ETYEN Mahçupyan, Taraf gazetesindeki “Mıntıka temizliği” başlıklı yazısında (27 Aralık 2009), KCK operasyonuyla ilgili olarak AKP üzerinden “Müslümanlar”ın Kürtlere ilişkin siyaset(sizlik)lerine dair bir değerlendirmede bulundu: “AKP’nin bu tür adımları atarken çok da derin düşünmeye hevesli olmadığını, geçmiş bazı uygulamalardan biliyoruz. Hükümetin Kürt açılımı ile ilgili naif hayallerinin kısa tarihine baktığımızda, böyle bir meselenin olmadığı noktasından başlayıp, kendiliğinden çözüleceği beklentisine, oradan Kürt oylarının AKP’de toplanacağı sanısına ve nihayet açılımın zorunluluğunun kavranmasına geldik. Ama AKP içinde hâlâ ‘mıntıka temizliği’ mantığının devam ettiği de anlaşılıyor. PKK’nın fiziksel olarak tırpanlanması sayesinde Kürtler üzerinde PKK etkisinin kalmayacağına ilişkin epeyce uçuk bir tasavvur bu... Kolluk kuvvetlerinin müdanasızlığının altında muhtemelen bizzat bu tasavvur yatıyor.”
Mahçupyan’ın AKP’nin Kürtlere yönelik tavrıyla ilgili söylediklerini önemsememiz gerekiyor. Çünkü söyledikleri belli bir doğruyu yansıtmanın ötesinde, meseleye “dışarıdan” bakanların olan biteni nasıl gördüklerini anlatıyor. Esasında burada söylenenler, çeşitli zamanlarda AKP’nin seleflerinin ve genel olarak Müslümanların, “şu bizim Kürtler” dedikleri insanlara nasıl baktıklarını anlatmaya çalışan klişe bir ifadeyi yansıtıyor. Bu noktada iki kritik soru(n) ortaya çıkıyor: Birincisi, siyaset denilen olgu ne türden bir şeydir ki, AKP ve Müslümanlar -özellikle Kürtlerle ilgili bir mesele olduğunda- bu siyaseti bir türlü beceremiyor? İkincisi ise AKP ile birlikte (zorla da olsa) değişen bir “siyaset algısı” varsa bu bizlere ne türden bir değişimi anlatıyor?
Siyaset meselesi kendi içinde aslında çok katmanlı bir anlama sahip. Genel olarak ifade edecek olursak, bu topraklarda dinle birlikte şekillenen siyaset algısı, halihazırda uygulanagelen siyaset anlayışından temelde farklı bir yapıya sahipti. Modern siyaset algısı bir yönetim tarzı olarak olarak iktidar erkinin (egemenin) Tanrı’nın gölgesi olmaktan öte, dünyevi bir mahiyete sahip olduğu anlayışına dayanır. Bu, son kertede toplumu yani insanı, iktidarın kaynağı konumuna yerleştiriyordu. Siyaset artık din de dâhil her şeyi kurabilirdi. Bu yeni kurgudan önce siyaset kutsal olandan uzaklaşmak ve kirlenmek olarak tanımlanırken, modern düşünce buna tam zıt bir şekilde siyaseti baş tacı ediyordu. Önceki yapıda sadece olması gereken vazedilir, idealler öne sürülür ve erdeme vurgu yapılırdı. Bu anlamda bütün siyaset kitapları koca bir öğüt külliyatına denk düşer. Oysa yeni tarz-ı siyaset, olanı merkeze alıyordu. Ona göre, olması gereken, olması mümkün olmayandı; çünkü insan bu ideallerin vazettiği değil, içinde hırsların, ahlâksızlıkların, güç arzusunun bulunduğu bir canlıydı. Bu yüzden de doğasına uygun olmayan bir anlayıştan uzaklaşıp doğasına en uygun anlayışa bürünmeliydi. Buna göre pragmatik düşünmek koşullara göre düşünmek demekti ve bu ahlâksızca davranmak anlamına gelmiyordu. Modern siyaset kısaca “İlken olmasın, çünkü siyaset koşullara bağlıdır ve koşullar da değişkendir; değişmeyen ahlâkî bir davranış türü ararsan, siyaseten yok olursun” diyordu.
Ancak bu türden “amaçsallaştırılmış bir araçsallıkla” kurgulanan siyaset, Kürtler söz konusu olduğunda, şişeden bir kez çıkan ama geri de giremeyen “kimlik cinine” tekabül ediyor. Yani, insanlar bir kez kendilerini belli türden bir “farkla” (ki bu fark modern siyasetin ve elbette modern bireyin en başat alameti) işaretledikten sonra bu birliktelik artık giderilemeyecek bir şeye dönüşüyor. Müslüman siyasetin şimdiye kadar göremediği yahut görmek istemediği ama gelinen noktada görmek zorunda kaldıkları tam da böylesi bir farkın gerçekliği. AKP de şu an “açılımın zorunluluğunu” kavrayan bir yere gelmiş durumda. Bu nokta, halihazırda içinde bulunduğumuz yeniden yapılanma sürecinin, o ağızlara pelesenk olmuş cümleyle söyleyecek olursak, “değişen dünyaya ayak uydurma”nın parçalarından bir tanesi. Bütün bu olan bitenler, bu bağlamda farklılıklar siyasetine teslim olmak olarak okunabilir: Nihayet cini kabul etmenin dayanılmaz hafifliği herkesi esir aldı.
Kürtlerle ilgili olarak Müslüman siyasetin serencamı aslında bize, sözünü ettiğimiz “farkın reddi”nden başlayan ama gelinen noktada bunu kabul eden hikâyeyi anlatıyor. Bu noktada sorduğumuz sorulardan ilkine verilecek cevap ortaya çıkıyor: Müslümanlar, hatalarına, yalpalamalarına, şişeden çıkan cinlere kapılmalarına rağmen, belirli bir düzeyde bu “farklar siyaseti” üzerinden işlemeyen kafalarıyla, belli bir sahihlik üzerinde kalmayı başardılar. Bu anlamda, siyaseten bir basiretsizlik, güdüklük veya en hafif tabirle naiflik olarak değerlendirilebilecek “böyle bir meselenin olmadığı noktasından başlayıp, kendiliğinden çözüleceği beklentisine, oradan Kürt oylarının AKP’de toplanacağı sanısına”, tam da bu fark siyasetine prim vermeyen bir tutum alış olarak bakmak gerekiyor. Burada meselenin siyasal alandaki temsil kabiliyetiyle birtakım insanları oy deposu olarak görmekten öte bir anlamı var. Bu, modern siyasetin taşıyıcılarının bir türlü anlamayı beceremeyecekleri siyasetin ötesinde bir anlamı olan bir değerin (Müslüman olmanın), Kürtlük gibi üretilmiş bir kavramla istese de çatışma halinde olamayacağı gerçeğiyle ilgili. Bu durumun siyasal temsil söz konusu olduğunda bir gerileme/uyuşmazlığa dönüşmesi ise dinden değil, modern anlamda siyasetin kendi dayandığı sıkıntılı zeminden kaynaklanıyor.
Bu tutum bir yanıyla da, Müslümanların siyaset söz konusu olduğunda hâlâ belli bir ahlaki duruşu sergileme becerisini gösterebildiğini ve “şu Kürtler” kavramsallaştırmasını öteleyerek kelimenin en basit anlamıyla “bölücü” olmaktan sıyrılan ve siyaseti özsel bir temele vardıran bir algıyı içinde barındırıyor. Gerçekçi bir bakışla, “farklar üzerinden siyaset yapmama” seçeneğinin çok da becerilebilir ve istenilir bir yol olmadığını ve daha da önemlisi var olan düşünsel emeğin buna ayrılmasının söz konusu olmadığını görmemek safdillik olur. Gelinen noktada cinin şişeden çıktığına en çok inanan belki de şu bizim Müslümanlar oldu. Bütün bu olup bitenler her ne kadar ahlaki bir tutum alış gibi algılansa da özünde seküler bir nüve barındırdığı oranda bir hayli sıkıntılı bir duruma işaret ediyor.
Öte yandan, belki de bu durum bizi bir kez daha çözümü başka bir yerde arama yoluna götürebilir. Siyasetin bu şekilde kurgulanmasının yol açtığı bölücülük yani fark yaraları, meselenin daha basit ama bir o kadar önemli ontolojik/ahlaki noktalarını bir kez daha hatırlamamıza sebep olabilir. Başka bir söyleyişle, AKP’nin içinde şekillendiği reel-politik zemininin gerçekçiliğini ve güncel siyasetin yapıldığı malzemenin ne türden bir “şey” olduğunu fark etmemizi sağlayabilir. Yani eğer siyaset gerçekten de, bu türden ahlaki nüveleri içinde barındır(a)mıyor ya da bu ahlaki özü barındıran siyasetin zeminini kurmak mümkün olmuyorsa, belki de bu siyasete hak ettiğinden daha fazla değer vermememiz gerekiyordur. Daha doğru bir ifadeyle, siyaset alanında siyaseten çıkmış cini tekrar yerli yerine sokacak şey, belki de siyaset alanında değil, çok daha temel, basit ilişkiler ve kendilik bilgilerinin alanında zuhur edecektir. Dolayısıyla siyaset, gerçekten sandığımızdan daha fazla “kirli” olabilir. Ahlaki olanın kendini doğrudan ifade edeceği bu türden angajmanların olmadığı alanlar, bizlerin dönüp bir kez daha yeniden ama daha sağlam biçimde kurmamız gereken o sabiti anlatıyor bir bakıma. Bu yerin neresi olduğu bir yana, bunu sağlayacak temel nüvenin demokrasi yahut demokratlık ol(a)mayacağı tam tersine (evet tam tersine) bunun adalet üzerinden gerçekleşebileceği belki bizler için neyi unuttuğumuzu hatırlamanın bir vesilesi olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et