Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2010) > Dünya Ekonomi > ABD’nin ikiz açıkları
Dünya Ekonomi
ABD’nin ikiz açıkları
Lokman Gündüz
İKİZ açıklar, iktisat literatüründe cari işlemler açığı ve bütçe açığı için kullanılır. Cari işlemler açığı temelde ihracat, turizm ve diğer döviz gelirlerinin, döviz giderlerinden az olmasını; bütçe açığı ise bütçe gelirlerinin giderlerini karşılayamamasını ifade eder. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için ikiz açıklar iktisadi hayatın belki de en normal unsurları arasındadır. Ancak gelişmiş ülkelerde durum çok daha farklıdır. Genelde bütçe açığı makul bir seviyede korunurken, cari işlemler dengesi de fazla verir. Bu yüzden bizim gibi ülkelerin başı ikiz açıklarla sürekli dertte iken, gelişmiş ülkeler bu konuda daha rahattır. Ancak ABD’nin dış ticarette giderek artan açıklarının yanısıra bütçe açıklarının da tehlike sinyalleri vermesi, ikiz açıkları tüm dünyanın gündemine tekrar taşıdı. İMF’nin bu yılın başında yayımladığı rapora göre bu durum tüm dünya için önemli riskler içeriyor. Çünkü Amerikan ekonomisi dünya ekonomisi için son derece önemli.
ABD, kendinden önceki hegemondan, yani İngiltere’den farklı özelliklere sahip. Büyük Britanya İmparatorluğu zirvede olduğu dönemde tüm dünyadaki mal ve hizmetlerin ancak %10’unu üretebiliyordu. ABD ise %25’ini üretiyor. İngiltere hegemon olduğu dönemde en fazla sermaye ihraç eden ülke konumundaydı. ABD ise tam tersine dünyanın en fazla sermaye ithal eden ülkesi. Yakın bir gelecekte bunun daha da artmasından endişe ediliyor. İMF’ye göre birkaç yıl içinde ABD’nin dış dünyaya olan net finansal yükümlülükleri, başka bir deyişle, toplam dış borç yükü milli gelirinin %40’ına ulaşacak. Bu yüzden ABD’nin ikiz açıklarının etkileri, dünya açısından en az ikiz kulelere yapılan saldırılar kadar önemli.
 
Bütçede Alarm Zilleri Çalıyor
ABD’nin bütçe açığı geçtiğimiz yıl 374 milyar dolara ulaştı. Bu rakam dolar bazında bir rekor; ancak toplam gelirin yüzdesi olarak ifade edildiğinde bu durum değişiyor. Milli gelire oran itibariyle AB ve Japonya’nın bütçe açığı rakamları çok daha büyük. İMF’yi endişelendiren ise bütçe açıklarının giderek büyüme eğilimi göstermesi. Endişe kaynağı, Bush yönetiminin, vergi oranlarında kesintiye gitmek, buna karşılık savunma ve güvenlik harcamalarını artırmak gibi bir politika çizgisinde olması. Canlanan ekonominin beraberinde faiz oranlarının yükselmesi ihtimali de tehlikenin boyutunu artırıyor. Yükselen faiz oranları bir taraftan kamunun finansman ihtiyacını büyüterek giderleri artırırken; öte yandan, artan kamu borçlanması özel sektörün borçlanma imkanını daraltacak ve uzun dönemde de büyümeyi azaltarak vergi gelirlerini düşürecek. İşin matematik yönü de cabası. Zira borç yükü kriteri, toplam borç stoku milli gelire bölünmek suretiyle hesaplandığından, sırf milli gelirin azalması bile bu oranı büyütecek. Kısacası böyle giderse ABD, diğer üçüncü dünya ülkeleri gibi büyük bir borç batağının bütün olumsuzluklarına maruz kalacak. İMF’yi endişelendiren bir diğer husus ise önümüzdeki 10 yıllık dönemin ardından ABD’nin sosyal güvenlik ve sağlık harcamalarının bütçeye çok büyük yük getirecek olması; buna karşılık yükü karşılayacak bir bütçe fazlalığının bulunmaması. Buna göre önümüzdeki 10 ila 20 yıllık dönemde “baby boom” kuşağı olarak da bilinen 1950-60 doğumlular emekliye ayrılacak. Nüfus artış hızının yüksek olduğu bu dönemde doğanların emekliliklerinin bütçeye getireceği yükün yaklaşık 44 trilyon dolar olacağı tahmin ediliyor. Bu miktar, ABD’nin milli gelirinin beş katına denk. Bugünkü yurtiçi tasarruf oranlarının çok düşük seyretmesi bu tabloyu daha da karartıyor kuşkusuz. Yaşlı nüfusu taşıyacak çalışan genç nüfusun artması kısmen çözümü kolaylaştırır; ama bu bile çok mümkün görünmüyor.
 
ABD’nin Dış Açığını Kim Finanse Edecek?
ABD ikiz açıklarının büyük olanı, yani cari açık, uzun bir süredir gündemde. Amerikan dolarının değerinin düşmesi de bununla ilgili zaten. Yılda 550 milyar dolara ulaşan dış ticaret açığı dolar üzerinde aşağı yönlü bir baskı yaratıyor. Bugünkü harcama düzeyini sürdürebilmesi için uluslararası yatırımcıların ABD’ye günde 1,5 milyar dolar borç vermesi lazım. Bu çözüm sürekli olamayacağına göre, ABD’nin ihracatta rekabet gücünün artması ve ithalatının azalması için doların değerinin düşmesi gerekiyor. Uluslararası döviz piyasalarında olan da kısaca bu denilebilir. Ancak Amerikan doları her para birimine karşı aynı oranda değer kaybetmedi. Örneğin euro karşısında doların 2001 Temmuz’undan bugüne kadarki kaybı %35’lere ulaşmış durumda. Bu yüzden mevcut durumdan Avrupa Merkez Bankası hoşnut değil. Çünkü euronun değer kazanması AB’nin büyüme ve enflasyon rakamlarını olumsuz etkiliyor.
Doların aynı dönemde Japon yeni karşısındaki kaybı %10’u bile bulmadı. Başta Japonya ve Çin olmak üzere Asya ülkeleri, paralarının dolar karşısında değer kazanmasına sıcak bakmıyor. Önceden de olduğu gibi güçlü bir dolar arzuluyorlar. Şimdiye kadar bunu dolar (Amerikan tahvili) satın alarak başardılar. Japonya ve Çin, Amerika’nın geçen seneki dış ticaret açığının yarısını finanse etmiş görünüyor. Ancak bu ucuz finansman desteğinin bir sebebi de, Uzak Doğu ülkelerinin, Amerika’nın kendi ürünlerini satın almaya devam etmelerini istemesi. Bu süreci kimileri, Asya’nın büyük ölçekli ihracat sübvansiyon programı olarak, kimileri de yüksek harcama eğilimli Amerikalı tüketicilere yapılan dış sübvansiyon olarak yorumluyor. Kuşkusuz bu politikanın uzun vadede sürdürülebilmesi şüpheli. Alınan dolarlar yurtiçinde yerli para birimine dönüştürüldüğünden para arzının artmasıyla enflasyon da artabilecek ve ardından birçok sektörde spekülatif hareketler görülebilecektir. Bu noktada görece zayıf bir bankacılık sistemine sahip Çin’in temkinli olmasını gerektirecek unsurlar hayli fazla.
Aslında ABD’nin dış ticaret açığı 1980’lerde, bir başka Cumhuriyetçi başkan olan Reagan döneminde de yüksek boyutlara ulaşmıştı. Söz konusu açık, doların kontrollü bir şekilde değer kaybıyla kapatılmıştı. O dönemin sorunsuz bir biçimde geçirilmesinde güçlü ekonomileriyle Japonya ve Almanya’nın büyük payı olmuştu. Japonya ve Almanya güçlenen para birimlerinin maliyetlerini üstlenebilmişlerdi. Bugünkü tablo ise biraz farklı. Durgunluk sürecinden bir türlü çıkamayan AB ve Japonya ne eskisi kadar güçlü, ne de değerlenecek kurun yüklerini taşımaya istekli. Bu yüzden uzun süredir tek motorla uçan dünya ekonomisi giderek daha çok tekliyor. Yedek motorların devreye girmesi şart. Temel soru ise imparator gibi hareket edip tek taraflı kazanç peşinde koşan ABD’nin maliyetini paylaşmaları için AB, Japonya ve Çin’in nasıl ikna edileceği.
Bu gelişmelerden bizim hesabımıza da çok şey düşüyor. Orta vadede ABD’de faiz oranlarının yükselmesi uluslararası piyasalarda faiz oranlarını yükseltecektir. Bu yüzden özellikle 2004’ten sonra dış piyasalarda borçlanmak hem kolay olmayacak, hem de maliyeti artacaktır. Geçtiğimiz yıl düşük faiz oranları açısından oldukça şanslıydık. Yine Amerikan ekonomisinin mevcut harcama eğilimini devam ettirememesi halinde dünya ekonomisinde daralma yaşanabilecektir. Bunun için ihracatta ülke portföyünü çeşitlendirmek ve özellikle komşularla olan dış ticareti güçlendirmek önemli görünüyor. Kısacası, 2004 Türkiye için son bir fırsat olabilir. İyi kullanalım.

Paylaş Tavsiye Et