Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2010) > Topluyorum > İçeride Kürt, dışarıda Ermeni Açılımı
Topluyorum
İçeride Kürt, dışarıda Ermeni Açılımı

 

Arkadaşlar, Ramazan’ı ve bayramı idrak ettiğimiz bir ayı geride bıraktık. Yaz da geride kaldı ve sonbahar kendini hissettiriyor. Kürt Açılımı ise gündemimizdeki yerini korudu. İstanbul o büyük sel felaketini yaşadı. Altı aydan fazla bir zamandır tüm Türkiye’yi şoke eden cinayetin zanlısı da geçtiğimiz ay yakalandı. Orta Vadeli Program açıklandı; bayramın gelmesinin ve okulların açılacak olmasının da etkisiyle ekonomide bir canlılık hissedilmeye başlandı. Dış politika gündemi ise yine yoğundu. Ayın başında Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesi için yeni bir yol haritası üzerinde anlaşıldığı açıklandı. Bu sürpriz gelişme bütün ay boyunca tartışıldı ve önümüzdeki aylarda da tartışılmaya devam edecek. Aynı zamanda Türkiye önemli toplantılara ev sahipliği yaptı. Suriye Devlet Başkanı Beş-şar Esad ülkemizi ziyaret etti ve iki ülke arasında vize kaldırıldı. Irak ve Suriye heyetleri, aralarındaki sorunları İstanbul’da görüştü. Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra, tartışmamıza iç siyasi gelişmeler ile başlayalım diyorum.
Kürt Açılımı tartışılmaya devam etse de ben hararetinin biraz düştüğüne inanıyorum. İçişleri Bakanı’nın yaptığı görüşmeler sonrasındaki açıklamaları, sürecin içeriği ile ilgili olarak hâlâ çok net bir resim ortaya koymadı. Ancak yılbaşına kadar bazı gelişmelerin olacağı da aşikâr. Bu nedenle, önümüzdeki aylarda da TopluYORUM’a bu konuyla başlarız gibi geliyor bana.
Bence hükümetin açılım konusunda kamuoyunda ilk başlarda oluşturduğu heyecan kayboldu. İçişleri Bakanı’nın açıklamasının ardından DTP lideri Ahmet Türk, “Dağ fare bile doğurmadı” değerlendirmesini yaptı. Anlaşıldığı kadarıyla hükümetin atmayı planladığı adımlar Kürt siyasi temsilcilerini yeterince memnun edemeyecek. Hatta DTP içerisinde Türk’ün nispeten pozitif tutumuna rağmen çatlak sesler çıkmaya başladı. Ve Güneydoğu’dan yeniden çatışma ve şehit haberleri gelmeye başladı.
Halbuki Ramazan sonuna kadar ateşkesin devam edeceği söylenmişti. Ben bu noktada PKK’nın ve Öcalan’ın muhatap alınmayacağının hem Başbakan hem de diğer yetkililer tarafından dile getirilmesinin etkili olduğunu düşünüyorum. Şu mesaj verilmeye çalışılıyor: “Hangi adımı atarsanız atın, eğer Öcalan ve PKK’yı muhatap almazsanız, bu sorunu tamamen çözmek mümkün değildir.”
Ben ilk heyecan geçtikten sonra açılım ile ilgili olarak daha dengeli bir zemine ulaşmaya başladığımızı düşünüyorum. Hükümet soruna gerçekten barışçıl bir çözüm bulma niyetiyle yola çıktı ve kamuoyunda da olumlu bir hava oluştu. Zaten bu sürecin en önemli katkılarından biri, sağladığı iletişim ortamı ile özellikle gençler arasında yaygınlaşmaya başlayan toplumsal ayrışmalara bir çözüm bulabilecek olması. Makul Türkler ve Kürtler, süreç için şimdiye dek atılan adımları desteklediler. Hatta ülkenin bölüneceği endişesini taşıyan ve bu nedenle muhalefetin sert çıkışını destekleyen kişiler bile zamanla sürece daha olumlu bakmaya başladılar. Hükümetin, Meclis içerisindeki diğer partilerin desteğini sağlayamadığı için, atacağı adımların anayasa değişikliği düzeyinde olmayacağını açıklamasının ardından bu kanaatlerin biraz daha mantığa büründüğünü düşünüyorum.
Bu arada Genelkurmay da görüşlerini açıkladı. Dil birliği ve siyasal birlik gibi konularda daha ileri adımlar atılmasına karşı olduğunu belirtti. Muhalefet partilerinin itirazlarında biraz da bundan güç aldığını düşünüyorum.
Ama Genelkurmay Başkanı’nın bayramda Güneydoğu’ya yaptığı ziyarette verdiği mesajlar, Genelkurmay’a dayanarak muhalefet yapmanın zorluğunu ortaya çıkardı. Hatırlarsanız o ziyaret sırasında Başbuğ bölünme korkusu yaşanmasının gereksizliğini dile getirdi ve hatta televizyonlarda konuşulanlara itibar edilmemesi gerektiğini söyledi. Bu açıklama sonrasında ise muhalefet yetkilileri askerin siyasi konular ile ilgili olarak böyle açıklamalar yapmaması gerektiğini dillendirmeye başladılar.
Ben hükümetin atılacak adımlar konusundaki temkinli tutumunu, diğer partilerin desteğini alamamanın yanında kamuoyunu yeterince ikna edemediğinin farkında olmasına bağlıyorum. Anadolu’da pek çok kişi hükümetin tutumunu sanki PKK’ya taviz veriliyormuş gibi yorumladı ve rahatsız oldu. Tabii hükümet, muhalefetin bu rahatsızlığı nasıl kullanabileceğinin farkına da vardı. Tek bir etnik gruba yönelik bazı düzenlemeler yapılacak olmasına itiraz ediyor sokaktaki insan. Şunu da unutmamak lazım, istediğiniz kadar anayasal veya yasal düzenleme yapın, eğer toplumun bu konuda desteğini alamazsanız, onu ikna edemezseniz, başarılı olma şansınız yoktur.
Senin kamuoyu ile ilgili düşüncelerine katılıyorum. Ben de bayram ziyaretleri sırasında benzer bir izlenime kapıldım. Hükümetin uygulamalarını genelde destekleyen, Kürt sorunu ve genel olarak özgürlükler konusunda yeni adımlar atılmasını benimseyen pek çok kişi, işin sonunun nereye varacağını tam kestirememenin verdiği tedirginlikle bu açılım sürecine biraz mesafeli yaklaşıyor. Tabii ki bu konuda halkın korkuları muhalefet partileri tarafından da köpürtülüyor. Bu bakımdan hükümet başlattığı sürecin başarılı olmasını istiyorsa, atacağı adımları topluma açık ve doğru bir biçimde anlatmalı, yoksa en baştan başarısızlığa mahkum olacak.
Yapılan kamuoyu yoklamalarında çözüm için bir irade olmakla birlikte halkın daha fazla bilgi sahibi olmak istediği anlaşılıyor. SETA ve Pollmark’ın gerçekleştirdiği araştırma sonuçları da gösteriyor ki, toplumun neredeyse %50’si açılım sürecini destekliyor ama etnik gruplar arasında destek farklılaşıyor. Kürtler arasında destek %75 civarında iken Türklerde bu destek %50’nin biraz altına kadar düşüyor. Hatta bence Başbakan’ın son dönemdeki “Bedeli ne olursa olsun bu işi çözmeye kararlıyız” şeklindeki açıklamalarının arkasında da, sürekli olarak yaptırılan kamuoyu yoklamalarından bu konuda yeterince destek bulamadıklarını görmesi ve bu nedenle oy kaybedebileceğinin farkında olması yatıyor.
Adı geçen araştırmada ortaya konulan başka bir gerçek de hükümetin işinin hangi noktada zorlaşacağını gösteriyor. Araştırmaya verilen cevaplar arasında en ilginci, “ayrı devlet kurulması” tartışmaları ile ilgili. Buna göre Türklerin yaklaşık dörtte üçü Kürtlerin ayrı devlet kurmak istediklerine inanıyor. Kültürel haklar, Kürtçenin kullanılması gibi alanlarda endişelerin bir şeklide aşılabileceğini düşünsek de, esas tartışmanın Türk çoğunluğu Kürtlerin siyasi talepleri konusunda ikna etmede ortaya çıkacağı aşikâr. Bunun yanında Kürt kimliğine Anayasa’da referans yapılması da Türkler için yine pek kabul görmeyen bir nokta. Son dönemlerde siyasi liderlerin endişeleri gidermeye yönelik açıklamaları kültürel haklar konusundaki tedirginliği azaltabilir. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un bölünme konusunda verdiği mesajlar hükümetin işini kolaylaştırsa da, siyasi haklar konusunun el yakacağını tahmin etmek zor değil.
Bu noktada hükümet çok dikkatli davranmak zorunda. Hükümetin ve özellikle de Başbakan’ın, bu süreci başarılı kılmak için tüm yurdu dolaşması gerekecek gibi gözüküyor. Zaten hükümet sürece, tek bir etnik grubun taleplerini dikkate alıyor imajını yıkmak için “Demokratik Açılım” diyor. Başbakan ABD’den yaptığı açıklamada, Türkiye’de sadece Kürtlerin değil diğer etnik ve dinî grupların da sorunları olduğunu, bunların hepsinin bir süreç içerisinde sindire sindire çözüleceğini dile getirdi. Belki de bir süredir devam eden Alevi Çalıştayı’na referansla bunları söylüyordu. Kamuoyunda da bu Demokratik Açılım süreciyle ilgili çeşitli beklentiler oluştu. Hükümet, hem bunlara yeterince cevap vermek, hem sadece Kürt siyasi taleplerine cevap veriyor konumuna düşmemek, hem de PKK’yı bir aktör olarak muhatap almadığını göstermek zorunda. Oldukça karmaşık bir denklem bu.
Bu zor denklemi sınav sorusu olarak ÖSYM’ye gönderelim, öğrencilerin cevaplamasını istesin.
Senin her zamanki soğuk esprilerinden biri olan bu önerinin ardından diğer konulara geçelim diyorum. Ülkenin gündemini altı aydan fazla bir zamandır meşgul eden Münevver Karabulut cinayetinin zanlısı Cem Garipoğlu bayramdan hemen önce teslim oldu. Altı aydır katil zanlısının nasıl yakalanamadığını konuşurken artık bir müddet nasıl saklandığını, cinayetin nasıl işlendiğini, kimlerin cinayet sırasında ve sonrasında yardımcı olduğunu tartışacağız gibi gözüküyor.
Ben zanlı yakalandıktan sonra farkına vardım ki, hem maktul hem de katil zanlısı 18 yaşının altındaymış.
Günaydın!
Şu bakımdan söylüyorum; yaşanan hunharca bir cinayet, bunu gerçekleştiren de henüz tam ehliyete sahip olmayan bir birey. Ayrıca cinayet sonrasında cesedin parçalanıp bir bavula konması, bütün bunların bir “çocuk” tarafından gerçekleştirilmiş olması beni epey ürpertti. Toplumumuz ve gençlerimiz ile ilgili ciddi endişeye düştüm.
Zanlının görüntülerine bakıldığında aynen Ogün Samast örneğinde olduğu gibi 18 yaşının altında bir çocuk izlenimi edinmedim ben. Hem fizikî görüntü hem de tavırlar bakımından daha büyük bir kişi ile karşı karşıyaymışız düşüncesine kapıldım.
Bazı kişiler zanlının ailesi nedeniyle bu işin örtbas edileceğini, katilin hiçbir zaman yakalanamayacağını düşünüyorlardı. Bu türden iddialara karşı polisin kendini ispat etme gayreti, aynı zamanda maktulün babasının ısrarlı eylemleri olayı gündemde tuttu. Gerçi böylesi hunharca bir cinayetin sürekli olarak televizyonlarda tartışılması, kamuoyunun günlerce bu konu ile yatıp kalkması da çok sağlıklı bir şey değil. Zaten maktulün babasının kanlı testere kullanarak geçekleştirdiği son eylemleri de, gazetecilere bağırıp çağırması da aslında onun psikolojisinin de çok sağlıklı olmadığının bir göstergesi.
Bu konu hakikaten hepimizin psikolojisini olumsuz etkiliyor. Bence biraz diğer konulara da değinelim. Kabine revizyonundan önce hazırlıkları başlayan yeni orta vadeli ekonomik program açıklandı. Özellikle iş dünyası, hükümeti ekonomik programın ortaya konamamış olması dolayısıyla eleştiriyordu. Program konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ekonominin bu yıl küçüleceği, önümüzdeki yıldan itibaren ise büyümeye geçeceği öngörülüyor. Ama rakamlar bize gösteriyor ki bir yıllık kriz üç yılda elde edilen başarıyı silip götürmüş. Özellikle işsizlik rakamları ile ilgili öngörüler önümüzdeki birkaç yıl daha yüksek oranda işsizlik ile karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor. Ne yazık ki, tek haneli işsizlik rakamlarını yakalamamız hiç de kolay olmayacak. Programda IMF gibi aktörlerden kredi almaksızın bir planlama yapılmış; ama hükümet yetkilileri bu ihtimali tamamen dışlamıyorlar ve eğer anlaşma imzalanır ve yeni kaynak gelirse, ona göre yeni düzenlemeler yapılabileceğini söylüyorlar. Programın genelde gerçekçi hedefler üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. İç ve dış tepkiler de bu değerlendirmeyi doğruluyor. Programın açıklanmasının hemen ardından yabancı derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin kredi notunu yükselttiler. Zaten Ramazan, bayram, okulların açılması derken ekonomide canlanma işaretleri görülmeye başlanmıştı. İhracat ve ithalat rakamları yavaş da olsa toparlanma emareleri gösteriyordu. Artık bundan sonra daha olumlu senaryolar üzerinde tartışırız diye umut ediyorum.
İç siyasette bunlar olurken dış politikada devrim niteliğinde gelişmeler yaşandığını size hatırlatmak isterim. Irak’la gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği, Suriye ile de gerçekleştirildi. Ve bunun yanında tam da bayram öncesinde iki ülkenin karşılıklı olarak vize uygulamasını kaldırdıkları duyuruldu. Bu gelişme, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır problem politikasının bir devamı olarak, bakanlık görevine başladıktan sonra verdiği mesaja uygun şekilde artık komşularla maksimum işbirliği sürecine geçildiğinin bir göstergesiydi. Son yıllarda siyasi alanda atılan olumlu adımlar ve artan temasların ardından sınır bölgesinde insani hareketlilik bakımından eskisine oranla ciddi bir canlanma söz konusu idi. Bu son vize kararı ile artık iki ülkenin bütün vatandaşları çok daha fazla hareket imkanına kavuşacak.
Aslında Türkiye’nin son yıllarda yakın çevresinde izlediği siyasetin diplomatik, ekonomik ve askerî boyutlarını bir arada ele aldığımızda, atılan adımların içinde bulunduğumuz coğrafyanın sürekli sorunlarla anılan özelliklerini değiştirmeye yönelik olduğunu görürüz. Türkiye Suriye ve Mısır ile serbest ticaret anlaşmaları imzaladı, Suriye ve Irak ile yüksek istişare konseyleri kurdu. Başbakan ve Dışişleri Bakanı önceki dönemlere kıyasla çok daha fazla dış temas ile ülkenin etkinliğini artırmaya çalıştılar. Son dönemde bölgemizde herhangi bir sorun çıktığı zaman çözüm için akla ilk gelen ülke Türkiye oldu. Karşılıklı olarak artan bu temaslar ve bundan sonra halklar arasında gerçekleşecek yakınlaşmalar, bölgesel entegrasyon ihtimallerini artıracaktır. Bu bakımdan Avrupa’da gerçekleşen entegrasyonu örnek alırsak, Türkiye’nin Irak ve Suriye ile kurduğu mekanizma devrim niteliğinde sonuçları olabilecek bir adımdır. Entegrasyon sürecinin en önemli mekanizmalarından birisi sosyalleşmedir. Birbiri ile düzenli aralıklarla temas kuran farklı ülke bakanları, karşılıklı endişeleri, kaygıları, korkuları, sevinçleri daha iyi anlar; bir gelişme karşısında muhatabının tutumunu daha iyi kavramaya başlar. Yani bir anlamda olaylara onun gözüyle de bakmaya başlar.
Bu politikanın kalıcı olma ihtimali tartışılabilir. Ben CHP ve MHP’nin bu konuda hükümet kadar istekli olmayacağını düşünüyorum.
Haklı olabilirsin. Onların farklı düşünceleri olabilir. Ama entegrasyonda bir kere bazı adımlar atıldı mı bundan geri dönmek çok kolay olmayacaktır. Dünyanın farklı yerlerindeki bölgesel entegrasyonlar bunun örnekleriyle dolu. Ayrıca hükümet sadece irade beyan edip, güzel sözler sarf etmekle yetinmiyor. Komşu ülkeler arasındaki sorunların kalıcı olarak çözülmesi için mekanizmalar oluşturuyor. Sürekli olarak bir araya geldiğiniz bir muhatabınızın taleplerini, endişelerini, korkularını görmezden gelemezsiniz. Ekonomik ilişkileri geliştirecek anlaşmalar yaparak, insanların hareket imkanını artıran ve birbirlerini daha yakından tanımalarını sağlayan vize kolaylıkları getirerek, hükümet attığı adımların kalıcı olmasını sağlıyor. Oluşturulan istişare mekanizması ulaştırma, ekonomi, güvenlik, sağlık gibi farklı alanları içine alıyor. Bakanlar işbirliği için yılda birkaç defa bir araya gelecekler. Bu bir bakıma AB üyesi ülkelerin dışişleri bakanlarının her ay, diğer bazı bakanların da altı ayda bir toplanmalarına benziyor. Kurulan bu ikili mekanizmalar belirli bir olgunluğa eriştiğinde bir üst çatı altında birleştirilip bölgesel bir işbirliği sürecinin ortaya çıkması çok muhtemeldir.
Ermenistan cephesinde yaşananları da bunlarla ilişkili düşünmeye ne dersiniz?
Türk dış politikasının son yıllarda yaşadığı dönüşüm ve geliştirilen yeni vizyon, ülke içinde ve dışında büyük takdir topladı. Bu noktada eksik kalan halkalar olan Kıbrıs ve Ermenistan konularının çözümü için de Türkiye son dönemde çaba gösteriyor. 2004 yılı sonrasında Kıbrıs politikasında yaşanan dönüşüm, Türkiye’nin uluslararası imajını ciddi şekilde dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda yeni atılımlarının önündeki bir engeli ortadan kaldırdı. Her ne kadar Kıbrıs konusu kesin bir çözüme bağlanamamış olsa da, önceden olduğu gibi bunun müsebbibi olarak artık Türkiye gösterilemiyor. Ermenistan ile yaşanan sorunlar Kıbrıs kadar eski olmasa da, bu ülkenin bağımsızlığını kazanmasının ardından yirmi yıla yakın bir süredir devam ediyor. Aynen Kıbrıs sorununda olduğu gibi, Ermenistan Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar küçük olsa da, Rum lobisine benzer şekilde dünyanın farklı yerlerindeki Ermeni lobisi Türk dış politikası için sürekli negatif faktör olarak var olageldi. Özellikle ABD’de her yıl Kongre’ye getirilen soykırım tasarısı Türkiye’nin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duruyor ve muhtemel dış politika adımlarını sürekli olarak baltalıyordu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da belirttiği gibi, Türk dış politikasını sürekli olarak bu tasarıya endekslemek söz konusu olamayacağına göre, bu konuda adım atılması gerekiyordu.
ABD’deki Ermeni lobisinin faaliyetlerinin bu konuda Türkiye’yi adım atmaya zorlayan esas faktörlerden biri olduğunu kabul etmek gerekmez mi? Benzer şekilde, AB üyelik sürecimiz ile komşularımızla sorunsuz ilişkiler geliştirme zorunluluğumuz da son dönemde sürekli olarak vurgulanan bir nokta.
Türkiye’nin Ermenistan sorunu bağlamında daha aktif olmasının temel nedeni, bu sorunun varlığının Türkiye’nin bölgesinde yürüttüğü aktif politikanın tam anlamıyla kuşatıcı olmasını engellediğinin bilincinde olunması. Kafkasya’da bu türden sorunların varlığı, bölge dışı aktörler tarafından sürekli bir müdahale aracı olarak kullanılageldi. Bu da Türkiye’nin hareket alanını daraltan olumsuz bir unsur olarak önüne çıkıyordu. Bunun bilincinde olarak Nisan ayında başlatılan süreçte özellikle Azeri tarafından gelen tepkiler nedeniyle bir duraksama gözükse de, Türkiye adım adım statükoyu olumlu yönde değiştirmeyi hedefleyen politikasını uygulamaya devam ediyor. Bu adımları atarken de, dış konjonktürün sağladığı olumlu koşulları kullanmayı ihmal etmiyor. Ermenistan ile ilişkilerde futbol diplomasisinin yanında, ABD’deki yeni Obama yönetiminin tutumu gibi bazı unsurlar da süreci gerçekleştirmede olumlu katkılar sağlıyor. Son açılım çerçevesinde resmî açıklamalar yapıldıktan sonra gelen tepkiler Türkiye’nin doğru yolda olduğunu gösteriyor. Türkiye, çözüm konusunda daha istekli olan Ermenistan yönetimini destekleyecek adımlar atarak, diaspora ile Ermenistan yönetimi arasındaki ittifakı çatlatıyor. ABD ve Fransa gibi Ermeni lobisinin yoğun ve etkin olduğu ülkelerdeki lobicilerin eleştirileri sürecin doğruluğunun bir göstergesi. Aynı şekilde Ermenistan içerisindeki Taşnak-Sütyun Partisi gibi milliyetçi partiler de Sarkisyan’ın Türkiye’nin önkoşullarına boyun eğdiğini iddia ediyor. Diğer bazı muhalif siyasiler de Türkiye’nin Ermenistan sınırını açmasını AB’nin istediğini, Türkiye’nin zaten bunu yapmak zorunda olduğunu ve bunun karşılığında taviz verilmesinin doğru olmadığını dile getiriyorlar.
Bizde de muhalefet Ermenistan’a taviz verildiğini dile getiriyor. Özellikle de mutabakat metinlerinde Karabağ sorununun çözümüne bir atıfta bulunulmaması en önemli eleştiri konusu olarak karşımıza çıkıyor.
Farkında mısınız bilmiyorum ama bu sefer Nisan ayından farklı olarak Azerbaycan cephesinden eleştiri gelmedi. Türkiye içindeki muhalefet hükümeti eleştirdi ama Bakü’nün tutumu daha pozitifti. Bunda Dışişleri yetkililerinin Azeri muhataplarını süreç ile ilgili olarak bilgilendirmelerinin önemli etkisi olduğunu düşünüyorum. Türkiye bu yeni tutumuyla bazı noktalarda geri adım atıyor gibi görünse de, cesaret göstererek sorunun çözümü için uygun bir ortamın oluşmasına katkıda bulunuyor. Unutmamak gerekir ki, diplomaside gerektiğinde taviz vermeden hedeflere ulaşmak söz konusu olamıyor. Türkiye’nin yanında Erivan hükümeti de cesaret gösteriyor; çünkü soykırım iddialarının uluslararası komisyon tarafından araştırılması gibi Ermenilerce kabul edilmeyen bir konuyu kabul ediyor. İlişkiler gelişirse Ermenistan ekonomik açıdan kazançlı çıkacak gibi gözükürken Türkiye’nin kazancı ise daha çok stratejik olacak. Sürekli bir ayak bağından kurtulmanın yanında, bölgesel etkinliğini de artırabilecek.
Evet arkadaşlar, bu ayki toplantımızda yoğun iç ve dış gündemi katkılarınızla değerlendirdik. Bana öyle geliyor ki, önümüzdeki aylarda bugün konuştuğumuz konuların yansımalarını değerlendirmeye devam edeceğiz. Çünkü bu konular kısa vadede ülkenin gündemini meşgul etmeye devam edecek gibi gözüküyor. Bakalım hem Kürt hem de Ermeni Açılımı, Türkiye’nin tabu olarak nitelendirilebilecek bu iki konusunda ne türden gelişmelere yol açacak.

Paylaş Tavsiye Et