağınızı denk alın, bakın daha en az yirmi sene Amerika en büyük olmayı sürdürecek."
Halifelik demişken, şu Hizbu’t-Tahrir olayını da bir konuşalım isterseniz. Ben o gün Fatih Camii’ndeydim.
Apo’nun cep telefonu ile konuştuğunu teyit edecek bir gardiyan tanıdığımız yoksa da, Hizbu’t-Tahrir olaylarının şahidi var burada.
Evet öyle. Doğrusu ben çok şaşırdım o olaya. Bir kere açılan pankartlar ve atılan sloganlar son derece sert ve provokatifti. İkincisi etrafta resmî kıyafetli hiç polis yoktu. Kimse müdahale etmedi. Ama basın mensupları oradaydı. Dahası, akşama kıyamet kopacak galiba diye düşündüm, hatta tüm kanalları dikkatle takip ettim; ama olayın üzerine fazla gidilmedi. Daha sonra da basında fazla yer almadı. Buna bir anlam veremedim doğrusu.
Ben bu olayların, Papa’nın Fener Rum Patriği’nin davetlisi olarak Türkiye’ye geleceği haberlerinin dolaştığı günlerde yaşanmasını pek rastlantı olarak görmüyorum. Bana öyle geliyor ki, Patriğin ekümeniklik iddialarına karşı, özü itibari ile ekümenik olan hilafetin gündeme getirilmesi söz konusuydu bu olaylarda. Biliyorsunuz, Hizbu’t-Tahrir bir hilafet hareketidir ve Türkiye’de pek taraftarı olmasa da Batı’da oldukça güçlüdür.
Vaktimiz daralıyor. Artık şu Ermeni konferansını ve özelleştirmeleri konuşmamız gerek.
Ermeni konferansında devlet ve hükümet bence stratejik açıdan çok yanlış bir yol izledi. Bazı olayların şüyuu vukuundan beterdir. Olayın başlangıcını bir hatırlayın. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek öyle bir demeç verdi ki, mesele geldi, gündemin merkezine oturdu. Ondan sonra da ayıkla pirinci taşını. Bir tarafta Avrupa Birliği’nden yönelen baskılar, diğer tarafta vatanseverliğinizi sorgulamaya açan çevreler. Konferans yapılsa bir dert, yapılmasa ayrı bir dert.
Sence nasıl davranmalıydılar?
Bence olayların bu kadar büyümesine izin verilmemeliydi. Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler. Hükümet ve onun sözcüsü meseleye hiç karışmasaydı da konferans, nispeten sessizce, yapılıp bitseydi ne olurdu sanki? Hatta bunca cepheleşmenin ardından konferans sembolik bir değer kazandı ve konferansın yapılması bile, haklı olarak, bir zafer havasına dönüştü. Yani devlet lüzumsuz yere bir savaş başlattı ve savaşı kaybetti. Bu kadar basit. Bence artık devlet bu savunmacı psikolojiyi üzerinden atmalı. İnsanlar eyleme dönüştürmediği sürece görüşlerini rahatça açıklamalı, protestolarını özgürce yapmalı. Çünkü internetin ve ulusaşırı televizyon ve radyo yayınlarının dünyasında düşünceye ket vurulamaz. Bunları engellemeye kalkmak, ancak onların reklâmını yapmak anlamına gelir.
Bu kadar basit değil. Gözden kaçırdığınız bir husus var. Benim kanaatime göre Türkiye’de önemli yerleri işgal eden bir kesim Ermeni konferansının bu kadar gürültü koparmasından memnun. Çünkü zaten amaçları Avrupa Birliği’ne giden süreçte gürültü koparmak. Bu açıdan da amaçlarına ulaştılar zannederim. Hatta bu açıdan savaşı kaybedenin bu kesim değil, tam tersine Halil Berktay ve onunla birlikte hareket edenler olduğunu bile söyleyebilirim. Evet, konferans yapıldı ama konferans nedeniyle kopan fırtına müzakere sürecinde Türk tarafının önüne bir pürüz olarak getirilecektir elbette.
Arkadaşlar maalesef bugün de vaktimiz bitti. Artık ‘dinleyicilerimiz’ özelleştirmeleri ve Kıbrıs meselesini dergimizin ileriki sayfalarından okusunlar.

Paylaş Tavsiye Et