Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2010) > Memleket Hali > Kendiyle savaşan ülke
Memleket Hali
Kendiyle savaşan ülke
M. Akif Kayapınar
TÜRKİYE’DE hükümetlerin bir türlü iktidar olamadıkları yönünde yaygın bir kanaat mevcut. Ne var ki, diğer başka mercilerin, mesela ordunun, iktidar olduğunu düşünenler de yanılıyor. Ya da Amerikan muhipleri, AB yandaşları, Soros ve avenesi, Masonlar, Sabetayistler, hatta “Polat Alemdar ve konseyi”… Hayır, değil. Bunlardan hiçbiri gerçek anlamda söz sahibi sayılmaz bugün.
Bir süredir Türkiye’yi üç büyük güç yönetiyor ve yönlendiriyor. Tıpkı Rusların üç büyük generali gibi. Hani Napolyon’un ve bir asır sonra da Hitler’in orduları bütün Avrupa’yı ezip geçmişti de, Rusların üç yenilmez generaline toslayıp, perişan olmuşlardı: General kar, general soğuk, general uzaklık. Aynı onun gibi, Türkiye’nin de bugünlerde böyle üç büyük generali var iktidarda. Uzun vadeli perspektiften bakıldığında, Türkiye üzerinde yegâne söz sahibi erk işte bu üçlü koalisyon. Konvansiyonel araç ve metotlarla yenilmesi, engellenmesi adeta imkânsız üç büyük güç: General Coğrafya, General Tarih ve General Kültür.
 
Tarih Yeniden Rayına Oturdu
İnsanlık tarihinin büyük savaşları söz konusu olduğunda, Soğuk Savaş ancak bir sapma idi. Küreselleşen Modernite’nin ilk (belki de son) büyük savaşı oldu bu. Zira farklı medeniyetler arasında zuhur etmesine rağmen, medeniyet aidiyetleri belirleyici olmadı bu savaşta. Çatışan taraflar, her ikisi de Modernite’nin öz çocuğu olan “özgürlükçü” kapitalizm ile “eşitlikçi” sosyalizmdi. Birkaç münferit olay dışında kültür ve tarih kenarda kaldı, karışmadı bu savaşa. Dahası, her ne kadar özü itibariyle heartland-rimland (merkezî kara-kıyı şeridi) gerilimi üzerinde vücut bulsa da, Soğuk Savaş insanlık tarihi boyunca her daim belirleyici olagelmiş coğrafya faktörünü bağımlı değişken haline getirdi. Kıtalar arası balistik füzeler coğrafî uzaklıkları anlamsız kılmakla kalmadı, karşıt güçlerin bu silahlara aynı anda sahip olması ile ortaya çıkan “terör dengesi” bizatihi savaş kavramının da mahiyetini değiştirdi. Taraflar Kore’de, Vietnam’da, Afganistan’da, Afrika’da, Latin Amerika’da, Orta Doğu’da dolaylı şekillerde karşılaştılar. Ancak mevcut terör dengesi sayesinde savaşlar hep sınırlı kaldı, haritalar neredeyse hiç değişmedi.
Ta ki Soğuk Savaş’ın sonuna kadar. Soğuk Savaş’ın sonu ilk etapta büyük bir şaşkınlık yarattı. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Bu karmaşada biraz kendine gelen irili ufaklı tüm güçler bir köşe kapmaya çalıştı. Almanyalar birleşti, Yugoslavya dağıldı. Kimi “Kuveyt benimdir” dedi, kimi “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” hak iddia etti. Bazıları “Yakın Çevre” stratejisini ortaya atarken, en babayiğidi “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etti. Bunların bazıları hüsranla sonuçlandı, bazıları ham hayal kaldı, bazıları da hâlâ tezgâhta alıcı bekliyor. Öyle ya da böyle, Pandora’nın kutusu açılmıştı bir kere.
Soğuk Savaş’ın bitişi bir süredir unutulmuş olan jeopolitik, tarih ve kültür gibi kavramları yeniden gün ışığına çıkardı. Kimlik siyasetinin yükselişi ve jeopolitiğin dönüşü uluslararası ilişkilere dair teorik tartışmaların başlıca konuları oldu. Soğuk Savaş’la birlikte rayından çıkan tarih yeniden rayına oturuyordu. Bu radikal kayma tüm dünyayı farklı derecelerde etkiledi elbette. Coğrafyası, tarihi ve kültürü itibariyle bu değişimin en canlı şekilde tezahür ettiği yerlerden biri Türkiye oldu. Türkiyeli seçkinler daha ne olduğunu anlamadan kendilerini bir yandan Bosna ve Makedonya’da, diğer yandan Azerbaycan, Çeçenistan ve Irak’ta buluverdi. Zira bu durum seçkinlerin kontrolü altındaki iradî bir süreç olmaktan ziyade; tarihinin, coğrafyasının ve kültürünün Türkiye’ye dayattığı bir roldü.
 
Aslî Olan ile Arızî Olan Arasındaki Gerilim
Tarih, coğrafya ve kültürün belirleyiciliği bugün de yoğunlaşarak devam ediyor. Ne var ki, bu derin süreç ile bu süreci henüz kavrayıp içselleştirememiş seçkinlerin iradî politikaları arasındaki uyumsuzluk Türkiye’de tasviri zor bir gerilime neden oluyor. Bilindiği gibi Türkiye’deki bürokratik yapılanma, kolektif bilinçte yer eden “inhitat” travması ile 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren savunmacı ve elde kalanın muhafazasına dayalı bir anlayış üzerine bina edildi. Bu savunmacı yapılanmanın ürettiği özgüven eksikliği bugün bile Türkiye’yi esir almış durumda. Bir zamanlar gerçeklikle paralel seyretmiş, dolayısıyla da anlamlı olabilmiş bu yaklaşım bugün geldiğimiz noktada, yani Soğuk Savaş sonrası dünyada artık miadını doldurmuş bulunuyor. Türkiye’nin rasyonel ve özgüvene dayalı bir açılıma ihtiyacı var. İşte bir süredir yaşadığımız gerilim son tahlilde aslında şu iki ruh halinin (kişilerin değil) çatışması olarak algılanmalı: Bir tarafta, çöküş travmasının etkilerini bilinçaltından halen atamamış, bazen yanaşmacı, bazen yobaz ve bazen de tutucu olarak karşımıza çıkan seçkinci yaklaşım; diğer tarafta ise tarih, coğrafya ve kültür derinliğine sahip, Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu açılımları üstlenebilecek, özgüvene dayalı bir yaklaşım. Bunların bir kişi, grup ya da parti değil; tam aksine bir yaklaşım olduğunun ve gruplarla bire bir örtüşmediğinin altı çizilmeli.
Özallı yılları bir tarafa bırakırsak, geçtiğimiz iki, iki buçuk sene genel olarak Türkiye için, yukarıda bahsi geçen açılımın nihayet başladığı dönem oldu. Siyasî ve ekonomik istikrar aktif ve çok boyutlu bir dış politika ile tamamlandığında Türkiye adeta şaha kalktı. 2000 ve 2001 yıllarının iflas ekonomisi yerini hızlı bir büyümeye bıraktı. Amerika ve Avrupa ile ilişkilerde son derece hassas bir denge yakalandı ve bu başarı ile yönetildi. Türkiye’nin menfaatleri büyük bir yara almadan tezkere krizi atlatıldı. Kıbrıs’ta Türkiye’yi köşeye sıkışmaktan kurtaran önemli bir açılım sağlandı. Amerikan baskılarına karşı gösterdiği diplomatik direnç ve Irak’a Komşu Ülkeler toplantılarında aldığı inisiyatif kendi “hinterland”ında Türkiye’nin itibarını daha önce hiç olmadığı kadar artırdı. Nitekim bu itibar, birtakım diplomatik çabalarla birlikte, Türkiye’nin İKÖ Genel Sekreterliği’ni almasını sağladı. Her biri ayrı bir başarı sayılması gereken bu gelişmeler, tarih, coğrafya ve kültürün etkin olduğu derin sürece siyasî iradenin uyumunun tabii ürünleriydi. Soğuk Savaş sonrası dönemde coğrafyasının Türkiye’ye bir hediyesi olan ve Mayıs sonunda faaliyete geçen, jeo-stratejik önemi tartışılmaz Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı ile geçtiğimiz günlerde Türkiye’de gerçekleştirilen ama basına fazla yansımayan önemli uluslararası toplantılar (Asya Kalkınma Bankası Toplantısı, Forum Türkiye 2023, Finansal İstikrar ve Basel II’nin Sonuçları Konferansı) tarih, coğrafya ve kültüründen müteşekkil kimliğinin, tarihin bu aşamasında Türkiye’ye dayattığı yükselişin farklı alanlardaki tezahürü olarak okunmalı.
 
Derin Süreç Pek Fark Edilmiyor Gibi
Mayıs ayındaki gelişmeleri bu açıdan ele aldığımızda, seçkinler düzeyinde bu derin sürecin pek de fark edilmediğini üzülerek müşahede ettik. Zira çok da bilinçlice yapılıyormuş izlenimi vermeyen uygulamaların ve atılan adımların bazısı bu süreçle uyum arz ederken, bazısı çelişmekteydi. Özellikle Haziran’ın başında yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu’nun yol açtığı tartışmalar ve Ermeni meselesi bağlamında görülen anlamsız çıkışlar gereksiz gerginliklere neden oldu. Bu çıkışlar ve uygulamalar bir yerlere mesaj vermeyi hedefleyen şahsî siyasî ihtiraslarla kısmen açıklanabilir belki. Ancak meselenin özünde yatan saik, yukarıda zikrettiğimiz haliyle, çöküş travmasından kaynaklanan özgüven eksikliği ve bu eksikliğin hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı mahiyette tezahürüdür. Derler ki, tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış. Eğer devlet kendini dağ gibi görürse, tavşanın ne yaptığı umurunda olmaz. Dolayısıyla da tavşanın özgürlük alanı olabildiğince genişler. Yok eğer devlet kendini küçücük bir tümsek olarak algılarsa, o zaman tavşan hapşırsa bile devlet telaşa kapılır. Sözün özü, devlet dağsa dağlığını bilsin; birileri Ermeni meselesinde şöyle demiş, kutsal kitabını burada okumuş, şu şekilde öğretmiş, başına onu örtmüş, bunu giymiş… karışmasın. Eğer devlet dağ değilse, o zaman da dağmış gibi davranmasın.
Derin süreçle paralellik arz eden gelişmeler de yaşanmadı değil geride bıraktığımız günlerde. Yine yeni TCK bağlamında Başbakan’ın sarf ettiği şu sözler bu yaklaşımı özetler mahiyette: “Kur’an’ı öğrenmede kimse suç ifadesi kullanamaz. Bu millet Müslümandır ve Müslüman olan bu millet, kendi kitabı Kur-an’ı da rahatlıkla öğrenebilir.” Ümit ediyoruz ki bu yaklaşımdan, en azından bu konuda, geri dönülmez artık.
Kanaatimizce, bugün henüz istenilen düzeyde olmasa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti kocaman bir dağ olma yolunda. Türkiye’de tarihin, coğrafyanın ve kültürün hâkim olduğu derin bir süreç işliyor. Hükümet ve devletin diğer organları bu sürece uyum gösterdikleri nispette Türkiye atılım yapıyor; bu süreçle çeliştikleri nispette de Türkiye tökezliyor, yerinde sayıyor. Sağda solda yazılıp çizilenin aksine, Türkiye ne muhalefetini arıyor, ne de iktidarını. Türkiye mevcut derin iktidarını anlayıp, içselleştirecek ve ona uygun politikalar üretip hayata geçirecek kadrolarını ve kurumlarını arıyor.

Paylaş Tavsiye Et