Söyleşi: Fahrettin ALTUN
Türk siyasi hayatının dinamiklerini, kurumlarını, ana yönelimlerini, çelişkilerini, nevi şahsına münhasır yönlerini anlama çabamız sürüyor. Bu doğrultuda Türk siyasi hayatını farklı perspektiflerden yorumlayan mutena isimlerle söyleşilerimize devam ediyoruz. Bu ayki konuğumuz sosyolog ve siyaset bilimci Prof. Dr. Ömer Çaha. 1964 yılında dünyaya gelen Çaha’nın kitaplarından bazıları şunlar: Women and Civil Society in Turkey; Açık Toplum Yazıları; Seçmen Davranışı ve Siyasal Partiler; Dört Akım Dört Siyaset; Aşkın Devletten Sivil Topluma; Sivil Toplum, Aydınlar ve Demokrasi. Halihazırda Fatih Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin dekanlığı görevini yürüten Çaha, aynı fakültede siyasi düşünce tarihi, klasik ve modern siyaset düşüncesi, Türk siyasi hayatı ve sivil toplum dersleri vermektedir.
İsterseniz önümüzdeki siyasi tabloyu konuşarak başlayalım. Şu anda Türk siyaset sahnesinde bir gerilim var mı size göre? Yoksa medyatik yahut sanal bir gerilim mi karşımızdaki?
Sosyolojik bazda ben şahsen krize varabilecek nitelikte bir gerilim olduğu kanaatinde değilim. Türk toplumu hakkında yapılan sosyolojik incelemelere baktığımızda, toplumsal düzlemde değerler, yaşam beklentileri ve insanların dünyaya bakışları itibariyle çok köklü değişiklikler olmadığını görebiliyoruz. Bir başka deyişle, bizim varsaydığımız gibi Kemalistler ve İslamcılar arasında çok kalın duvarlar yok. Bununla birlikte hem değerler itibariyle hem de yaşam beklentisi itibariyle farklı toplumsal kesimlerin birbirine yakınlaşması söz konusu olduğu gibi, toplumsal kesimlerin birbirine karşı empatisi de gelişiyor. Örneğin Güneydoğu bölgesiyle ilgili neredeyse bütün açılımlara, Kürt meselesinin çözüme kavuşturulması çabalarına ‘Türk’ kesimler destek veriyorlar. Toplumsal kesimler birbirlerini giderek daha fazla anlamaya çalışıyorlar. Bunda Türkiye’nin yaşamakta olduğu ve giderek sosyolojik düzeyde derinleşen modernleşme sürecinin de etkisi olduğu kanaatindeyim.
Daniel Lerner, The Passing of Traditional Society kitabında modernleşme ve empati arasında bir bağlantı olduğunu, hatta modernleşmenin olmazsa olmaz şartlarından birisinin empati kurma becerisi olduğunu iddia eder, biliyorsunuz. Benzer şeyleri kastediyorsunuz, değil mi?
Evet tabii. Modernleşme netice itibariyle içerisinde yoğun bir etkileşimin söz konusu olduğu ortak bir kamusal alan yaratır. Bu noktada toplumsal kesimler arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisi gelişir. Bu sadece mesleki anlamda değil siyasi anlamda da böyledir.
Siyasi anlamdaki bağımlılığı biraz açabilir misiniz?
Mesela bir partinin özgürlüğü başka partinin varlığına bağlıdır. Diğer parti var olmasa o parti de var olamaz.
CHP istisna herhalde.
Hayır, CHP için de geçerli. AK Parti’nin var olma zeminini kaldırdığınız zaman bu aslında CHP’nin de var olma zemininin kaldırılması demektir. Bakın, Türkiye modernleşiyor. Fakat bu süreçte tek tipli, tek hakikatli, tek bakış açılı modernist ya da Kemalist modernleşme anlayışından uzaklaşılıyor. Aslında Kemalistler de bu süreçten azade değil. Bugün Türkiye’de çok geniş bir kesim, etnik, dinî özelliklerini siyasete taşımak isteyenler vs. bu Kemalist modernleşme anlayışının dışında çok hakikatli, çok boyutlu, çok simgeselli, çok değerli, çok amaçlı, çok renkli, çok dilli, çok müzikli bir modernleşme arayışı içerisinde.
Eisenstadt’ın “çoğul modernlikler”i gibi.
Evet. Bu çoğunluğa dayalı, çok renkli modernleşme sürecini herkes yaşıyor. Bu süreçte oluşan ortak kamusal alana herkes kendi değerini taşıyor. Deyim yerindeyse sular farklı yönlerden gelip bir denize akıyor. Durum böyle olunca kaçınılmaz olarak toplumsal kesimler birbirlerini daha fazla tanıyor, birbirlerinden daha fazla etkileniyorlar. Türkiye’de bu yaşanıyor şu anda ve bu nedenle sosyolojik düzeyde açıkça ben bir gerilim, bir kriz görmüyorum. Bu güllük gülistanlık bir sosyolojik yapı var anlamına da gelmez kuşkusuz. Yıllardır muhafazakâr dindar kesimler bir korku psikolojisi içerisindeydi Türkiye’de. Halihazırda seküler kesimlerde bir kaygının baş gösterdiğini görebiliyoruz. Bu kesimler, daha ziyade sahip oldukları kazanımların elden gitmesinden kaygı duyuyor gibiler ve bunu da yok sayamayız.
Ne tür kazanımları kastediyorsunuz?
Mesela kadınların başını açarak, mini etek giyerek, kot pantolon giyerek, gece sokağa karışması, kıyafetinde özgür olması vs. Bunu, Cumhuriyet’in kendisine kazandırdığı bir özgürlük olarak, sekülerizmin kendisine tanıdığı bir hak olarak telakki ediyor. Dinsel bir baskı ile bunun gidebileceği endişesini yaşayan kesimler var toplumda. Bunu yok saymamak lazım; fakat bugün medyada bu kaygının son derece abartılı bir biçimde işlendiğini ve ortada yapay, kurmaca bir kriz olduğunu düşünüyorum. Çünkü netice itibariyle bu suni krizden medet uman kesimler de var ülkede. Medya bağlantısı olan kesimler, iş dünyasıyla bağlantısı olan kesimler, iktidar beklentisi olan insanlar için bazen kriz elzem hale gelebiliyor. Bu, dünyanın her yerinde de böyledir. Serbest rekabet ortamı içerisinde ipi göğüsleyemeyen kesimler krizler çıkarmak suretiyle dolambaçlı yollarla iktidara konmak isterler. Türkiye’de de biraz bu oluyor, işte asker şapkasını düzeltiyor, medya oradan bir mesaj çıkarıyor. Efendim işte cumhurbaşkanı hapşırıyor, medya oradan bir şey çıkarıyor. Bunun ben yapmacık suni bir kriz olduğu kanaatindeyim ve deyim yerindeyse toplum da bu zokayı yutmuyor.
Bu söylediğinize katılıyorum fakat siyasi düzlemde bu krizin bir gerçekliği yok mu? Toplumsal alanda bir kriz yok, doğru. Ancak Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan beri asker lehine tanımlanagelen sivil-asker ilişkileri zemininin yeniden tanımlanması endişesi yok mu birilerinde? Ve bu kesimler ellerindeki siyasi ayrıcalıkları teslim etmemek adına bir taraf olarak ortaya çıkıp Türk siyasi hayatına yeni gerilim alanları eklemiyorlar mı? 27 Nisan ve sonraki süreci göz önünde bulundurduğunuzda neler söyleyebilirsiniz bu bağlamda?
Şu anda Türkiye’de iktidarın el değişim süreci yaşanıyor. Cumhuriyet’i kuran bürokratik elit -ki bu bürokratik elitin esasını askerî elit oluşturuyor- Cumhuriyet’in hem felsefesine hem değerlerine hem de kurumlarına rengini vermiş, damgasını basmıştır. Bir başka deyişle bu elit, kurucu iktidarı oluşturmuştur. Her askerî devrim sonrasında bu bürokratik irade, siyasi iradenin üzerine daha fazla çıkmıştır. Siyasi irade, deyim yerindeyse, bir abluka altına alınmıştır bu süreçte. Bu yapının ilk çatırdaması Özal’la beraber geldi. Özal, bürokratik elitle siyasi elit arasındaki ilişkileri dengeleyici hamleler yaptı. Ama bu hamlelerin hukuksal, siyasal ve ekonomik zeminini oluşturamadı. Eğer Türkiye ekonomisini dünya ekonomisine tam anlamıyla bağlamış olsaydı oluşturabilirdi. Fakat onu başaramadı; yani zinde güçler Özal’ın ekonomi politikalarını hep sekteye uğrattı. Bakın, otoriter rejimlerin en önemli dayanak noktalarından bir tanesi ekonomik güçtür. Bu nedenle söz konusu iktidar değişiminde ekonomi çok önemli bir role sahiptir. Özal o alanı başaramadı. Kültürel anlamda önemli başarılar elde etti. Kültürel çoğulculuk, sivil toplum, liberalleşme, özgürlük ve demokrasi gibi değerleri artık vazgeçilmez değerler haline getirdi. Bunu başarmak önemliydi; fakat asker-sivil dengesine dönük bir hukuki ve siyasi zemin inşa edilemediğinden uzun vadede başarılı olunamadı. Fakat AK Parti hükümeti 2002’den beri asker-sivil dengesini oluşturabilecek bir altyapıya yöneldi. Bunu yaparken Özal’ın prenslerinden yardım aldı. Cumhuriyet tarihi içinde hatta belki bütün Osmanlı-Türk tarihi içerisinde ilk defa bürokrasiyi bu denli kendi kontrolüne alabilmiş siyasi sima Özal’dır. Fakat bu, hukuksal ya da ekonomik bir altyapıdan değil, bizatihi Özal’ın güçlü şahsiyetinden kaynaklanan bir şeydi. Şu anda AK Parti bu altyapıyı kurmaya çalışıyor. Burada tabii ki AB’nin çok önemli bir fonksiyonu var. AK Parti AB süreciyle birlikte hukuksal düzenlemelere gitti ve asker-sivil dengesini önemli ölçüde yeniden tahsis etmeye çalıştı. Yerel yönetimler ile merkezî yönetim ilişkisini yeniden formüle etmeye gayret etti. Ve esas önemlisi de ekonomik bir zemin inşa etmeye çalıştı. AK Parti şu anda eğer Türkiye’nin dönüşümünü gerçekleştirmeye devam edecekse, bu dönüşümün ekonomik altyapısını mutlak surette kurmak zorunda.
Peki, bu ne anlama geliyor?
Bu, Türkiye’nin dünya ekonomisi için, dünyadaki ekonomik aktörler için vazgeçilmez bir pazar haline gelmesidir. Türkiye’nin dünyaya entegre olması; onun milli gelirini, üretimini, yabancı sermaye girişini, teknoloji transferini, ithalat ve ihracatını, kişi başına gayrisafi milli hâsılasını arttıracaktır. Bunu arttırdığı zaman ben inanıyorum ki asker-sivil dengesi geri dönülmez bir şekilde sağlanacaktır. Şimdi burada askerî bürokrasiyle AK Parti’nin merkezinde yer aldığı siyasi elit arasında bir gerilim olduğu realite. Zaman zaman patlak veren bu durum, iktidarın el değiştirme sürecinin beraberinde getirdiği bir sancı. Bu sancıyı Türkiye yaşayacak, yaşaması kaçınılmaz. Bunu aşabilmesi, bir yol kazasına uğramaması için dediğim gibi bu altyapıları çok sağlam temellere oturtması gerekiyor. Hükümetin Türkiye’yi özellikle ekonomik anlamda dünyayla bütünleştirmesi lazım, ancak bunu yaptığı takdirde bu dengenin sivillerin lehine değişebileceği kanaatindeyim.
AKP de kurulduğu dönemden beri böylesi bir çizgiyi izleyeceğini hem kendi tabanına hem de topluma açıkça deklare etti ve siyasetin rehabilitasyonunun dış destekle mümkün olabileceğini söyledi zaten.
Şunu kabul etmek lazım, Türkiye içsel dinamiklerle çok köklü dönüşümler yapamıyor. Türkiye’de bugüne kadar değişim dışsal baskılarla mümkün olmuştur ve AK Parti de Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecinde AB desteğini arkasına alıyor. Şu an Türkiye üzerinde iki uluslararası gücün çekişmesinin olduğu gerçeğini de göz ardı etmemek lazım. AB’nin Türkiye’si ile Amerika ve İsrail’in Türkiye’si birbirinden farklı ve bu iki odak arasında bir çekişme var. Bu iki gücün politikalarının Türkiye’nin iç siyasetindeki aktörlere etkilerini ve bağlantılarını da bir faktör olarak göz önünde bulundurmak lazım.
Siz bu iki güç arasında temelde bir çatışma olduğunu varsayıyorsunuz ve “AB’nin Türkiye’si” içerisinde AKP’nin yerinin “ABD’nin Türkiye’si”ndekinden çok daha güçlü olduğunu ya da olabileceğini söylüyorsunuz. Yakınlarda Washington’da bir gazeteci bana ABD’nin Türkiye’de AKP’yi ordudan daha fazla güçlü görmek istediğini, zira Ortadoğu’nun kaynadığı şu dönemlerde Türkiye’de söz geçirilebilecek bir siyasi iradenin güçlü bir orduya kıyasla kat be kat daha fazla tercihe şayan olduğunu söyledi. Açıkçası ABD, AKP’nin politikalarının arkasında ve bu AB sürecinden daha anlamlı görünüyor bana. Yeni-muhafazakârların AKP rezervi devam ediyor kuşkusuz; fakat onlar da iktidardan neredeyse tasfiye edildiler. Nasıl yorumlarsınız tüm bunları?
Uzun vadeli, geniş perspektifli ABD vizyonu açısından baktığınız zaman tabii ki AK Parti’nin temsil ettiği model çok önemli. Bu yönüyle baktığımızda AK Partili bir Türkiye, AK Parti’nin Türkiye’de İslam-sekülerlik temelinde oluşturmaya çalıştığı demokratik sistem aynı zamanda uluslararası sistem, açısından çok önemli bir emniyet sübabıdır. Fakat Amerika ne yazık ki, delilerin de iktidarı kumanda etme şansı olan bir ülke. Şu anda Amerika’da olan da bu. Ne var ki, Türkiye halihazırda içinde Amerikalıların da olduğu uluslararası sermaye çevrelerinin iştahını kabartan bir ülke, bir pazar. Böyle bir pazarın çok kolaylıkla elden çıkarılabileceği kanaatinde değilim. Böyle bir pazarda süreklilik ve istikrar ancak sivil iradeyle, demokratikleşmeyle sağlanabilir. Bu nedenle uluslararası sermaye de herhalde bunu görüyordur diye düşünüyorum.
Belki de bununla alakalı olarak 27 Nisan’da asker, kendi müdahale gelenekleri içerisinde zayıf bir tepki gösterebildi. Fakat yine de medya üzerinden örgütlenen siyasi şiddetten AKP bir türlü kendisini kurtaramıyor. Korkulan, endişe duyulan AKP’nin Şerif Mardin’in üzerine atlanan kavramıyla “mahalle baskısı”na kulak verebilme potansiyeli mi? AKP’nin böyle bir mahallesi var mı sahiden?
Türkiye hep sancılı bir ülke oldu. Özal’la ilgili bazı gazeteler öyle manşetler atarlardı ki, Türkiye’de iç savaş var sanırdınız. 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’yi iç çatışmaya sürükleyen de zaten bu psikoloji. Bunlar olacak. Fakat müsaade ederseniz Şerif Mardin’in bu mahalle baskısı kavramıyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Bir kere mahalle baskısı kavramı modern, demokratik bir toplumu açıklayıcı bir sosyolojik kavram değil. Bu daha ziyade geleneksel toplumu ifade eden bir kavram. Geleneksel toplum, mahalleler bazında gettolara ayrılmıştır. Mahalle denen olgu her anlamda kahvesiyle, okuma salonlarıyla, dedikodu mekanizmalarıyla vardır ve toplumda bir mahalle dinamizmi söz konusudur. Ve mahalle homojen bir şeydir. Şimdi modern toplum bu anlamda mahallelere bölünmüş bir toplum değil. Modern toplumun ayrışmasını sağlayan temel şey, sivil toplumdur. Eğer bahsedeceksek sivil toplum baskısından bahsetmemiz lazım. Birinci nokta bu. İkincisi AK Parti İslami bir mahalleden gelmiyor. AK Parti’yi var eden şey ‘kamuoyu’dur. Örneğin, ANAR’ın AK Parti’nin oluşmasında çok önemli, işlevsel bir rolü vardır. Türkiye’de 70’li ve 80’li yıllarda siyasetin umursamadığı ‘kamuoyu’, 90’lardan sonra adeta yeniden keşfedildi ve siyasetin merkezine oturdu. Kamuoyu araştırması 90’lardan sonra oluşmaya başladı ve 2000’lerde giderek daha önemli bir unsur haline geldi. Kamuoyunun resmi çok iyi çekilmeye, nabzı yakalanmaya başlandı. Fazilet Partisi döneminde kamuoyu yoklamaları partinin önüne geldiğinde iki tavır sergilenirdi. Birincisi zaten kamuoyuna tepeden bakan bir yaklaşımı içerisinde barındırıyordu ve bu yoklamaların verdiği mesajı yok sayıyordu. İkincisi ise kamuoyunu dikkate alan bir yaklaşımdı. Bence AK Parti’nin çıkış noktası budur. AK Parti kamuoyunun mesajını doğru okudu ve ona göre şekillendi. Ve bu kamuoyu ne İslami ne muhafazakâr bir kamuoyu. Aslında bu, tam da ifade etmeye çalıştığımız modern renkliliğe, çeşitliliğe dayalı kamusal alanda oluşan bir kamuoyudur. Ve AK Parti bana göre bu kamuoyunun beklentisini keşfetmiş ve onun beklentilerine cevap verici bir siyasi aktör olarak devreye girmiş, geçtiğimiz 4-5 senelik süreç içerisinde de buna uygun bir biçimde hareket etmiştir. Kamuoyu tahlilleri AB’yi istiyordu, AK Parti AB dedi. Kamuoyu liberalleşme istiyordu, AK Parti onu temin etmeye çalıştı. Kamuoyu demokratikleşme diyordu, AK Parti onu yapmaya gayret etti. Kamuoyu çatışmadan uzak bir siyaset arzu ediyordu, AK Parti onu yapmaya çabaladı. Kamuoyunda başörtüsü birinci öncelikli sorun değildi.
Başörtüsü şu anda mı sorun haline geldi AKP için?
AK Parti şu anda bütün politikasını başörtüsü üzerine bina etmiş değil. Fakat Türkiye’de yaşanan bir realite, bir sorunlar yumağı var ve başörtüsü o sorunlardan bir tanesi. AK Parti’nin o soruna da bir şekilde el atması gerekiyor ve yapmaya çalıştığı da o. Fakat bütün siyasetini buna hasretmiş de değil. Tabii şunu da unutmamak lazım Türkiye’de bu başörtüsü meselesi rejimin hassas reflekslerinden biri haline getirildi.
Peki, neden böyle oldu?
Ben şahsen başörtüsü meselesinin arkasında kısmen biraz önce söylediğim gibi seküler kesimlerin kaygılarının yattığını düşünmekle beraber esasında başörtüsünün bir kavga, bir çatışma malzemesi olarak kullanılmak istendiğini de görüyorum. Türkiye’de bu krizden, kavgadan, çatışmadan medet uman kesimler, çatışma malzemesinin elden gitmesini istemiyorlar. Bu noktada AK Parti üzerinde, mahalle baskısı değil; içerisinde seküler kesimlerin daha fazla olduğu kamuoyu baskısı etkili oluyor.
Kimler var bu kamuoyunun içerisinde?
Bu kamuoyu içerisinde medyası da var, iş dünyası da var. Türkiye’de modernleşmeyi talep eden; modernleşmenin iktisadi, siyasi, ekonomik ve hukuksal boyutunu elde etmek isteyen bir toplum, bir kamuoyu var ve bunun çeşitli renkleri var. Fakat modernleşmenin ortak değerleri bu farklı renkleri, siyasi aktörleri bir baskı altında tutuyor.
Yani AKP üzerinde modernleşme baskısı var diyorsunuz, mahalle baskısı değil.
Evet, mahalle baskısı değil, modernleşme baskısı ile karşı karşıya AKP. Ben bunun ötesinde bir baskı olduğu ya da olacağı kanaatinde değilim.
Peki, AKP’nin son seçimlerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde aldığı desteğin sebebi de bölge halkının “modernleşme talebi” mi? Yoksa Türkiye’de bunca zamandır giderek kemikleşen birtakım problemler yığınının çözümlenmesine dair bir beklenti mi? Daha açık bir deyişle, söz konusu desteğin sebebi AKP’nin Kürt meselesinde geleneksel Türk devlet politikasından farklı bir politika izleyebileceği ümidi mi?
Ben şahsen ikisinin de geçerli olduğu kanaatindeyim. Nihayetinde ikisi de birbirleriyle bağlantılı. Güneydoğulu insan da Orta Anadolulu insan da sonuçta müreffeh yaşama arzusunda. Her ikisi de, normal olarak, çocuğunun iş bulmasını, meslek sahibi olmasını istiyor; düzenli bir hayatı arzuluyor. Bugüne kadar yaşanan çatışma ortamı buna imkan vermedi. Güneydoğu’da şimdiye kadar DTP’ye olan desteğin önemli bir kaynağı bu tepkiden kaynaklanıyordu. Yani 1993’te DEP’li milletvekillerinin apar topar polis gücüyle Meclis’ten dışarı atılmaları, bölgede olan biten birtakım karanlık olaylar vs. bir tepki oyu olarak DTP’ye yöneldi. Bu süreçte AK Parti’den önce Refah Partisi de Fazilet Partisi de bölgeden sürekli destek almıştı ama hatırlarsanız.
Bu ne anlama geliyor?
Bana göre eğer bölgenin yönelişinden bir mesaj çıkartılacaksa o mesaj şudur: Bölge çatışma istemiyor, huzur istiyor. Bölge, AK Parti’nin gösterdiği hedefleri paylaşmak istiyor. Yani AB hedefine yönelmek, burada demokratik bir zeminin oluşmasını istiyor ve bunun üzerine daha fazla aş, daha fazla iş imkanının yaratılmasını arzuluyor. Bölgenin AK Parti’ye yönelişi arkasındaki nedenin bu olduğu kanaatindeyim. Şunu da unutmamak lazım, aynı zamanda dinî duyarlılıkların çok yüksek olduğu bir bölgeden bahsediyoruz. Bana göre bu başörtüsü sorunuyla beraber CHP’ye karşı çok büyük bir reaksiyon gelişti. Bu süreçte başörtüsü, Güneydoğu bölgesinde, Orta Anadolu bölgesinden, muhafazakârlığın, dindarlığın yüksek olduğu diğer bölgelerden çok daha fazla sembolik bir değer ifade etti. Tabii bu seçimlere ne kadar yansıdı, bunu net olarak söylemek mümkün değil. Fakat Türkiye’de yeni bir seçmen profili ile karşı karşıya olduğumuz da bir gerçek. Bu seçmen profili toplumun modernleşme sürecinin beraberinde ürettiği bir insan tipidir. Bu insan tipi çatışma, ideolojik ayrışma ve siyasi kavga istemiyor. Öncelikli sorunu daha pragmatik, daha pratik bir zeminde tanımlıyor.
Gündelik hayatın politikası, ideolojiyi yutuyor diyorsunuz.
Evet, önce ekonomik meselelerini düşünüyor. Dolayısıyla siyasetten de bunu bekliyor. Bunu bir veri olarak alırsak önümüzdeki dönemde DTP’nin bölgede çok önemli bir düşüş yaşayacağı kanaatindeyim. Bundan ötürü de önümüzdeki senelerde tepki oylarını yeniden kendine transfer etmek için krize oynayabilir. Önümüzdeki yerel seçimlerde ben DTP’nin ciddi bir erozyona uğrayacağı kanaatindeyim.
Bu süreçte AK Parti’nin DTP ile ilişkilerini nasıl şekillendirmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Bence AK Parti’nin burada bir ağabeylik rolü oynaması lazım. Şunu kabul etmek gerek ki bugün AK Parti diğer siyasal partiler üzerinde, onları dönüştürmeye dönük muazzam bir baskı mekanizması oluşturuyor. Hem MHP, hem DTP hatta hem de CHP üzerinde bu böyle. Fakat özellikle baştaki bu iki milliyetçi parti için çok önemli bir baskı unsuru. AK Parti’nin bu iki oluşumu alt edilmesi gereken alternatif rakip olarak gören bir jargonun içerisinden konuşmaması, aksine onların dönüşümünü sağlayacak bir tavır geliştirmesi gerekiyor.
AK Parti 27 Nisan’a kadar, giderek artan oranda bir milliyetçi söyleme kucak açmış, milliyetçilik eksenli politika yapanlar karşısında aslında kendisinin çok daha milliyetçi olduğunu göstermeye çalışarak, problemli bir milliyetçi kimlikle karşımıza çıkmaya başlamıştı.
Kesinlikle katılıyorum, bu çok önemli. AK Parti, bu söyleme bir seçim stratejisi olarak ihtiyaç duydu. Çünkü yaklaşan seçimler arifesinde yükselen bir milliyetçilik dalgası vardı. Ama şunu gördü ki milliyetçilik değeri, çok yüksek oy getirmiyor. Onun için milliyetçiliği önceleyen bir siyaset tarzı gütmemek lazım.
Belki ideolojik milliyetçilikle hassasiyet olarak milliyetçiliği de birbirinden ayırmak lazım. İdeolojik bir çerçeve olarak milliyetçiliğin bir karşılığı var mı?
Seçmen desteği itibariyle yok.
Peki, bu çerçevede MHP’nin durumunu nasıl görüyorsunuz?
MHP’nin şöyle bir özelliği var. MHP tamam milliyetçi bir parti, devlet hassasiyeti çok yüksek olan bir parti; fakat aynı zamanda bir ucu da toplumda olan bir parti. MHP’nin ikinci bir özelliği de, örneğin CHP’ye kıyasla, Türkiye’nin yönelimini daha iyi okuyan bir mutfağa sahip olmasıdır. Bu mutfakta bir zamanlar Özal’ın etrafında yer alan birtakım insanlar var. Ve bana göre o mutfak, Türkiye’nin gidişatını da dünyanın gidişatını da iyi okuyabiliyor. Bu bakımdan MHP de mesela 1999’da liberal bir iktisadi programla seçime girdi. Genel olarak o tarihten bu yana MHP aslında liberal ve demokratik söyleme çok uzak olmayan ve ‘nitelikli’ bildirgelerle girdi seçimlere. MHP’nin seçim bildirgesi bu son seçimdeki en nitelikli seçim bildirgelerinden birisiydi. Çok iyi işlenmişti ve orada, AB hariç, AK Parti’nin söylediğinden çok farklı şeyler söylenmiyordu. Bu durum MHP’nin arka planındaki o iyi işleyen mutfağa işaret ediyor. MHP’nin o mutfağında iyi okuyan, iyi araştırma yapan, hem Nazım Hikmet’i hem de Necip Fazıl’ı okuyan tipler var. Örneğin CHP’ye yön veren entelektüeller böyle değil. Onlar kesinlikle muhafazakâr kesimden gelen birinin yazdıklarını alıp okumazlar; çünkü onlarda bir ermişlik psikolojisi var. Şu anda MHP’de bir boşluk duygusuyla hareket eden aydın bir kesim bulunuyor. Bunların bir arayışı var. İşte değişik entelektüel atmosferlerde, platformlarda dolanıyor, geziyorlar. Bu bir şekilde partiye de yansıyor, bunu kabul etmek lazım. MHP bundan sonra bu kıskacın sancılarını çok yaşayacak gibi geliyor bana. Yani bir taraftan mutfağının desteğini alarak merkeze açılma ama bir taraftan da kodlarına yerleşmiş olan devletçi refleks gereğince hareket etme kıskacı. MHP bu süreçte eğer birincisini yapmaz, AB sürecine destek vermez, demokratikleşmenin önünü açmak için gayret etmez, Kürt meselesi hakkındaki açılımlarda yer almaz, insan hakları konusunda hassas olmazsa tepkisel bir parti olarak kalır. Belki barajın altına düşmez ama oylarını yüzde 15’in üstüne çıkaramaz.
Hiç kuşkusuz burada 1965’ten bu yana gelen, kendi dili, geleneği ve siyaset anlayışı oturmuş bir partiden bahsediyoruz. Ancak MHP’nin 1999 sonrası girdiği mecrada, Türkiye’nin bütün partileri var. Ekonomik anlamda liberalleşme bugün neredeyse tartışmasız kabul edilen bir şey ve bütün partiler bunu kabul ediyorlar. Bu noktada MHP’nin bir istisnailiği yok bana göre.
CHP de kabul ettiğini söyledi, doğru.
Fakat mesele siyasal anlamda bir özgürleşme olduğunda ya da özgürleşme taleplerine cevap verme olduğunda işin rengi değişiyor. Ciddi şekilde herkes devletli ya da devletçi olmayı tercih ediyor. MHP ise bütün söylemini bir tepki politikasının üzerinde inşa etti. Bir dönem anti-komünist, bir dönem anti-Kürt, bir dönem anti-İslamcı bir refleksle siyasetini tanımlayan bir MHP’nin bugün böylesi özgürleşme talebiyle ortaya çıkma imkanı olabilir mi?
İşte bahsettiğim MHP’nin o sancılı dönemini aslında siz daha güzel açıkladınız. MHP’nin bu kemikleşmiş yapısına, özüne, ideolojisine işlemiş bu tür şeyler var. O yüzden MHP eğer merkez aktör olmak istiyorsa çok sancılı bir dönemden geçecektir. MHP’nin merkez aktör olmasının yolu bu siyasi demokratikleşmeden, siyasi liberalleşmeden geçiyor. Ama ben MHP’nin içinde böyle bir birikimin olduğunu görüyorum açıkçası. Tabii bu birikim MHP’nin liderlik kadrosuna, yönetimine ne kadar yansır onu bilemem. Ama eğer yansırsa MHP’yi merkeze taşımaya doğru zorlayabilir. “Bir parti çıktığı noktada hep yerinde sayar” gibi bir yaklaşım çok da doğru değildir. Yani AK Parti’nin geldiği geleneği hatırlayalım. Şu anda ne kadar farklı bir yerde duruyor.
Fakat AKP bir kopuş, bir inkar hareketiydi. Hâlâ bir yerlerde Saadet Partisi diye bir parti var ve geçmişte söylediklerinin aynısını söylediği iddiasında. O nedenle ancak bir kopuşla, yeni bir hareketle ortaya çıkabilir bu bahsettiğiniz isimler.
Ben MHP içerisinde böyle bir dönüşümün sağlanabileceğini düşünüyorum doğrusu.
Paylaş
Tavsiye Et