Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Topluyorum > İktidar körlüğünden Obama’nın ziyaretine
Topluyorum
İktidar körlüğünden Obama’nın ziyaretine

 

Arkadaşlar bugün hangisiyle başlayalım dersiniz? Yerel seçimlerle mi, Obama’nın ziyaretiyle mi, Ergenekon operasyonunun 12. dalgasıyla mı, İlker Başbuğ’un ilginç konuşmasıyla mı, DTP’ye yönelik operasyonlarla mı, yoksa “Ermeni Soykırımı” meselesi ve Türkiye-Azerbaycan ilişkileri ile mi?
Son toplantımızı seçimlerden önce yapmıştık, o nedenle 29 Mart yerel seçimlerinin sonuçlarını değerlendirme imkanımız olmadı. Bence seçimlerle başlayalım.
Yeşil Saymadığın bir gelişme daha var. Biliyorsunuz bakanlar değişti. Yeni kabinenin durumunu da konuşabiliriz.
 
Saymadığın bir gelişme daha var. Biliyorsunuz bakanlar değişti. Yeni kabinenin durumunu da konuşabiliriz.
Saymadıklarına bir başlarsak sonu gelmez. İç politikanın yoğunluğu maalesef dikkatlerimizi uzunca bir süredir dış dünyadaki gelişmelerden uzaklaştırmış durumda. Mesela, Amerika’nın Irak’tan kademeli çekilişi çok problemli olacağa benziyor. Irak’taki şiddet tekrar tırmanışa geçti. Pakistan ve Afganistan kaynıyor. Taliban Pakistan’daki etkinliğini artırıyor. İran-ABD-İsrail üçgenindeki nükleer kriz devam ediyor. ABD’de başlayan ve tüm dünyayı saran finans krizi ABD’de daha da derinleşiyor ve yeni alanlara sıçrıyor. Meksika’da başlayan “domuz gribi” salgını daha şimdiden yüzün üzerinde can aldı. Salgının tüm Latin Amerika’ya hatta dünyaya yayılmasından endişe ediliyor.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki seçimleri ve Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO’nun yeni genel sekreteri oluşunu unutuyorsun.
Anayasa Mahkemesi’nin yeni binasının önüne dikilen “Adalet Ana” ya da “Adalet Teyze” heykelini de unutmayalım. Kaç gündür bir lüzumsuz tartışmadır gidiyor. Yok şalvarlıymış, yok Yozgatlıymış, yok kılıcı büyük olmuş, yok gözleri kapalı olmalıymış, yok çok tombulmuş, yok bilmem ne! Adalet bir heykele kaldıysa, işimiz bayağı zor görünüyor.
Tamam, anlaşıldı. Konuşulacak çok konu var. Zamanımız elverdiği ölçüde hepsine değinmeye çalışırız. Kronolojik olarak gidelim ve önce seçimlerden başlayalım isterseniz. Elbette ki bu konuda çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Ama bizim de, fazla detaylara girmeden, söyleyecek sözümüz vardır herhalde. Sizce nasıl bir seçim geçirdik? İl Genel Meclisi bazında AKP oyların %38,9’unu, ikinci parti CHP %23,1’ini, MHP ise %16,1’ini aldı. Ama bu sonuca en çok üzülen AKP oldu. Bunu bana açıklayabilir misiniz?
Her şeyin “nispi” olduğunu bu seçimlerde bir kere daha gördük. Evet, AKP %39 ile birinci parti oldu. Ancak genel beklentilere nispeten, 22 Temmuz seçimlerine nispeten, 2004 yerel seçimlerine nispeten, muhalefete nispeten ve son altı yıllık performansına nispeten AKP başarısız oldu. CHP’nin sevincini ve AKP’nin hayal kırıklığını ben buna bağlıyorum.
Bence bu seçimleri 22 Temmuz seçimleri ile mukayese etmek çok anlamlı değil. Çünkü AKP’nin 22 Temmuz genel seçimlerinde ulaştığı %47 oy oranı tabii bir oy oranı değildi. %47’nin içinde, normal şartlar altında AKP’ye oy vermeyecek olan ancak cumhurbaşkanlığı seçiminde oynanan gayri ahlâkî oyunlara tepki duyan pek çok kesimin oyu da vardı. 29 Mart yerel seçimleri 22 Temmuz’a nispetle AKP iktidarı açısından daha suhuletli bir dönemde yapıldığı için, AKP bu oyları kaybetti. Saadet Partisi’nin ve MHP’nin oylarının yükselişini de ben büyük ölçüde buna bağlıyorum. Ama öte yandan AKP’nin genel beklentilere nispeten düşük oy aldığını da kabul ediyorum.
Öyleyse sorumu değiştireyim. AKP’nin oy oranı neden beklentilerin gerisinde kaldı?
22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin lehinde olan konjonktür bence bu seçimlerde CHP’nin lehine değişti. Nasıl ki 22 Temmuz’da çevrenin tepki oyları AKP’ye aktı ise, 29 Mart seçimlerinde de merkezin tepki oyları CHP’ye aktı. Bunun en büyük nedeninin de Ergenekon operasyonu olduğunu düşünüyorum. Zaten bir süredir Türkiye’nin genel çehresinde büyük bir değişim yaşanıyordu. Şimdiye kadar hep “Hükümet olabilir ancak iktidar olamaz” denen ve gerçek iktidar alanlarından dışlanan çevrenin seçkinleri Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilişi ile iktidar içerisindeki etkinliklerini artırmaya başladılar. Ergenekon operasyonu bu sürecin tuzu biberi oldu. Generallerden, rektörlere, güçlü sivil toplum kuruluşlarının yöneticilerinden gazetecilere kadar pek çok merkezî ismin derdest edilmesi AKP iktidarına sıcak bakmayan kesimleri teyakkuza getirdi. Henüz bu konuda bir araştırmaya rastlamadım, ancak böyle bir araştırma yapıldığı takdirde CHP’ye oy veren seçmenin 29 Mart seçimlerinde sandığa gitme oranının, geçmiş senelere nispetle çok daha yüksek çıkacağını tahmin ediyorum. Bu da bence teyakkuz halinin en basit ve açık göstergesidir. Aynı araştırmada, sandığa gittiği takdirde AKP’ye oy verecek olan seçmenin sandığa gitme oranının da nispeten düşük çıkacağını varsayabiliriz. Çünkü yakın çevremde gördüklerimden, CHP cephesinde bir teyakkuz, buna karşı AKP cephesinde ise bir gevşeme halinin olduğunu seziyorum.
Belki ekonomik krizi ve hükümetin krize bakışını da sebepler arasında sayabiliriz. Krizin Türkiye kaynaklı olmadığı biliniyor. Ancak hükümetin hiç kriz yokmuş gibi davranması, ısrarla krizden etkilenmediğimizi söyleyip durması, krizin vurduğu insanları çileden çıkarmışa benziyor.
Söylediklerinizin hepsinin doğru olduğunu düşünüyorum. Ama kanaatimce AKP’nin beklenenden daha az oy almasının iki nedeni daha var. Bunlardan birincisi AKP’nin müstağniliği ve halkın siyasi düşünce dinamiklerini yakalayamamış olması. Seçimlerden önce AKP’li adayların kendilerine aşırı bir güven içerisinde oldukları görülüyordu. Hükümetin ve belediyelerin başarılı performanslarının seçim kazanmak için yeterli olduğunu düşündüler. İstanbul’da, Antalya’da ve diğer pek çok yerde bunun izlerini görebiliyoruz. AKP’li adaylar sokağa inip halkın arasına karışmayı zül addettiler. Başbakan’ın yaptığı mitinglerin ve TV programlarının seçimleri kazanmak için yeterli olacağını düşündüler. Hatta belki Ergenekon operasyonunun CHP’ye karşı kendilerini daha avantajlı duruma getirdiğini bile vehmettiler. Anlaşılan o ki, AKP’nin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl yükseldiğini çabuk unuttular. Buna belki “iktidar körleşmesi” diyebiliriz. Ayrıca bu seçimlerde, AKP’nin Türk halkının tabiatını çok iyi kavrayamadığını da gördük. Zira AKP’nin politikaları, söylemi ve diğer konjonktürel gelişmeler, yerel seçim olmasına rağmen doğuda etnik kimliklerin batıda ise ideolojik kimliklerin belirleyici olmasına neden oldu.
İkincisi nedir peki?
İkincisi ise, AKP hakkındaki yolsuzluk söylentileri. Maalesef AKP yolsuzluk konusunda halk nezdinde kendini tam anlamıyla temize çıkaramadı. Doğru olup olmaması bir yana, halk arasındaki yolsuzluk söylentileri AKP’nin çok da dikkate almadığı bir durumdu. İstanbul örneği bu açıdan ilginç. Kılıçdaroğlu’nun İstanbul için dişe dokunur hiçbir projesi yoktu. İstanbul’a yabancıydı. CHP gibi belediyecilik geçmişi şaibeli ve halktan kopuk bir partiden geliyordu. Buna rağmen Kılıçdaroğlu İstanbul’da beklenmedik ölçüde yüksek bir oy almayı başardı. Yaptığı tek şey temiz siyasetçi imajı vermesiydi. Her gittiği yerde, her konuşmasında AKP’li belediyeleri yolsuzluk yapmakla suçladı. Belediye başkanlarının dokunulmazlığı olmadığı halde bu suçlamaların bildiğim kadarıyla hiçbiri hukuki açıdan kanıtlanamadı. Ama buna rağmen Kılıçdaroğlu yüksek oy alabildi. Bu da gösteriyor ki, halk dürüstlüğü metrobüse ya da tünel ve kavşaklara tercih ediyor.
Saadet Partisi’nin aldığı oya ne dersiniz?
SP’nin canlanışı kayda değer. Bence bunun da iki nedeni var. Birincisi Türk siyasal ortamının genel durumu. Yakın dönem Türk tarihine baktığımız zaman siyasal ortamın politizasyon ile apolitizasyon arasında salındığını görmekteyiz. Genelde politizasyon dönemini darbeler, darbeleri de apolitizasyon dönemleri izliyor. Dahası politizasyon döneminde ideolojik ayrımlar daha öne çıkıyor ve Türk siyasetindeki partiler sayıca ve ideolojik renk itibarıyla çoğalıyor. Apolitizasyon döneminde ise ideolojik farklılıklar pek gün yüzüne çıkmıyor. DP, AP, ANAP gibi birçok eğilimi birleştiren bir parti siyaset alanını domine ediyor. 28 Şubat darbesinden sonra bir apolitizasyon dönemine girdiğimiz malum. Bu dönemi domine eden parti de AKP oldu. Yeni bir politizasyon döneminin başladığını söylemek için henüz erken. Ama öyle anlaşılıyor ki, “iktidar körlüğü” ve “iktidar yozlaşması” AKP’nin farklı toplum kesimlerindeki kabul edilebilirliğini azaltmış durumda. İşte SP’nin ve MHP’nin yükselişini bir ölçüde bu genel siyasal sürece hamletmek mümkün. İkinci neden ise daha özel. Numan Kurtulmuş’un Saadet’in başına gelmesi SP ile AKP arasında kalmış kesimde yeni umutların yeşermesine neden oldu. Bunun da SP’nin tekrar canlanmasında etkili olduğunu düşünüyorum.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu canlanmanın devam edeceğinden biraz şüpheliyim. Erbakan Hoca’nın siyaset yasağının sona ermesinden hemen sonra, manevi bir lider olarak kalmak yerine, aktif bir şekilde tekrar sahaya inmesi bence o yeşeren umutları söndürebilir. Doğrusunu söylemek gerekirse ben böyle bir kararın sıhhati iyice bozulmuş olan Erbakan Hoca’dan değil de etrafındaki insanlardan geldiğini düşünüyorum. SP’ye uzunca bir süredir hâkim olan kadronun ve zihniyetin Numan Kurtulmuş’a yaşama hakkı verip vermeyeceğini zaman gösterecek elbette. Ancak SP’nin varolup olmayacağını da kanaatimce bu tercih belirleyecek.
Bu seçimlerde benim en çok dikkatimi çeken noktalardan biri de kamuoyu araştırmalarının yanıltıcılığıydı. 22 Temmuz seçimlerini Tarhan Erdem doğru tahmin edebilmişti. Ancak bu seçimlerde Erdem çuvalladı. Eğer bu yanılgı teknik problemlerden ya da siyasi manipülasyon girişiminden kaynaklanmıyorsa, Erdem olayından sosyal bilimciler için cevaplamaları gereken devasa bir soru çıktığını düşünüyorum ben.
Neden devasa olsun ki? Alt tarafı bir seçimin sonucunu yanlış tahmin etmiş.
Aslında hatalı olan benim. Bu meseleyi burada hiç açmamalıydım, çünkü teknik sayılabilecek bir konu. Fazla uzatmadan niçin önemli olduğunu söyleyeyim. Bu arada “Neden Tarhan Erdem?” derseniz, cevabı çok basit. Başında Tarhan Erdem’in bulunduğu KONDA şirketi sosyal araştırmalarda Türkiye’de en muteber kuruluş olarak biliniyor. O nedenle Tarhan Erdem üzerinden bu meseleyi dile getirdim. Neyse, tekrar soruna dönersek, sosyal bilimlerin en önemli tartışma konularından birini yöntem sorunları oluşturuyor. Yönteme dair tartışmalarda ana-akımı oluşturan bir kesim, sosyal olayların da tabiat olayları gibi yeterli veri ve doğru yöntemle (belli bir hata payını dikkate alarak) matematiksel kesinlikte önceden tahmin edilebileceğini savunuyor. Karşı argümana sahip olanlar ise insanların özgür iradesinin, his ve duygularının söz konusu olduğu sosyal olayların bu kesinlikte bilinemeyeceğini, bu nedenle böyle bir beklenti içerisine girilmemesi gerektiğini iddia ediyorlar. 29 Mart seçimlerindeki tahminlerinde Tarhan Erdem’in yöntem noktasında bir zaafının olmadığını zannediyorum. Ne var ki, kullandığı “doğru yöntem”e rağmen, KONDA’nın AKP için öngördüğü oy oranı ile AKP’nin sandıktan çıkan oy oranı arasında neredeyse %10’luk bir fark var. Bu farkın teorik olarak açıklanması gerekiyor.
Ne yani, sen bu tür araştırmalar yapılmasın mı diyorsun?
Hayır, kesinlikle öyle bir şey demiyorum. Sadece sosyal olayların hakkıyla matematiksel bir denkleme dönüştürülmesinin mümkün olmadığını ve bu nedenle de sosyal bilimlerde matematiksel kesinliklerin peşine düşülmemesi gerektiğini söylüyorum. Yoksa elbette ki seçim sonuçlarını tahmin ederken bu tür araştırmalardan faydalanacağız. Hatta seçim sonuçlarının bu tür araştırmalardan başka bir yolla tahmin edilmesi mümkün değildir. Ama “bilimsellik” ve “matematiksel kesinlik” iddiasının sosyal olaylar için çok fazla bir anlamının olmadığını da bileceğiz. En önemlisi de, “bilimsellik” kılıfını kullanarak sosyal olaylar hakkında zihnen bizi yönlendirmeye çalışanlara kanmayacağız.
Yöntem tartışması bittiyse, Obama’nın Türkiye ziyaretine geçelim. Biliyorsunuz bu ziyaret Amerikan başkanlarının önceki ziyaretlerine nispetle bir hususilik taşıyordu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence bu ziyaret, ABD ile Türkiye arasındaki stratejik ilişkinin mahiyetinin köklü bir değişime uğradığına işaret ediyor. Soğuk Savaş boyunca ABD için Türkiye coğrafi konumu itibarıyla önemliydi. Ancak bu önem Türkiye’nin müstakil değerinden kaynaklanmıyordu. Tam aksine Türkiye’nin önemi arızî ya da konjonktüreldi. ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaştan kaynaklanıyordu. Çünkü Türkiye NATO bloğu içerisinde bir cephe ülkesi ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasının bir istasyonu idi. Bu açıdan ABD nezdinde Yunanistan ile Türkiye arasında işlevsel bir fark bulunmuyordu. Dolayısıyla, mesela bir ABD başkanı bölgeye geldiğinde iki ülkeyi birbirinden ayırmaz, birine geldiyse diğerine de giderdi. Ancak bu defa böyle olmadı. Bir ABD başkanı göreve gelişinin ilk aylarında Türkiye’ye geldi ve Yunanistan’a gitmedi. Burada önemli bir mesajın verildiğini zannediyorum.
Bu mesajın ne olduğunu düşünüyorsun?
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ABD bir süre “dünyanın tek hâkimi” olduğu sanısıyla hareket etti. Bu süre zarfında kalıcı ittifaklar aramak gibi bir derdi olmadı. Konjonktürel ittifaklarla hep amacına ulaştı. ABD’nin bu algısı 11 Eylül’ün akabinde attığı adımlarda da görüldüğü gibi birkaç sene öncesine kadar devam etti. Ama öyle anlaşılıyor ki, ABD’li politika yapımcıları yolun sonuna geldiklerinin farkına varıyorlar. Irak’ta ve Afganistan’da ABD tek kelime ile duvara tosladı. Ortadoğu’daki ittifak sistemi çatırdıyor. İsrail gittikçe daha fazla köşeye sıkışıyor. İran istikrarlı bir biçimde nükleer güç olma yolunda ve ABD bunu engelleyemiyor. Rusya, özellikle enerji sevkıyatı alanında attığı stratejik adımlarla, yeniden ayağa kalkmaya çalışıyor. Güneydoğu Asya ve Orta Asya’daki etkinliğinin yanı sıra Çin, ABD ve Avrupa’ya alternatif bir güç olarak Afrika’ya girmiş durumda. Hepsinden önemlisi de Amerikan karşıtlığı tüm dünyada had safhaya ulaşmış bulunuyor. Öte taraftan Obama ile ABD yeni bir açılım yapma peşinde. İşte böyle bir dönemde ABD’nin, dünya politikasının Ortadoğu ve hatta Kafkasya ve Orta Asya ayaklarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına muhtaç olduğu ortada. 2002 sonrasında; hadi açık söyleyelim, AKP iktidarında; hadi daha da açık söyleyelim Ahmet Davutoğlu’nun yönlendirdiği dış politika ile Türkiye, özellikle Ortadoğu’da kendisinin dışında kaldığı hiçbir düzenin kurulamayacağını cümle âleme gösterdi. ABD’nin, Irak’tan çekilirken ve sonrasında, Afganistan’da düzeni tesis etmeye çalışırken, İran’ı sistemin içine çekerken, Ortadoğu’da yeni bir sistem kurarken ve enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlarken güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı var. ABD Türkiye’yi artık bir cephe ya da istasyon değil, bir “merkez ülke” olarak görüyor. İşte Obama’nın Türkiye ziyaretinde verilen mesajın bu olduğunu düşünüyorum.
ABD dış politikasının Soğuk Savaş sonrası dönemde bir boşluk içine düştüğünü ve aradan geçen yirmi yılın ABD’nin aleyhine olduğunu kabul ediyorum. Ayrıca ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da ve İran’a karşı siyasetinde Türkiye’ye muhtaç olduğu yönündeki görüşüne de aynen katılıyorum. Ancak ABD’nin Türkiye’yi bir “merkez ülke” olarak benimsediğini hiç zannetmiyorum. Aslına bakarsan ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dünyaya, geçen bunca süreye ve yaşanan bunca arbedeye rağmen, adapte olabildiğine inanmıyorum. Bırak uzun vadeli küresel düzen kurma hesabını, ABD hâlâ günü kurtarmanın peşinde. Acil olarak çözmesi gereken problemler var. Bunlardan biri Irak’tan çekilme, diğeri İran’la uzlaşma, bir diğeri de Afganistan’da asgari düzeyde güvenliği sağlama. Bunların her üçünde de ABD’nin Türkiye’nin işbirliğini aradığı ortada. Ama, tekrar ediyorum, ABD’nin Türkiye ile halen uzun vadeli ve kapsamlı bir stratejik işbirliğine girmeyi hedeflediğini zannetmiyorum. Öyle olsaydı Obama 24 Nisan konuşmasında ABD’deki Ermeni diasporasının değil Türkiye’nin beklentilerini karşılamayı öncelerdi.
Madem söz Ermeni meselesine geldi, oradan devam edelim. Ne olacak, sizce Ankara-Erivan ilişkileri düzelecek mi? Ermenistan ile ilişkiler düzelirken Azerbaycan ile aramız bozulmak zorunda mı?
Burada tarafları doğru tanımlamamız gerekiyor. Birincisi Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiyi ve işbirliğini zorlaştıran unsur ABD’deki Ermeni lobisi ve diasporası. Bu diaspora, Ermenistan’ın komşularıyla olan kavgası nedeniyle çektiği ve insanların gündelik hayatını birebir etkileyen ekonomik ve siyasi sıkıntılardan muzdarip değil elbette. Onlar ABD gibi çok-uluslu, çok-kimlikli ve çok-kültürlü bir ülkede “Ermeni kimliği”ni yaşatabilmenin derdindeler. Bu kimliğin ana yaşatıcı unsuru da “1915 olayları”. Tıpkı Yahudi kimliğinin yaşatıcı unsurunun Holokost olması gibi. Bence Türkiye, Almanya’nın Holokost konusunda yaptığı gibi, “Ermeni Soykırımı”nı kabul etse ve özür dilese bile ABD’deki Ermeni lobisinin bu yöndeki baskısı sona ermeyecek. Çünkü “Ermeni Soykırımı” söylemi Ermeni diasporasının kendi içine yönelik bir şey. Soykırım söylemi cemaatin kimliğini ve iç dayanışmasını muhafaza etmenin bir aracı. Dolayısıyla buradaki sorunun bir tarafı Ermenistan değil, ABD’deki Ermeni diasporası ve lobisi. Sorunun diğer tarafı da Azerbaycan’daki Rus lobisi. Bu lobi de her fırsatı değerlendirerek Türkiye ile Azerbaycan’ın arasını açmaya çalışıyor. Bu grubun amacı da üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Dolayısıyla sorunun bu tarafı da söylemlerinde çok samimi değil.
Peki Türkiye’de hangi lobi bu işin parçası?
Türkiye’de Ermeni meselesine dair özel bir menfaat grubu yok. Türkiye bence bu husustaki en samimi taraf. Neyse, söylemek istediğim, sorun masaya oturup konuşulacak bir sorun değil. ABD’deki Ermeniler kendileri için alternatif bir kimlik yaşatıcı unsur bulamadıkları sürece Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler problemli olmaya devam edecek.
Pek umutlu değilsin bu konuda anlaşılan. Öyleyse son meselemize geçelim. Ergenekon’da yaşanan son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Var mı bir değişiklik?
12. dalga operasyonları nedense büyük bir infiale neden oldu. Ergenekon kapsamında darbe yapmak, darbeye zemin hazırlamak, yani haksız yere insanları öldürmek ve bir kargaşa ortamı yaratmak gibi eylemlerle suçlanan kişiler, son dalgadaki arama, gözaltı ve tutuklamaların ardından birden mağdur, hakları gasp edilmiş kişiler olarak lanse edilmeye başlandı. Türkan Saylan’ın hastalığı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin öğrencilere verdiği burslar, Haberal’ın cerrahi başarıları ve Başkent Üniversitesi’nin gözleri yaşlı öğrencileri sürekli ön planda tutularak, bu insanlara haksızlık yapıldığı imajı verilmeye çalışıldı. Bunda kısmen de başarılı oldukları kanaatindeyim. Doğrusu ben Ergenekon operasyonunun halk içindeki desteğinin gittikçe zayıfladığını hissediyorum.
İşin uzadıkça dallanıp budaklanması ve heyecanını yitirmesi normal. Ama Ergenekoncuların haksızken haklıymış gibi davranmaları ve böyle algılanmaları ilginç. Eğer dediklerin doğruysa, bu sürecin sonunda Ergenekoncuların yaptıklarının yanlarına kâr kalacağından endişelenmek lazım.
Ben bu kadar karamsar değilim. Şu haliyle bile bence Ergenekoncular büyük bir yara aldılar. Tekrar toparlanabileceklerini hiç zannetmiyorum. Bence bu ayın en önemli gelişmelerinden biri Danıştay Davası ile Ergenekon Davası’nın birleştirilmesiydi. Danıştay Davası’nın açıklığa kavuşturulması bile tek başına büyük bir sonuç olacaktır. Türkiye artık eski Türkiye değil. Bunu herkesin bilmesi gerekiyor.
Haklısın, Türkiye eski Türkiye değil. Ancak yeni Türkiye’nin nasıl bir şey olacağı konusunda da kafalar hâlâ çok karışık. “Derin devlet tasfiye oluyor” deniyor ama yeni bir derin devletin oluşturulup oluşturulmadığını kimse bilmiyor. Neyse, bu konuya girmeyelim, çünkü vaktimiz kalmadı. Ama bitirmeden bir şey söyleyeyim. Danıştay olayını, yorumlar katarak ve kamuoyunu manipüle ederek günlerce manşetlerinden veren gazeteler Danıştay Davası’nın Ergenekon Davası ile birleştirilmesini ya görmezden geldiler ya da bir küçük haber olarak geçiştirdiler. Yasemin Çongar, Taraf’ta yazdığı “Hürriyet’in haber saklama hürriyeti var ama…” başlıklı yazısında Hürriyet gazetesinin 21 Nisan 2009 ile 18 Mayıs 2006 tarihli nüshalarını karşılaştırmış. Gerçekten Ergenekon-medya ilişkisini çok isabetli bir şekilde özetleyen bir yazı. Okumanızı tavsiye ederim. Önümüzdeki ay devam ederiz inşallah.

Paylaş Tavsiye Et