Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Topluyorum > Bıktıran senaryolar bitmek bilmiyor
Topluyorum
Bıktıran senaryolar bitmek bilmiyor

 

Bugün özellikle iki mesele üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum: Birincisi, tahmin ettiğiniz gibi, 17 Mayıs’ta Danıştay’a yapılan silahlı saldırı. Diğeri ise, ekonomideki dalgalanma. Değerlendirmesinin daha kısa süreceğini tahmin ettiğim için ekonomideki dalgalanmadan başlayalım, diyorum. Kalan zamanımızın tamamında da Danıştay’a yapılan saldırıyı konuşuruz.
Daha önceki toplantılarımızda hep bu hükümetin, biri ekonomi, diğeri dış politika olmak üzere özellikle iki alanda çok başarılı olduğunu söyleyip duruyordunuz. Bugünse, döviz yükselirken, borsa düşüyor. Şu başarılı bulduğunuz ekonominin, içine düştüğü hali bir açıklayın da, biz de anlayalım.
Hükümet işbaşına geldiğinden beri ekonomik yönetim konusunda bence hem başarılıydı, hem de şanslıydı.
Geçenlerde işsizlik oranı açıklandı: %11,9. Cari açık gittikçe büyüyor. Aralarında tekstilin de olduğu pek çok sektör zor durumda. Ekonomik büyüme nüfusun büyük bir kesimini oluşturan KOBİ’lerle çiftçiye yansımış değil henüz. Bu durumda, hükümeti şanslı bulmanı anlayabilirim; ama nasıl oluyor da başarılı buluyorsun, onu anlamıyorum.
Doğrusu ben, hükümetin niçin şanslı olduğunu da anlamış değilim.
Hükümet şanslıydı, diyorum; çünkü çok büyük miktardaki küresel likiditenin gelişmekte olan ülkelere akmaya başladığı bir dönemde iktidara geldi.
Eminim ki, buradakilerin çoğunun ekonomi bilgisi benimkinden daha iyidir. Ama sen yine de benim için şu küresel likidite gelişmelerinden neyi kastettiğini açabilir misin?
Bunun için biraz gerilere gitmem gerek. Hatırlarsanız, 1990’lı yılların başında dünya ekonomisi büyük bir resesyondan, yani durgunluktan çıktı. Bilişim teknolojisindeki gelişmeler, özellikle de internet kullanımının hızla tüm dünyaya yayılması bu döneme rastladı. Bu yıllar tüm dünyanın refah ve zenginlik düzeyinin arttığı yıllardı. Bu çerçevede, o dönemin yıldızları olan Asya ve Latin Amerika ülkelerine muazzam miktarda para akışı yaşandı. Bize de geldi, ama dahilî siyasî şartlar nedeniyle biz bu parayı çok yüksek faizler ödeyerek çekebildik. Bu müreffeh dönem 1997’deki patlamaya kadar böyle devam etti.
1997 Doğu Asya Krizi.
Evet, Doğu Asya Krizi. Tayland’da yaşanan ve el-Nino’ya bağlanan büyük bir orman yangınının akabinde, aşırı değerlenen gayrimenkul fiyatları konusunda büyük bir endişe doğdu. Gayrimenkule dayalı menkul kıymetlerin ve gayrimenkuller teminat gösterilerek alınan banka kredilerinin açıkta kalmasıyla dehşetli bir çöküş başladı. Çöküş kısa sürede önce tüm Doğu Asya’ya, sonra da dünyaya yayıldı. Bunu 1998 Rusya moratoryumu ve Brezilya krizi; 1999 Arjantin, Türkiye ve Doğu Avrupa krizleri izledi. Aynı dönemde Avrupa da, avroya geçtiği için sıkı bir para politikası uyguluyordu; dolayısıyla ekonomik durgunluk had safhadaydı. Avrupa’da faiz oranı %4,75’lere kadar çıktı. İngiltere’de faiz %6 civarındaydı. Japonya ise Asya krizinden bu yana zaten toparlanamamıştı. 2000’li yıllara gelindiğinde büyük ekonomilerin durumu işte böyleydi.
Amerika nasıldı bu dönemde?
2000’li yıllar Amerikan ekonomisi için son derece olumlu bir havada başladı. Amerikan ekonomisi tarihinin en büyük bütçe fazlasını verdi. Hatta bu bütçe fazlasıyla ne yapılacağı noktasındaki görüş ayrılığı Bush ile Al Gore arasındaki seçim yarışının en önemli konusunu teşkil ediyordu. Ne var ki, bu olumlu hava da uzun sürmedi. “Dotcom balloon”u patladı, NASDAQ çöktü. Buna bir de Enron ve Arthur Anderson gibi yolsuzluklar eklenince Amerikan ekonomisi de bir durgunluk dönemine girdi. 1990’larda görülen iyileşmenin aksine, bütün dünyayı saran bir gerileme başladı. Tüm dünyada fiyatlar düştü, borsalar çöktü, işsizlik arttı. O dönemde petrolün varil fiyatı, hatırlayan varsa eğer, sadece 11 dolardı.
Sözü ne zaman hükümetin şansına getireceksin, diye hâlâ sabırla beklediğimi bilmeni isterim.
Şimdi sözü oraya getiriyorum. Tüm dünyayı saran bu deflasyon trendi gelişmiş ülkelerde 1929 Buhranı benzeri bir kriz endişesi doğurdu. Çıkış yolu olarak da, tüm dünyayı paraya boğma kararı aldı bu ülkeler. Bu çerçevede Amerikan Merkez Bankası FED’in faizleri %6,5’ten 2003’te %1’e düşürüldü, ki bu Amerika’da tarihin gördüğü en düşük faiz oranıydı. Benzer şekilde faizler Avrupa’da %2,5’e, Japonya’da ise neredeyse %0’a indi. Bu şekilde dünya likiditeye boğuldu. Dünyadaki likidite fazlası tahminen 12 trilyon dolar civarındaydı. Bu para, faiz oranlarını büyük ölçüde düşürmüş olan gelişmiş ülkelerin dışında gidecek yer arıyordu. İşte aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelere para akışı bu süreçte gerçekleşti. AK Parti hükümetinin kurulduğu dönem de, bu para akışının başladığı döneme rastladı. Bu ülkelerdeki bütün varlıkların değeri arttı, borsalar fırladı.
Ne yani, Hükümet’in hiç mi dahli olmadı ekonominin toparlandığı bu sürece?
Burada sürecin küresel boyutunu öne çıkarırken, Hükümet’in hakkını yememek lazım. 2001’de %16,5 olan kamu kesimi açığının milli gelire oranı 2005’te %2’nin altına çekildi; bankacılık sektöründe reform niteliğinde değişiklikler yapıldı; bankalar yeniden kredi verebilir hale geldi; otuz yıldır tek haneli rakama indirilemeyen enflasyon %8’e indi; malî disiplin, parasal disiplin sağlandı; reel faizler astronomik rakamlardan %7’lere indi. Kısaca 2001’de diplerde sürünen ekonomi birkaç yıl içinde mucizevî şekilde ayağa kaldırıldı. Evet küresel likidite gelişmeleri ekonomiyi olumlu yönde etkiledi. Bu inkar edilemez. Ne var ki, Hükümet’in ekonomide attığı büyük adımları da görmezden gelmemek lazım.
Peki anladık; Hükümet hem başarılı, hem de şanslı. Ama ben hâlâ geçtiğimiz ay ortasında görülen ekonomik dalgalanmanın sebebini anlamış değilim?
Ben demin kaldığım yerden devam edeyim öyleyse. Küresel likiditenin gelişmekte olan ekonomilere pompalanması sayesinde, gelişmiş ekonomiler ve dünya resesyondan çıkmayı başardı. Maksat hâsıl olduğu için, başta Amerika olmak üzere gelişmiş ülkeler, faizleri düşük tutmanın getirdiği yükselme trendine giren enflasyon gibi riskleri bertaraf etmek amacıyla, tedrici bir şekilde faizleri yükseltmeye başladılar. FED faiz oranını %5’e kadar yükseltti. Faizlerin tedricen arttırılması esas itibariyle probleme neden olmadı. Ama Amerikan Merkez Bankası’nın 10 Mayıs’ta faiz oranlarını %5’e çıkartırken yaptığı açıklamada kullandığı bir ifade, faiz oranlarının bir süre daha yükselmeye devam edeceğine işaret etmekteydi. Aradaki faiz oranı farkı geri ödememe riskini göze almayı sağlayacak kadar yüksek kaldığı sürece bu da problem değildi. Ancak gelişmiş ekonomiler ile gelişmekte olan ekonomiler arasındaki faiz oranı farkı daraldıkça küresel likidite, daha güvenli olan gelişmiş ülkelere gider. Dolayısıyla, 10 Mayıs’taki açıklama ile birlikte, gelişmekte olan ülkelerden çıkışın süreceğine yönelik beklentilerin pekişmesi, çıkışı hızlandırdı. İşte Mayıs ortasında şahit olduğumuz dalgalanmanın esas nedeni bu idi. Eğer gelişmekte olan diğer ülkelerin durumunu incelerseniz, aynı günlerde onlarda da aynı şekilde dalgalanmalar yaşandığını görürsünüz. Ancak Türkiye, Danıştay baskını ve iç siyasette gerilimin tırmanması nedeniyle küresel düzlemdeki bu olumsuz likidite gelişmelerinden en fazla etkilenen ülke oldu.
Ben ekonomideki dalgalanmanın analizinin kısa süreceğini tahmin etmiştim; ama yanılmışım. Neyse, fazla vakit kaybetmeden Danıştay baskınına geçelim. Önce işin nasıl göründüğünü kısaca bir özetleyeyim; sonra aradaki boşluklardan, işin görünmeyen kısmına nüfuz etmeye çalışalım. 17 Mayıs’ta Alparslan Arslan adlı avukat, Danıştay 2. Dairesi’nin 5. kattaki toplantısını basarak M. Yücel Özbilgin’i öldürdü ve diğer dört üyeyi de yaraladı. Eylemin hemen ardından Arslan polisler tarafından tutuklandı. Arslan’ın üzerinde ve Danıştay binasının arkasındaki sokağa park ettiği arabasında Vakit gazetesinin 13 Şubat tarihli ve başörtüsü konusunda karar veren Danıştay üyelerini kastederek attığı “işte o üyeler” manşetli nüshası, Ulusal Haber adına düzenlenmiş sarı renkli kimlik kartı, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği’nin üst düzey bir yöneticisine ait kartvizit ile iki adet tabanca bulundu. Bu arada eylemden bir gün önce binanın güvenlik kameralarının bozulduğu ve tamir için OYAK’a ait bir güvenlik şirketine gönderildiği bildirildi. Danıştay’a saldırı düzenleyen Arslan’ın birkaç gün önce Cumhuriyet gazetesine bomba atan kişilerden biri olduğu da belirlendi. İşte dışarıdan görüldüğü kadarıyla ilk gelişmeler böyleydi.
Bence burada bırakmamalıyız. Zira olayın ardından duyulan olaya dair haberler ve yorumlar da olayın kendisi kadar önemli. Hatta belki de olayın bir parçası. Mesela saldırının hemen akabinde aynı zamanda gazeteci Emin Çölaşan’ın eşi olan Danıştay Başkan Vekili Tansel Çölaşan saldırı sırasında Arslan’ın tekbir getirdiğini ve “Allah’ın elçisiyiz, askeriyiz. Türban kararının cezasını çekeceksiniz” şeklinde bağırdığını iddia etti.
Ama sonradan, bizzat saldırıya maruz kalan yargıçlar tarafından Çölaşan’ın bu ifadeleri yalanlandı. Saldırgan’ın ateş ederken hiçbir şey söylemediğini ifade ettiler. Tabii, Çölaşan’ın durup dururken niçin böyle bir iddiada bulunduğu, bunu kimden duyduğu konusu da haklı olarak tartışılmaya devam ediyor.
Bir de olaya dair bazı devlet yetkililerinin ve siyasîlerin açıklamaları oldu. Bu açıklamalar sıcağı sıcağına yapıldığı için bence önemli. Cumhurbaşkanı Sezer bu saldırının kişisel olmayıp, laik Cumhuriyet’e yönelik olduğunu ve tarihe kara bir leke olarak geçeceğini söyledi. Deniz Baykal ise siyasete kan bulaştığını iddia etti. Tabii gazetelerin 18 Mayıs’taki manşetlerini de bu yorumlara ilave etmek gerek. Milliyet gazetesi “Laikliğe Kurşun” manşetini attı mesela. Radikal “Türban kararını veren Danıştay’a silahlı baskın: Yargıya Türk-İslam sentezci saldırı” manşetiyle çıkarken, Hürriyet “Kaşıya Kaşıya: Türban, her fırsatta toplumun gündemine sokuldu. Danıştay, türbanla ilgili aldığı bir karardan sonra hedef gösterildi. Ve Türkiye’yi sarsan alçakça saldırıya davetiye çıkarıldı” diyordu. Ertuğrul Özkök’ün 18 Mayıs’taki yazısının “Cumhuriyet’in 11 Eylülü” şeklindeki başlığı ise herhalde uzun süre hafızalardan silinmeyecektir. Zira bu, sorumluluk sahibi olması gereken bir kişinin kaleminden çıkması itibariyle hem çok ciddi bir ithamdı, hem de sonraki günlerde kendi kendini inşa eden bir provokasyon niteliğindeydi. Bu yorumlar ve manşetler karşılıksız kalmadı tabii. Saldırıda hayatını kaybeden M. Yücel Özbilgin’in 18 Mayıs’ta Kocatepe Camii’ndeki cenazesine katılan binlerce kişi 28 Şubat dönemini hatırlatan, “mollalar İran’a”, “Türkiye laiktir laik kalacak”, “katil hükümet”, “Çankaya’ya mollalar çıkamaz” şeklinde sloganlar atarak, cenazeye katılan Hükümet üyelerine hakaretler savurdular; hatta fiilî tacizde bulundular.
Yani diyorsun ki, saldırıdan sonraki ilk günün sonunda zihinlerde oluşan imaj şu şekildeydi: Saldırı Danıştay’ın türban konusundaki kararı nedeniyle, dindar bir milliyetçi tarafından yapıldı. Bu açıdan laiklik karşıtıydı. Hükümetse icraatları ve söylemleri ile Türkiye’yi, bu cinayeti teşvik edici bir zemine sürüklemişti. Dolayısıyla laiklik ciddi bir tehlike altındaydı.
Evet aynen öyle. Ancak ikinci günden itibaren olay çok farklı bir yönde seyretmeye başladı. Yakalanan saldırganın irtibatlı olduğu kişiler bir bir ortaya çıktıkça işin rengi değişti. Çünkü Arslan’ın arkasında olduğu düşünülen Muzaffer Tekin ve Ayhan Parlak gibi kişiler, Gladio’nun Türkiye’deki muadili olan Ergenekon’la, yani “derin devlet”le birlikte anılan isimlerdi. Susurluk’ta, Şemdinli’de, Küre ve Sauna’da da adları geçiyordu. Kısaca iş, laiklik karşıtı bir eylem olmaktan çıkmış, “derin devlet”in derin bir provokasyonuna dönüşmüştü. Tabii işin rengi değiştikçe medyadaki yorumlar da aynı şekilde değişti, ya da daha doğru bir ifadeyle, değişmek zorunda kaldı. Zira laiklik karşıtı olarak lanse edilen bir eylemin arkasından laik kişi ve gruplar çıkmıştı.
Yalnız burada Muzaffer Tekin’in delil yetersizliğinden çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığı detayını atlamayalım.
Muzaffer Tekin ile Avukat Arslan arasında doğrudan bir bağlantı bulunamadı. Yanlış hatırlamıyorsam, aralarında sadece bir ya da birkaç kere telefon görüşmesi olmuş. Ancak gazetelerde yer alan iddialara göre Tekin ile Arslan’ın arasındaki irtibatı Ayhan Parlak sağlıyormuş, ki bu da Emniyet’in açıkladığı telefon kayıtlarından kolayca görülebilir. Ayhan Parlak, saldırıdan bir hafta önce Almanya’ya kaçmış ve bu süre zarfında 56 kez saldırgan Arslan ile, 63 kez de Muzaffer Tekin ile görüşmüş. Ayrıca yine kayıtlara göre Parlak’ın üç kez Veli Küçük Paşa ile ve bir kez de İP Genel Başkanı Doğu Perinçek ile görüştüğü tespit edilmiş. Yani bu konudaki iddiaların doğru olup olmadığını öğrenebilmek için Parlak’ın tutuklanarak sorgulanmasını beklemek zorundayız.
Buraya kadar söylenenler işin görünen yüzü. Gazeteleri ya da televizyon haberlerini düzenli takip edenlerin de zaten bildiği şeyler. Şimdi isterseniz, biraz daha derine inelim ve bu olayın kimler tarafından niçin yapılmış olabileceği üzerinde duralım. Türkiye’yi tanımayanlar için bu bir fantezi ya da boş bir komplo arayışı olarak nitelenebilir. Ancak 31 Mart vakası ve Bab-ı Âli baskınından 28 Şubat sürecine değin onlarca provokasyon ve düzmece olayın şekillendirdiği bir asırlık siyasî geçmişimiz nedeniyle, bu tür olayların arkasındaki karanlık emelleri görmeye çalışmamak saflığın ötesinde bir durum olur.
İlk olarak şu tespitten başlayalım: Bu tür provokasyonlarda zincirin son halkasının, yani tetiği çekenin ya da bombayı atanın kimliği hiç önemli değildir. Avukat Arslan’ın geçmişi, fikirleri, inançları olayın mahiyetine dair bize hiçbir ipucu vermez. Hani bazı insanlar vardır. Sofistike düşünemezler, birikimleri ve zihnî kapasiteleri buna yetmez. Dünyayı ancak siyah ve beyaz karşıtlığında algılayabilirler. Olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini geriye ve ileriye doğru bir ya da iki adımdan öteye götüremezler. Böyle insanlar manipülasyona, kullanılmaya açıktır. Gizli servisler ve istihbarat uzmanları bu tipleri özellikle bulup çıkarırlar. Hepsinden önemlisi de, bu türden insanlar siyasî ve ideolojik yelpazenin hemen her renginde görülebilirler. Elbette ki, mahiyeti itibariyle bazı ideolojik renklerin ya da aynı renk içindeki farklı tonların bu tür kesimlere diğerlerinden daha fazla açık olduğu söylenebilir. Ama, öyle ya da böyle, bazılarında daha yoğun olmak üzere, her kesim içerisinde manipülasyona, gaza getirilmeye yatkın tipler mevcuttur. Neredeyse bütün gizli servislerin kullandığı iddia edilen değişik kimyasallar ve beyin yıkama metotlarına hiç girmiyorum. Bu nedenle, bu insanların kimliğinden yola çıkarak bir yerlere varmaya çalışmak yanıltıcı olur.
Haklısın, onun için bu saldırının gerçekleştiği bağlamı ve muhtemel hedefleri üzerinde durmak daha makûl. Geçen ayki TopluYORUM’dan bir alıntı ile başlamak istiyorum:
“Aylardır burada cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye’de merkez-çevre ilişkileri açısından ne anlama geldiğini tartışıp duruyoruz. Tüm o tartışmaların hülasası, merkezî seçkinlerin cumhurbaşkanlığına, çevrenin seçkinlerinden birinin gelmesini kolay kolay hazmedemeyecekleri ve bunu engellemek için ellerinden geleni yapacakları şeklindeydi. Bir tek belki yapabileceklerinin sınırı konusunda mutabık kalamayabiliriz. Başka bir deyişle, ya Hükümet’i erken seçim kararı almaya zorlayacaklar ya da 28 Şubat benzeri bir müdahale ile Hükümet’i düşürmeyi deneyecekler.”
“Hükümet’i erken seçime nasıl zorlayacaklar?”
“Sanki, daha on sene önce başlatılan ve etkileri hâlâ hissedilen 28 Şubat sürecine ev sahipliği yapmış bir Türkiye’de yaşamıyormuş gibi konuşuyorsun. Bunun bir sürü yolu var. En etkilisi bir ‘rejim elden gidiyor’ yaygarasının kopması. Son günlerde dikkat ederseniz merkez medyada ‘irtica’ haberleri yeniden baş göstermeye başladı.”
“AK Parti’nin ‘irtica’ konusunda son derece temkinli, hatta ‘aşırı’ temkinli olmasına rağmen ve daha 28 Şubat sürecinin izleri hâlâ çok taze iken, sizce yeni bir ‘rejim elden gidiyor’ ortamı yaratılabilir mi?”
“Bakın arkadaşlar, 28 Şubat süreci Almanya’daki bir spor salonunda, tahta kılıçlarla oynanan bir ‘oyun’un görüntüleri üzerine inşa edildi. Medya öyle güçlü bir silahtır ki, sinekten yağ da çıkarır, öküzün altındaki buzağıyı eliyle koymuş gibi de bulur. Bu kampanya yoğunlaştırılsa Hükümet, erken seçime gitmeyi kendisi için daha az maliyetli görebilir.”
Bir tek saldırının gününü ve saatini vermemişiz.
Evet, ama bu sadece bizim beklediğimiz bir şey değildi. Akl-ı selîm ile düşünen herkes yaz aylarıyla birlikte ortalığın giderek ısıtılacağını ve bu süreçte de Hükümet’in köşeye sıkıştırılmaya çalışılacağını öngörüyordu. Zira erken seçim kararı alınabilmesi için fazla vakit kalmadı.
Zaman’ın genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı bir yazısında medyada 2006 yılında yer alan irticaa dair haberlerin aylara göre dağılımını vermişti. Buna göre Ocak’ta 187, Şubat’ta 237, Mart’ta 321 ve Nisan’da 858 haber yapılmış irtica ile ilgili olarak. Yani Dumanlı’nın çok akıllıca tespit ettiği gibi kamuoyu bilinçli ve planlı bir şekilde ısıtılıyordu irticaa karşı.
Belki de saldırının birkaç gün içinde, gerçekleştiriliş amacından saparak farklı mecralara doğru gelişmesi, kamuoyundaki bu beklenti nedeniyle oldu. Yani, böyle bir gelişme, 28 Şubat’ı hâlâ çok canlı bir şekilde hatırlayanlar tarafından uzun süredir beklendiği için, Danıştay saldırısını duyar duymaz bu kişiler doğal olarak provokasyondan şüphelendi. Şüphelerinde de haklı çıktılar.
Doğrusu bu söyledikleriniz çok makûl. Muhtemelen de olay dediğiniz gibi cereyan etti. Ancak bu mantık örgüsü içerisinde benim bir türlü anlam veremediğim bir ayrıntı var. Neden arabadan ve saldırganın üzerinden çıkan belge ve izler, birbirleriyle uyuşması muhtemel olmayan farklı kesimleri işaret ediyor? Yoksa bu eylem, Hükümet’in yanı sıra, devlet içerisinde birbirleri ile mücadele eden iki grubun birbirini bertaraf etme çabasının bir yansıması olarak mı gerçekleştirildi?
Bu sorulara cevap verebilecek durumda değiliz şüphesiz. Onun için bence detaylara dair gereksiz spekülasyonlardan kaçınalım. Ama şunu da aklımızdan çıkarmayalım. Yaşadığı siyasî meşruiyet problemi ve içinde bulunduğu jeo-politik konumu nedeniyle Türkiye neredeyse bir asırdır bu tür provokasyonlardan hâli olmadı. Pek çok provokatif eylemin akabinde de, Türkiye kendi içerisinde kısır çekişmelere dalmışken, dışarıda telafisi imkansız zararlara uğradı. Bunun en yakın misali Uğur Mumcu suikastıdır. Bu suikast ile Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasındaki en büyük kaybı olan Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali arasında birkaç ay gibi bir süre vardır. Hatırlarsanız Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te öldürüldü. Ermenistan ise Dağlık Karabağ ile Ermenistan arasındaki bölgeyi 1993’ün Nisan ayında ele geçirdi. Türkiye bu gelişmeyi eli kolu bağlı izlemek zorunda kaldı. Zira Uğur Mumcu suikastı neticesinde İran ile Türkiye’nin ilişkileri olağanüstü gerilmişti. Böyle bir durumda da Türkiye, tek geçiş yolu olan İran toprakları üzerinden Azerîlere yardım etme imkanını yitirdi. Hatta Türkiye, bu dönemde ortaya çıkan Rusya-Ermenistan-İran ittifakını, İran ile arasındaki gerilim nedeniyle engelleyemedi.
Danıştay saldırısının ne tür neticeleri olabilir?
Bunu şimdiden kestirmek çok zor. Ancak uluslararası arenanın çok sıcak olduğunu hatırlatmaya gerek yok herhalde. Enerji fiyatlarındaki yükselmenin de etkisiyle, Avrupa ile Amerika arasında bir enerji rekabeti yaşanıyor. Bilindiği gibi Avrupa enerji, özellikle de doğal gaz konusunda Rusya’ya bağımlı. Öte taraftan GUAM ülkeleri (Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova) Amerika ile yakınlaşma içerisinde. Avrupa ile Amerika arasındaki görüş ayrılığı İran, Irak ve Filistin konularında da kendini hissettiriyor. Türkiye ise tüm bu gerginliklerin merkezinde yer alıyor. Bakü-Ceyhan ve Samsun-Ceyhan boru hatları Türkiye’nin her iki tarafla da ilişkilerinin ne kadar canlı olduğunun bir göstergesi.
Öyle anlaşılıyor ki büyük bir oyunun içerisindeyiz. Ama beni en çok üzen şey, Türk siyasetinde ağırlığı olan kişilerin bu oyunun bir parçası gibi hareket etmesi. Yanlış anlaşılmasın, “bu insanlar da bu komplonun içindedir” anlamında söylemiyorum bunu. Ama verdikleri beyanatlar ve yaptıkları yorumlar feraset ve basiretten o kadar uzak ve kışkırtıcı idi ki, adeta komplocuların yanında yer aldılar. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı, mesela, son derece basiretli davranarak halkı sükunete davet edebilirler ve Türkiye’nin daha fazla yara almasını engelleyebilirlerdi. Ama bunun tersini yaptılar. Zaten manipülasyon neticesinde kabartılmış hislerle hareket eden halkı daha da galeyana getirici beyanatlar verdiler.
Hatta Cumhurbaşkanı’nın tavrı o kadar göze battı ki, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, Cumhurbaşkanının “bir tarafın sözcüsü” gibi davrandığını belirtti. Bu Sezer için olmasa da, cumhurbaşkanlığı makamı için çok yaralayıcı bir itham.
Öte yandan CHP’nin ve Baykal’ın tavrı da son derece bayağıydı. Baykal, Danıştay baskınını siyasî ranta tahvil etmeye çalıştı. İlk andan itibaren olayı sürekli olarak Hükümet’in üzerine yıkmak istedi. Ama CHP’nin bu çirkef tutumu halkın hafızasına kazındı. Ne kadar merkez sağa açılmak isterse istesin, CHP halk için hep ‘öteki’ olmaya devam edecektir.
Ben de son olarak Hükümet’e bir tavsiyede bulunayım bari. Hükümet’in önünde iki seçenek var: Biri diğerine göre daha kolay. Ancak, bilinmelidir ki kolay olanın seçimi muhtemelen AK Parti’nin sonunu getirecek. Zor olanın seçiminde ise AK Parti’nin en azından muvaffak olma şansı mevcut.

Paylaş Tavsiye Et