Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2010) > Topluyorum > İki başkan, iki konuşma
Topluyorum
İki başkan, iki konuşma

 

Arkadaşlar yine yoğun ve derin bir gündemle toplanıyoruz bu ay.
‘Yoğun’u anladık da, ‘derin’ ne oluyor?
Derin; çünkü bugün konuşacağımız meselelerin çoğunu, Türkiye’nin yıllardır, hatta bazılarını neredeyse bir asırdır tartıştığı ve henüz bir çözüme kavuşturamadığı meseleler teşkil ediyor.
Meseleler bir asırda çözülememiş; bir asır artı bir akşamda mı çözülecek?
Belki de, kim bilir? Dolayısıyla bu ay önceliği iç politikaya vereceğiz. Nisan ayı PKK’ya atfedilen, özellikle büyük kentleri saran ve saman alevi gibi bir anda başlayıp yine bir anda sona eren şiddet eylemleri ile başladı. Elazığ, Ordu, Diyarbakır, İstanbul, Antalya, Erzincan gibi şehirlerde bombalar patladı, otobüsler yakıldı; PKK sempatizanları ile halk arasında çatışmalar yaşandı. Olay birden Türk-Kürt çatışmasına dönüştü sanki.
Aslında bu olaylar Mart ayının sonlarına doğru başladı. 25 Mart’ta Muş’un Şenyayla kırsalında ölü olarak ele geçirilen 14 teröristten bazılarının cenazeleri aileleri tarafından Malatya’dan, toprağa verilmek üzere Diyarbakır’a getirildi. İşte olaylar bu cenazede patlak verdi. Kalabalık bir grup PKK ve Apo lehine sloganlar attı, güvenlik güçleriyle çatıştı. Sonrası da senin anlattığın şekilde devam etti.
O teröristlerin Diyarbakır’daki cenazelerine dair haberleri okurken bir detay beni çok etkiledi ve düşündürdü. Haberi yanımda getirmiştim, ilgili kısmı aynen okuyayım isterseniz: “Medine Bulvarı’ndaki Şefik Efendi Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra yaklaşık beş bin kişi tarafından cenazeler omuzlarda taşınarak Yeniköy Mezarlığı’na götürüldü.” Bence bu, Türkiye’deki Kürt meselesini anlayabilmemiz ve çözebilmemiz için anahtar bir detay. Üzerinde çok düşünmeliyiz.
Teşekkür ederim, ben kaldığım yerden devam edeyim. Bu olayların akabinde Doğu ve Güney Doğu’dan peş peşe şehit haberleri geldi. Hatta bu şehitlerden biri yarbaydı, hatırlarsanız. Madem bu tür detayları önemsiyorsunuz, öyleyse bunun detayını da atlamayalım. Şehit yarbayın cenazesi THY’ye ait bir uçakla Ankara’ya getirildi. Cenaze namazı, aralarında üst düzey siyasîlerin ve komutanların da bulunduğu, yaklaşık beş bin kişi tarafından Kocatepe Camii’nde kılındı ve Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedildi. Bu cenazede de PKK ve Apo aleyhine sloganlar atıldı, terör lanetlendi.
İstesem böyle denk gelmezdi. Ne demek istediğim bu haberle çok daha net anlaşılmıştır herhalde. Biri terörist; ülkeyi bölmek istiyor; bu uğurda canını feda ediyor. Diğeri asker; o da canını feda ediyor, ama ülkenin bütünlüğünü muhafaza uğruna. Bu iki insan birbirlerinin öz varlığına karşı kurşun sıkıyor, bomba atıyor. Biri hain, bölücü; diğeri kahraman, şehit. Öte taraftan onlar bu dünyadan ayrılırken, yakınları ve taraftarları da onları bu dünyadan uğurlarken bir zeminde buluşuyorlar. Üzerinde buluştukları bu zemin “ortak varlık şuuru”. Kendinden daha derin ve kapsayıcı bir aidiyet mercii, idrak alanı ve kimlik kaynağı olmayan bir şuurdur bu. Bu öyle bir ‘ben idraki’dir ki, dışarıdan kolay kolay nüfuz edilemez, dolayısıyla basit bir şekilde ortadan kaldırılamaz. Bugün hâlâ var olması bunun en büyük kanıtı. Ne var ki, bu şuurun farklı dereceleri ve tezahürleri mevcut. Şimdilik bu şuur cenaze namazı gibi, “iş işten geçtikten sonra” denilebilecek bir ritüelde tezahür ediyor. Ama aynı şuur gayret gösterildiği takdirde başka biçimlerde ve üst derecelerde de tezahür edebilir. Mesela bu bir milletin kolektif benliğini ve bütünlüğünü dokuyabilir, halkı birbirine kenetleyebilir. O bir asırdır çözemediğimiz sorunlarımızı çözebilir. Yeter ki, gözlerimiz açılsın.
Sen epey dertlisin anlaşılan. Ama izin ver de gündemi bir bitireyim. Bu olayların ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin Güneydoğu sınırına 1999’dan bu yana PKK’ya karşı gerçekleştirilen en büyük operasyonu yapmak üzere 240 bin asker konuşlandırdığı haberleri gündemin en ön sırasına oturdu. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Şırnak’a taşındı. Operasyonun ciddiyetini göstermek için Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de bölgeye gitti. Bu arada İran da PKK ve onun İran’daki muadili PJAK’a karşı operasyon başlattı. Suriye’nin de benzer bir operasyon hazırlığı içinde olduğu yönünde basında haberler çıktı. Bunların yanı sıra, Şemdinli olayları bu ay da gündemdeki yerini korudu. Bu çerçevede, iddianameşs hazırlayan Van Cumhuriyet Savcısı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından meslekten ihraç edildi. Ayrıca Merkez Bankası Başkanı nihayet belli oldu.
Bence Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in Harp Akademileri’nde yaptığı konuşma ile TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Meclis Özel Oturumu’nda yaptığı konuşma bu ayın en mühim gelişmeleri arasında yer almayı hak ediyor.
Oradan başlayalım, o zaman. Sezer konuşmasında özellikle “irticai tehdidin kaygı verici boyuta ulaştığının; irticanın, siyasete, eğitime ve devlete sızmaya çalıştığının; türban tartışmasının Meclis’e taşınmasının Anayasa Mahkemesi tarafından siyasî parti kapatma gerekçesi olarak görüldüğünün ve ordunun itibarının korunmasının devletin asli görevlerinden biri olduğunun” altını çizdi. AK Parti hükümetinin, kendi tabanını yabancılaştırma pahasına, bu tür konularda son derece ‘mülayim’ davranmasına rağmen, Sezer’in bu sert çıkışını anlamlandırmakta zorlandım ben doğrusu. Siz ne düşünüyorsunuz?
Akla ilk gelen, Merkez Bankası atamalarındaki tutumundan dolayı Sezer’in şahsında Cumhurbaşkanlığı makamının konumunun tartışmaya açılması. Bu konuda medyada o kadar çok haber ve yorum yer aldı ki, hiçbir sorumluluk yüklenmemesine rağmen, son derece güçlü yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanlığı’nın Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü tıkayan bir merci olduğu yönünde kamuoyunda ciddi bir kanaat oluştu. Kuruluşundan bu yana hükümetin yaklaşık 450 kararını veto eden ve hükümetin çalışmalarını ana muhalefet partisinden bile daha fazla engelleyen Cumhurbaşkanı Sezer’in demokratik rejim içerisindeki meşruiyeti sorgulanır oldu. Ben Sezer’in irtica konusundaki çıkışını bu tartışmaya verilmiş bir tepki olarak görüyorum.
Eğer dediğin gibi olsaydı, Sezer Merkez Bankası başkanlığına eşi kapalı birini atamazdı herhalde.
Sezer bu atama kararını imzalamak zorunda hissetmiş olabilir kendini. Bildiğiniz gibi 2001 yılının Şubat ayındaki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer’in Başbakan Ecevit’e anayasayı fırlatması neticesinde büyük bir ekonomik kriz yaşanmış ve Türkiye bir anda 5 milyar dolarlık bir kayba uğramıştı. İntiharlara kadar varan ve toplumsal bir travmaya dönen bu krizin müsebbibi kamuoyuna göre, hukuken hiçbir sorumluluğu olmayan Sezer’di. Bence Sezer, Merkez Bankası atamalarında yaşanacak bir siyasî krizin 2001’dekine benzer bir ekonomik krizi tetiklemesinden çekindi ve bunun sorumluluğunu almak istemedi. Dolayısıyla da önüne gelen ismi, eşinin başörtüsüne rağmen, onamak zorunda kaldı.
Geçtiğimiz ay, hatırlarsanız, başörtüsünün daha farklı bir gerginliği örttüğünü; asıl gerilimin, toplumsal sınıf temelli olduğunu ve yıllardır devlet imkanlarından nemalanan bir merkezî seçkinler grubu ile yine yıllardır devletin her türlü imkanından dışlanan çevrenin yetişmiş seçkinleri arasında cereyan ettiğini söylemiştik. Daha önce başkanlık için adı geçen isimlerin farkı, eşlerinin başörtülü olması değil, toplumsal sınıf asabiyetlerinin olmasıydı. Nitekim ne eğitim ve bilgi, ne de vatana sadakat noktasında eleştirilebilecek bir durumları vardı. Tek ‘kusurları’ AK Parti hükümetine yakın ya da onlar tarafından göreve getirilmiş olmalarıydı. Sezer’in başkanlığını onadığı Durmuş Yılmaz ise 26 yıldır Merkez Bankası’nın değişik kademelerinde görev yapmış, sisteme intibak edebilmiş, dindar, eşi kapalı, ama toplumsal sınıf asabiyeti olmayan biri. Dolayısıyla merkezî seçkinler nazarında, ne kadar dindar olursa olsun, kendi saltanatlarına ve ulusal ve uluslararası sermayenin kurulu düzenine halel getirebilecek bir tehlike arz etmiyor.
Hükümet neden Yılmaz’ı aday gösterdi peki?
Bence Yılmaz hem Hükümet’in, hem de merkezî seçkinlerin birer adım geri atarak üzerinde uzlaştıkları bir isim. Hükümetin isteği Yılmaz değildi elbette. Ne var ki, Hükümet kendi istediği birini başkan olarak atayamayacağını anlayınca, en azından eşi başörtülü birini atayarak tabanının gönlünü almak istedi. Merkezî seçkinler de, Hükümet’e kendilerinden birini atatamayacaklarını anlayınca, en azından kurulu çarklarına zararı dokunmayacak birinin bu göreve gelmesine rıza gösterdiler. MB Başkanlığı için daha önce adı geçen adayların eşlerinin türbanı konusunda kıyameti koparan merkez medyanın, Durmuş Yılmaz’ın eşinin türbanı konusunda son derece itidalli bir tutum sergilemesi bunun en bariz göstergesi.
Belki de eşi başörtülü olan ama merkezin nazarında ‘uyumlu’ birinin atanması Cumhurbaşkanı’nın halk nezdindeki itibarını da pekiştirecektir. Bu şekilde Cumhurbaşkanı başörtüsüne karşı olmadığını, “siyasî bir simge haline gelmiş olan türbana” karşı olduğunu ifade etmek istemiş olabilir. Yani Cumhurbaşkanı’nın, halk ile arasındaki buzları eritmeye yönelik bir adımı olarak da okunabilir bu.
Sezer’in Harp Akademileri’ndeki konuşması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Yani, tıpkı AK Parti’nin kendi tabanına oynaması gibi, Sezer de ‘kendi tabanına’ oynamış olabilir burada. MB başkanlığı gibi önemli bir pozisyona eşi başörtülü birinin atanması merkezî seçkinler nezdinde rahatsızlık doğurabilirdi. Bu rahatsızlığın önüne geçmek için, onamayı açıklamadan önce, irtica konusunda ne kadar bilinçli ve teyakkuz halinde olduğunu cümle aleme gösterecek bir konuşma yaptı Sezer. Belki hükümete de, “bunu onadım, ama irtica konusundaki hassasiyetimizi sürdürüyoruz” anlamına gelecek bir mesaj verdi.
Eğer Sezer’in konuşmasındaki irtica tehdidinin dozu bu denli yüksek olmasaydı, söylediklerinizi makul bulabilirdim. Ama bu konuda Sezer öyle ileri gitti ki, işin MB atamalarını aşan bir yönünün olabileceğini düşünüyorum. Demirel’in “Bu konuşmayı iyi okuyun ha!” anlamına gelebilecek sözleri de bunu teyit ediyor gibi.
Sen ne olabileceğini düşünüyorsun?
Belki biraz komploya girecek ama, ben bunun 2007’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri ile alakalı olabileceği kanaatindeyim. Aylardır burada cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye’de merkez-çevre ilişkileri açısından ne anlama geldiğini tartışıp duruyoruz. Tüm o tartışmaların hülasası, merkezî seçkinlerin cumhurbaşkanlığına, çevrenin seçkinlerinden birinin gelmesini kolay kolay hazmedemeyecekleri ve bunu engellemek için ellerinden geleni yapacakları şeklindeydi. Bir tek belki yapabileceklerinin sınırı konusunda mutabık kalamayabiliriz. Başka bir deyişle, ya Hükümet’i erken seçim kararı almaya zorlayacaklar ya da 28 Şubat benzeri bir müdahale ile Hükümet’i düşürmeyi deneyecekler. Hükümet’i erken seçime zorlamak için önlerinde yaklaşık altı ayları var. Öte yandan, bugün itibariyle, önümüzdeki parlamento döneminde de AK Parti’nin iktidar olması mukadder görünüyor. Zira tüm kamuoyu yoklamaları AK Parti’nin oylarının arttığı yönünde. Karşısına çıkabilecek ciddi bir rakip de yok gibi. Yükselen milliyetçilik dalgasının Doğru Yol Partisi’ni veya MHP’yi, ya da bir Doğru Yol Partisi, ANAP ve MHP ittifakını Meclis’e taşıyabileceğini tahmin edebiliriz. Ama böyle bir ittifak bile şu an için AK Parti’ye alternatif olabilecek durumda değil.
Bence bu konuda çok belirleyici bir hususu ihmal ediyorsun. AK Parti hükümetinin Amerika ile olan geçmişi pek parlak sayılmaz. Hükümet’in özelde Irak ve Suriye, genelde de Orta Doğu coğrafyasında attığı adımlar ve aldığı öncelikler Amerikan karar alıcılarının bölgeye dair uzun vadeli projelerini akamete uğratabilecek boyutta. Önümüzde ise Amerika açısından halledilmesi gereken büyük bir “İran sorunu” var. Amerika’nın, Türkiye’nin tam desteğini almadan İran’a yönelik sınırlı ya da kapsamlı bir harekatı göze alabilecek bir durumu yok. Güçlü bir AK Parti hükümetinin Amerika’nın muhtemel taleplerine hemen ‘he’ demeyeceği de aşikâr. Dolayısıyla AK Parti’nin bugünkü durumundan rahatsız olanlar sadece Türkiye’deki saltanatlarını sürdürmek isteyen merkezî seçkinler değil, aynı zamanda Amerikan dış politikasının etkili çevreleri. AK Parti de bunu fark etmiş olacak ki, bir süre önce AK Parti adına Washington’a giden Cüneyt Zapsu ve Şaban Dişli Amerika’nın önümüzdeki dönemde niçin AK Parti ile iyi geçinmesi gerektiğini hiç de hoş olmayan bir üslupla Amerikalılara anlatmaya çalıştılar.
Madem AK Parti anketlerden hâlâ birinci parti olarak çıkıyor, Hükümet’i erken seçime nasıl zorlayacaklar?
Sanki, daha on sene önce başlatılan ve etkileri hâlâ hissedilen 28 Şubat sürecine ev sahipliği yapmış bir Türkiye’de yaşamıyormuş gibi konuşuyorsun. Bunun bir sürü yolu var. En etkilisi bir “rejim elden gidiyor” yaygarasının kopması. Son günlerde dikkat ederseniz merkez medyada ‘irtica’ haberleri yeniden baş göstermeye başladı: Kadirilerin zikri; İstanbul Üniversitesi’nde yaşandığı iddia edilen 31 Mart olayları; Başbakan’ın “30 yıl sonra egemenliğin gerçekten milletin kendisinde olacağı” sözlerinin “şifreli” olarak nitelendirilmesi; 23 Nisan’da Meclis Başkanlığı koltuğuna oturan ‘çocuğun’ İmam-Hatipli olduğunun altının ısrarla çizilmesi; ana muhalefet partisi başkanının “20 yıl sonra kadınların başlarının örtülmesinin zorunlu kılınacağı” anlamına gelen sözleri; sayıları gittikçe artan sakallı belediye otobüsü şoförleri... Bu listeyi daha da uzatabilirsiniz. Şimdilik birbirinden kopuk gibi, orada burada çıkan haberler birkaç aylık bir vadede toplumsal bilinçaltını “irtica yükseliyor” yönünde şekillendirmeyi hedefliyor olabilir.
Doğrusu, Ahmedînejad ve Sezer mukayesesi gibi, İslamcı medyada yer alan bazı haber-yorumlar da karşı tarafın ekmeğine yağ sürer nitelikte.
AK Parti’nin ‘irtica’ konusunda son derece temkinli, hatta ‘aşırı’ temkinli olmasına rağmen ve daha 28 Şubat sürecinin izleri hâlâ çok taze iken, sizce yeni bir “rejim elden gidiyor” ortamı yaratılabilir mi?
Bakın arkadaşlar, 28 Şubat süreci Almanya’daki bir spor salonunda, tahta kılıçlarla oynanan bir ‘oyun’un görüntüleri üzerine inşa edildi. Medya öyle güçlü bir silahtır ki, sinekten yağ da çıkarır, öküzün altındaki buzağıyı da eliyle koymuş gibi bulur. Bu kampanya yoğunlaştırılsa Hükümet, erken seçime gitmeyi kendisi için daha az maliyetli bulabilir.
Güneydoğu sınırına yapılan asker sevkıyatını da bu çerçevede ele alabiliriz belki. Bu olayda sivil otoritenin hiçbir dahli yokmuş gibi bir kanaat edindim ben. Hükümet kanadından hiçbir yetkili bu konuda dişe dokunur bir açıklama yapmadı. Bu kadar büyük bir sevkıyatı, gerekçesi ne olursa olsun, sivil otoriteden bağımsız bir şekilde gerçekleştirmek bile siyasetin alanının daraltılmasıdır bence.
Yalnız burada bir şeyi gözden kaçırmamalıyız. 28 Şubat sürecinin arkasında, Erbakan hükümetinin faiz politikalarına cephe alan büyük sermaye vardı. Bugünse aynı çevreler, Hükümet’in ekonomi politikalarından son derece memnun. Mal varlıkları beş misli, on misli arttı. Böyle ‘kıyak’ bir hükümeti niye düşürmek istesinler ki? Bence burada yapılmak istenen “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”. Şu an için AK Parti hükümetinin ve onun getirdiği istikrarın sona ermesi ne ulusal sermaye, ne uluslararası sermaye, ne İMF ve ne de Amerika açısından arzu edilir bir durum. Ben AK Parti’nin Amerika ile ilişkilerinin de burada söylendiğinden daha kuvvetli olduğu kanaatindeyim. Rice’ın ziyaretinde kabul edilen “vizyon belgesi” bunun bariz bir göstergesi. Dediğim gibi, bence yapılmak istenen Hükümet’in elini zayıflatıp, masaya daha güçlü oturmak.
Madem söz asker sevkıyatına geldi, buradan devam edelim öyleyse. Sizce 240 bin kişilik bir sevkıyat, dağlardaki 3-5 bin terörist için biraz fazla değil mi?
Ben bu sevkıyatın Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’ın ziyaretinin hemen öncesine rastlamasını anlamlı buluyorum. Bu vesileyle Amerika’ya, “eğer bizim Kuzey Irak konusundaki hassasiyetimizi anlamazsanız, İran ve Irak konusunda bu kadar güç durumda bulunduğunuz bir sırada, biz tek başına hareket edebiliriz” mesajı verilmek istenmiş olabilir.
Ya da, Amerika’nın veya İsrail’in İran’a yönelik muhtemel bir operasyonu sırasında, karışacağı kesin olan Irak’ın kuzeyini kontrol altında tutmaya yönelik bir girişimdir bu. Hatta uluslararası hukukun Türkiye’ye verdiği “sıcak takip” hakkı kullanılarak, bu daha önce de gerçekleştirilebilir.
Medyada şu anlama gelecek yorumlar da yer aldı: İran konusunda Hükümet’in Amerika’nın taleplerine ayak diremesi durumunda, asker inisiyatif almak suretiyle, sivil otoriteyi devre dışı bırakarak fiilen Amerika’nın yanında yer alabilir.
Bunun aksi de yer aldı medyada. Yani bu Amerika’ya karşı bir adım olarak da değerlendirildi.
Neden bu kadar ‘derin’ düşünüyorsunuz ki? Belki de her şey söylendiği gibidir, tüm bu sevkıyat PKK’ya karşı yapılmıştır. Bu da anlamlı bence. Çünkü şiddete başvurmadan, hak ve özgürlükleri genişletmek suretiyle meseleyi çözmeye çalışan Hükümet’in Güneydoğu sorununa bakışı, askerden biraz farklı. Asker ise daha kısa vadeli ve daha ‘askerî’ bir çözüm düşünüyor. Bu sevkıyatla asker, hem Güneydoğu sorununu kısa vadede çözmeyi hem de sivil otoriteyi devre dışı bırakarak, sivil siyaset alanını daraltmayı istiyor olabilir.
Başlangıçta Sezer ve Arınç’ın konuşmalarını değinelim dedik, ama fazla vaktimiz de kalmadı. Bu ayki toplantımızı Arınç’ın konuşması ile bitirelim isterseniz. Arınç sizce neden böyle bir konuşma yapma ihtiyacı hissetti?
Arınç son günlerde sivil siyaset alanının daraltılmaya çalışıldığının farkında. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı gibi anlamlı bir günde, ulusal egemenliğin vücut bulduğu TBMM’nin başkanı sıfatıyla, aynı kürsüde bence çok isabetli bir konuşma yaptı. “Bir takım olağanüstü şartlarla” devletin farklı organları arasındaki bozulan dengenin yeniden kurulması gerektiğinin altını çizdi. “Gizli bir anayasa”nın kabul edilemez olduğunu, bunun Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri ile çeliştiğini ifade etti. Cumhuriyet’in saltanatı kaldırmak suretiyle büyük bir mesafe kaydettiğini, ancak bu mesafenin “kurumların saltanatı” ile geriye döndürülmek istendiğini iddia etti. Son olarak da, laikliğin insan hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya yönelik yorumunun değiştirilmesi gerektiğini savundu.
Halk nezdinde yükselmeye başlayan ‘sahipsizlik’ hissine ve Hükümet’in siyaset alanında bıraktığı boşluğa bir tepki olarak görüyorum ben Arınç’ın konuşmasını.
Maalesef burada bitirmek zorundayız. Önümüzdeki ay görüşmek üzere.

Paylaş Tavsiye Et