Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2010) > Topluyorum > İran’da iflas eden Kemalist devrimdir!
Topluyorum
İran’da iflas eden Kemalist devrimdir!
İstanbul’daki sıcak ve nemli havanın ağırlığına nispet edercesine, iç ve dış siyasetin harareti de yeniden yükseliyormuş gibi geliyor bana. Bence bu akşam özellikle iki konuya yoğunlaşmalıyız. Biliyorsunuz, Ergenekon Davası mutat bir tempoda devam ederken, kamuoyunun gündemine bir “komplo belgesi” bomba gibi düştü. Bu akşam ele alacağımız konulardan biri elbette ki bu belge ve belgenin neden olduğu gerilim olacak. Konuşmamız gereken ikinci büyük mesele de İran’daki seçimlerin ardından yaşanan gelişmeler.
Obama’nın 4 Haziran’da, Kahire’de, İslam dünyasına yönelik olarak yaptığı konuşma da önemliydi bence. Dinleyicileri “Esselamu Aleyküm” diye selamlayan Obama, ABD’nin İslam dünyası ile ilişkilerinde yeni bir başlangıç yapacağını duyurdu. Bu konuda ülkesinin geçmiş yıllarda yaptığı büyük hatalara değindi. Irak Savaşı öncesinde diplomatik süreçlerin yeterince ve etkin bir şekilde işletilmediğini kabul etti. Hukukun askıya alındığı Guantanamo Hapishanesi’nin yakında kapatılacağını söyledi. Galiba ABD, yaptığı yanlışların nihayet farkına varmış ve gerçekten de yeni bir başlangıç yapıyor.
Bence bunu söylemek için henüz erken. Unutmayalım ki, 2005 yılında Kahire’de Condoleezza Rice da benzer bir konuşma yapmıştı ve Arap-İslam dünyasına demokrasi çağrısında bulunmuştu. ABD’nin Ortadoğu’da o ana kadar istikrarı demokrasiye tercih ettiğini, ancak bundan böyle demokrasiyi istikrara feda etmeyeceklerini, halkların demokratik taleplerini destekleyeceklerini dile getirmişti.
Aslında Obama’nın 4 Haziran’da yaptığı bu konuşmayı, Rice’ın 2005’teki konuşmasının bir devamı gibi okuyabiliriz. ABD, 11 Eylül sonrasında büyük bir hata yaptığını yeni anlamış değil. Nitekim Bush’un ikinci dönemindeki politika ve söylem değişikliği bu hatanın nispeten erken bir dönemde fark edildiğini gösteriyor. Biliyorsunuz 11 Eylül’ün hemen akabinde ABD dış politikasına hâkim olan söylem yeni-muhafazakâr bir ton taşıyordu. ABD, uluslararası kamuoyunun desteğini ve BM’nin meşrulaştırıcı onayını göz ardı ederek, tek-taraflı adımlarla dünyaya yeni bir düzen vermeye kalkışmıştı. Ancak kısa zamanda ABD’nin bu yeni stratejisi duvara toslayınca Bush hükümeti ikinci döneminde, en azından söylem düzeyinde bir değişime gitme ihtiyacı hissetti. Neoconların etkisinin de Bush’un ikinci döneminde azaldığını görüyoruz. Rice’ın 2005’teki konuşması muhtemelen bu değişimi aksettiriyordu.
İyi diyorsun da bu konuşmaların gerçeklerle bir alakası var mı? Ne değişti ABD’nin dış politikasında?
ABD’li karar vericiler Afganistan ve Irak fiyaskosundan sonra dünya siyasetinin kaba güçten ibaret olmadığını anlamış gibiler. BM’yi devre dışı bırakmanın ve uluslararası girişimlerde tek-taraflılığın ne kadar yıkıcı sonuçlara götürdüğünü ve İslam’la girilecek topyekun bir savaşın kaybedilmeye mahkum olduğunu gördüler. ABD’nin radikalizmi önlemeye yönelik her adımı, radikalizmi beslemekten başka bir işe yaramadı. Dolayısıyla bu söylem ve politika değişikliği bence bir tercih değildi. ABD’li karar vericiler mecburen çark etmek zorunda kaldılar. Obama gibi bir siyahinin ABD başkanı olması bile bir gereklilikti. Dolayısıyla ben şahsen bu söylemin ardında bir gerçeklik olduğunu düşünüyorum. Ve bunu da ABD’nin yeni yöneticilerinin basiretine, samimiyetine ve iyi niyetine değil, şartların zorlamasına bağlıyorum. Dediğim gibi bu zorunluluk kendini ta Bush döneminin ilk yıllarından itibaren göstermişti. Bush’un açık bir şekilde geri adım atması kolay değildi elbette. Bush ancak ikinci döneminde söylemini yumuşatabildi ve neocon etkisini minimuma indirdi. Bu açıdan Obama’nın başkanlığı ve Demokratların hükümeti, ABD’nin toparlanması ve son yılların telafisi için büyük bir şans. Muhtemelen ABD’li politika yapımcıları ve karar vericileri de bu şansı sonuna kadar kullanmaya çalışacaklar.
Doğrusu ben yeni başlayan bu sürecin dünyanın geri kalanı için pek de olumlu bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ABD emperyal bir güçtür ve dünya siyasetinde emperyal hedefler gütmektedir. ABD’nin bu emperyal kimliği, Demokrat ve Cumhuriyetçi ya da Obama ve Bush ayrımlarını aşan, iç ve dış politikaya yönelik bütün politikaları yatay kesen ve belli bir tarihsellik içeren derin bir unsurdur. Bush’un özellikle birinci döneminde ABD, politika hedefleri ile söylemi arasında bir farklılaşmaya gitme ihtiyacı hissetmedi. Realist ve emperyalist bir politikaya paralel olarak realist bir söylem benimsedi. Tabir caizse riyakarlık yapmadı, niyetlerini gizlemedi. Ancak Obama ile birlikte yeni bir dönemin başlayacağı söyleniyor. Ben bu dönemde de ABD’nin emperyal hedeflerinden vazgeçeceğini zannetmiyorum. Ancak, buna rağmen söylemini yumuşatması ve daha kuşatıcı bir dil benimsemesi, ABD’nin emperyal politikalarını gizleyecektir herhalde. Bunun da küresel çapta bir göz boyama ya da aldatma olduğunu düşünüyorum. Bu durum bizi de etkileyecektir.
Söylediklerinde haksız sayılmazsın. Ama ben de şahsen bu söylem değişikliğinin, sınırlı da olsa, bir politika değişikliği ile destekleneceğini zannediyorum. Ayrıca Türkiye ile ABD arasında, Soğuk Savaş’ın bitişinden bu yana hiç olmadığı ölçüde bir menfaat ve genel yaklaşım birliği olduğu kanaatindeyim. Biliyorsunuz Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD’de bir dönem liberal-idealist bir hava esmişti. ABD son derece özgürlükçü ve kuşatıcı bir söylem benimsemişti. Türkiye ise bunun tam tersine, 1990’lar boyunca gerilimli ve içe kapanmacı bir dönem yaşadı. Sonra ABD, 11 Eylül ile birlikte özgürlükçü söylemden uzaklaştı, dışlayıcı bir politika benimsedi. Türkiye ise yine ABD’nin aksine, AKP iktidarı ile yeni bir açılım dönemine girdi. Şimdi ABD, Obama ile yeni bir döneme giriyor. İşte bu dönemin ben, aralarındaki yaklaşım birliğinden dolayı, Türkiye-ABD ilişkileri açısından bir şans olduğunu düşünüyorum.
Benim dikkatimi çeken başka bir şey var. Tarihsel-sosyolojik bir perspektiften baktığımızda, ABD gibi emperyal ve hegemonik bir devletin dış politikasında bu kadar kısa bir zaman diliminde bu denli radikal bir söylem ve/ya politika kaymaları yaşanması, ABD açısından pek sağlıklı bir durum değil. Aynı şey Türkiye için de söz konusu. Ama uzunca bir süredir Türkiye’nin zaten sıkıntılı bir dönemden geçtiği herkesin malumu. Dolayısıyla bu denli hızlı ve köklü değişimler Türkiye’ye çok görülmüyor. Kısaca söylemek istediğim, bir dünya imparatorluğu olan ABD’nin nispi gücünün gözlerimizin önünde çözüldüğü. Uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında bunun görülmemesi mümkün değil.
İsterseniz bu meseleyi daha sonraya bırakalım. Bu akşam asıl şu “komplo belgesi”ni konuşmamız lazım. Hatırlarsanız Taraf gazetesi birkaç hafta önce “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” başlığıyla gizli bir belge yayımladı. Belgenin altında Kıdemli Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen bir imza var. Ve yine Taraf’ın iddiasına göre plan, Genelkurmay Harekat Başkanlığı 3. Destek Şube Müdürlüğü’nde hazırlanmış. Tabii olarak, plan gündeme düşer düşmez büyük bir infiale neden oldu. Eleştiri okları Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a yöneldi. Ardından askerî savcı bir soruşturma başlattı ve neticede belgenin fotokopi olduğunu, aslına ulaşılamadığını ve altındaki imzanın Çiçek’e ait olmadığını savunarak dosyayı kapattı. Ama tartışma burada bitmedi. Başbakan artık dosyanın sivil savcılarda olduğunu ve bu işin peşini bırakmayacaklarını söyledi.
İşin bence daha garip tarafı, askerî savcılığın kararından sonra 26 Haziran’da İlker Başbuğ’un ilgili belgeyi “bir kağıt parçası” olarak nitelediği ve Taraf gazetesini üstü kapalı olarak tehdit ettiği o sert açıklamalarla dolu basın toplantısının hemen akabinde Ergenekon savcılarının Albay Çiçek’i ve diğer sekiz muvazzaf askeri sorgulamak için davet etmesi. Yani mücadele gittikçe büyüyor, taraflar daha da keskin bir şekilde pozisyon alıyor.
yeşil Taraf gazetesinin Başbuğ’a cevabı da senin bu söylediğini destekler nitelikte. Başbuğ’un basın toplantısının ertesi gününde Taraf’ın manşeti “Geçti O Günler Cancağızım!” şeklinde son derece tahfif edici, bunun için de çok ağır bir manşetti.
Bu arada bir gelişmeyi daha hatırlamakta fayda var. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’i yargılayan ve mahkum eden askerî hâkim evinde intihar etti.
Neden acaba?
Nedeni ne olursa olsun, eminim ki Ergenekon Davası’na bakan hâkimlerin içine bir kurt düşmüştür. Bakalım bu süreç daha ne kadar çirkinleşecek.
Sorum araya kaynamasın lütfen. Bu “belge” ya da “kağıt parçası” ne anlama geliyor?
Eğer Taraf’ın haberi doğruysa, eğer Genelkurmay Başkanlığı’nda ya da ona bağlı bir birimde böyle bir belge hazırlandıysa bu, Ergenekoncu güçlerin henüz pes etmediği, bu konuda hangi aşamaya gelinirse gelinsin mücadeleye devam ettikleri ve AKP gibi bir partiyi asla içlerine sindiremedikleri anlamına geliyor. Bu işin görünen yönü. Yok eğer böyle bir belge yoksa, birileri sahte bir belgeden yola çıkarak ortalığı karıştırmak istiyorlarsa işte o zaman bu “kağıt parçası”nın ne anlama geldiği üzerinde ciddi ciddi düşünmek gerek.
Bir yoruma göre bu “kağıt parçası”nı Ergenekoncular kasti olarak çıkardılar. Amaçları, kendileri gibi düşünmeyen ve eylemlerine engel olan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u köşeye sıkıştırmak ve belki de istifaya zorlamak.
Ben de kendi yorumumu söyleyeyim. Eğer bu bir “kağıt parçası” ise bence bunun altında büyük bir oyun var. Ordu içerisinde kapsamlı bir tasfiyenin yapıldığını zannediyorum. Hatta bana kalırsa bu “kağıt parçası”nı her gün sağda solda ortaya çıkarılan gömülü silahlarla birlikte düşünmek gerek.
Ne alakası var?
Ben şahsen ortaya çıkarılan gömülü silahların da bir tezgah olabileceğini düşünüyorum. Daha doğrusu, söylendiği gibi bu silahların ne darbe yapmak ne de darbeye zemin hazırlamak için gömüldüğüne inanıyorum.
Peki bu silahları kim, niye gömdü?
Kimin niye gömdüğünü bilemem. Belki de Soğuk Savaş döneminde gayri nizami harp için gömülmüş olan ve 1998’de alınan bir kararla temizlenen ya da temizlendiği zannedilen silahlardandır bunlar. Ama neticede ortaya çıkarılan bu silahlar orduyu ya da daha doğru bir ifadeyle ordunun halihazırdaki yönetimini çok zor durumda bıraktı. Eğer bu silahlar Ergenekoncular diye bilinen grup tarafından gömülmüş ise bu silahları ortaya çıkaranlar onlara şöyle bir mesaj vermiş oldu: “Hangi silahları nereye gömdüğünüzü biliyoruz. İstediğimiz zaman istediğimiz silahı gömülü oldukları yerden çıkarma kudretine de sahibiz.” Yok eğer bu silahları bu grup değil de, tıpkı “kağıt parçası”nda olduğu gibi Ergenekoncuları köşeye sıkıştırmaya çalışan karşı bir grup gömdüyse o zaman da bu adım biraz önce bahsettiğim tasfiye hareketinin bir parçası olarak okunmalı. Daha önce burada defalarca konuştuğumuz gibi Türkiye’de çok üst seviyede bir mücadele yaşanıyor. Bu mücadelenin bir geçmişi var. Mesela bu mücadele bir yönüyle Susurluk kazasına, diğer yönüyle 28 Şubat sürecine, bir diğer yönüyle de 1 Mart Tezkeresi’ne dayanıyor. ABD öyle zannediyorum ki 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesinin sorumlusu olarak orduyu görüyor. Belki de bir daha bir benzerini yaşamamak için ordu içerisindeki ABD muhalifi güçler tasfiye ediliyor. Dolayısıyla belki de, aslı olsun olmasın, bu “kağıt parçası” ya da “belge” de bu büyük oyunun bir kısmını oluşturuyor.
Ne yani, Ergenekoncular aslında iyi adamlar mı?
Bir noktada dikkatli olmamız gerekiyor arkadaşlar. Diyelim ki, söylenenler doğru. Diyelim ki, ordu içerisinde bir tasfiye yapılıyor. Diyelim ki, ABD muhalifi güçler, ABD’ye yakın güçler tarafından tasfiye ediliyor. Fakat bu mücadelenin taraflarını iyi ya da kötü diye nitelendirmek bence stratejik bir hata olur. Bir kere ABD’nin tasfiye ettiği iddia edilen grup Türkiye’deki sosyal dönüşümü kabullenmeye direnen, ABD’nin yeni sosyal kesimlerle irtibata geçmesini içine sindiremeyen, kapalı ve otoriter bir siyasi yapıyı savunan ve bu nedenle ABD’ye alternatif olarak Rusya ve Çin eksenine yakınlaşmaya çalışan bir grup. Dolayısıyla tasfiye edilen bu grup sütten çıkmış ak kaşık değil. Öte yandan tasfiye eden grup için de benzer bir durum söz konusu. Yani ABD’ci olmak da bence Rusyacı ya da Çinci olmak kadar sakıncalı. Sözün özü bu mücadeleyi dikkatle izlemeliyiz. Ancak taraflardan birini diğerine tercih etmek gibi bir yükümlülüğümüz yok. Allah sonumuzu hayreylesin.
Benim anlamadığım bir nokta var. Irak’ın işgalini ABD’de en çok neoconlar istiyorlardı, bu bir. İkincisi, ABD’nin Türkiye’de 1 Mart Tezkeresi’nin geçmemesinin sorumlusu olarak Ergenekoncuları gördüğünü söylüyorsun ve bunun için Ergenekoncuların tasfiye edildiklerini iddia ediyorsun. Öte taraftan biz biliyoruz ki eskiden beri bu Ergenekoncuları en çok destekleyenler, İsrail’e de yakın olan ABD’deki neoconlar. Tüm bunları aynı resmin içine nasıl yerleştiriyorsun?
Doğrusu bu benim için kolay olmuyor. Ama şu kadarını söyleyebilirim. ABD’nin halihazırdaki dış politikasında neocon etkisi yok denecek kadar az. Afganistan’daki ve Irak’taki başarısızlığın faturası, biliyorsunuz, büyük ölçüde neoconlara kesildi. Bu süreçte de bir bir tasfiye edildiler. Dolayısıyla bence, Ergenekoncuların ardındaki neocon, ya da daha doğru bir ifadeyle Yahudi lobisinin desteği, bugün ABD’nin Türk ordusu içerisindeki ABD karşıtlarından kurtulmaya çalışması ile çelişmiyor.
Bu cevabın yeterince tatmin edici olduğunu söyleyemeyeceğim. Zaten en başından beri denklemin içerisinde nereye koyacağımı bilemediğim en önemli unsur İsrail oldu. Neyse, bu soruyu bugün burada cevaplayabilecek değiliz. Vaktimizin kalan kısmında da İran meselesini konuşalım istiyorum. Biliyorsunuz, seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle Tahran sokakları savaş alanına döndü. Onlarca gösterici öldü. Gayriresmî rakamlara göre ölü sayısı yüzü aştı. Tüm bunlar ne anlama geliyor? Otuz yılın ardından, İran için bir karşı devrim dönemi mi başlıyor?
Protestocuların sokağa dökülmelerinin ardında yatan en temel sebep Ahmedinejad’ın beklenenden çok daha yüksek bir oy alması. Bunu da geçen seçimlerde Ahmedinejad’ın aldığı oylardan, seçimlere katılım oranından vs. çıkarıyorlar. Üstelik Ahmedinejad çok da başarılı bir dönem geçirmiş değil. Dolayısıyla protestocuların gözünde Ahmedinejad’ın geçen seçimlerde aldığı oyun yükselmesi (hem de sekiz milyon kadar) için hiçbir sebep yok. Bu nedenle seçimlere hile karıştırıldığını düşünüyorlar. Üstelik Türkiye ve dünyadaki imajlarının aksine, protestocular sadece Reformcu diye bilinen, laik ve Batılı tarzda bir siyasi düzeni savunan kesimlerden de oluşmuyor. Ben, mesela, seçimlerden iki gün sonra Tahran’da idim. Protesto gösterilerine katıldım. Protestocular arasındaki çarşaflı kadınların sayısı hiç de az değildi. Ayrıca Reformcuların sembolü olarak görülen Musevi’nin Humeyni’ye en yakın birkaç kişiden biri olduğunu ve geçmiş dönemde İran’da sekiz yıl başbakanlık yaptığını da unutmayalım.
Ama İran’da hatırı sayılır bir kesimin mevcut siyasi yapıdan müşteki olduğu doğru, değil mi?
Elbette doğru. Bir kere İran içerisinde de bir derin devlet var. Ayrıca son otuz yıllık iktidarın getirdiği bir yozlaşma ve körleşme de mevcut. Devrim mevcut burjuvayı yıktı ama zaman içerisinde kendi burjuvasını ortaya çıkardı. Ahmedinejad’ı geçen seçimlerde iktidara taşıyan ve bu seçimlerde de, eğer hile yoksa, Ahmedinejad’ın oylarını yükselten temel saik bu yozlaşma halinin halk nezdinde neden olduğu infial. Dolayısıyla, haklısın, mevcut siyasi yapıdan memnun olmayanların sayısı bir hayli yüksek. Söylemek istediğim, bu memnuniyetsizler sadece İslami rejimden kurtulmak isteyenlerden müteşekkil değil. Musevi, Hatemi, Kerrubi, Suruş, Kum uleması, Devrim Muhafızları lideri vs. Bunlar rejimin İslami oluşuna değil, rejimin içe kapanmacı oluşuna, dış dünya ile irtibatını koparmasına, bütün Batı’yı karşısına almasına, İran’da özgürlükleri sınırlamasına ve sistemin yıllar geçtikçe kendi burjuvasını yaratmasına karşılar. İşte bunlara Reformcu deniyor. Reformcular İran Devrimi’nin önde gelen liderleri aynı zamanda. Sadece zaman içerisinde ortaya çıkan ihtiyaçlardan dolayı bazı değişikliklerin yapılmasını savunuyorlar. Reformcuların karşısında ise sistemi olduğu gibi götürmeyi savunan Muhafazakârlar bulunuyor. Bu Muhafazakârların bir kısmının sistemin getirdiği ranttan nasiplendiğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Reformcuların “artık yeter” demelerinin ardında ABD’de başlayan Obama döneminin de etkisi olabilir. Biliyorsunuz Obama Bush’a nispetle İran’a karşı daha yumuşak bir üslup kullanıyor. İran’daki Reformcular bu söylemi fırsat bilerek İran’ı içine itildiği yalnızlıktan kurtarmak istiyor olabilirler.
Anladığım kadarıyla İran’da genel bir memnuniyetsizlik halinin olduğundan, ancak bu memnuniyetsizliğin İslami rejimden değil, yöneticilerden kaynaklandığını söylüyorsunuz.
Kısmen böyle söylüyoruz. Ama İran’da rejimden şikayetçi olanların sayısı da az değil. Bunları da büsbütün görmezden gelemeyiz.
O zaman, son otuz yılın muhasebesini yapmak için uygun bir zaman olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz İran İslam Devrimi tüm dünyada büyük bir ilgi uyandırmıştı. Pek çok Müslüman ülkede benzeri devrimler yapmak için gruplaşmalar oldu. Bu yönde yayınlar yapıldı, zihinler motive oldu. Ama bugün çok farklı bir noktadayız galiba. Mesela İran Devrimi’nin başarılı olamadığını, provokatif bir şekilde söylemek gerekirse, “İslam Devleti” kavramının bir gerçekliğinin bulunmadığını söyleyebilir miyiz?
Madem provokatif bir soru sordun, ben de provokatif bir cevap vereyim öyleyse. Bir kere İran İslam Devrimi modernite ve Batı karşıtı bir söylem üzerine inşa edilmiş olsa da, özü itibarıyla modern bir girişimdi. Hatta “İslam Devleti” tabiri bile, kanaatimce, modern bir terkiptir.
Bakalım bu işin sonu nereye varacak?
Bakın arkadaşlar, modern dönemde “devlet” (state, etat, staat) kavramının ortaya çıkmasının ardında derin bir felsefî dönüşüm yatar. Devletin Batı’da bugünkü anlamını kazanması 17. yüzyıldaki büyük zihinsel dönüşümden sonra gerçekleşmiştir. Daha önce devlet yerine kullanılan ifade daha ziyade politeia/res publica/common wealth idi. Mekanik kozmolojinin bir yansıması olarak, devlet halktan ve diğer varoluş alanlarından bağımsız, dolayısıyla oluş ve bozuluş kuralına tabi olmayan bir makine olarak algılanmaya başlamıştır. Bu algılamada Hobbes’un Leviathan’ının rolü büyüktür. Bu anlayışa göre devlet, gayri şahsi yapılardan ve süreçlerden ibarettir. Halk nezdindeki değişim ve dönüşümler devlete sirayet etmez. Bu anlamıyla devlet nüfuz edilemez müstakil ve mutlak bir yapıdır. Kadim siyasal düşüncede ise devlet ile halk arasında karşılıklı bir dışlayıcılık ilişkisi kurulmaz. Mesela İbn Haldun devleti suret, halkı da madde olarak tanımlar. Felsefeye biraz aşina olanlar bilirler ki, madde ile suret ayrılığı ancak zihinsel soyutlamayla mümkündür. Yoksa bu ayrılığın gerçek bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla kadim düşüncede devlet halk, halk da devlet demektir. Halkın değişimi ve dönüşümü devletin de değişimi ve dönüşümü anlamına gelir.
Sözü İran Devrimi’ne nasıl getireceksin acaba?
Çok kolay. Devrim, özü itibarıyla, “devlet”i ele geçirmek, onu dönüştürmek ve yönetmek anlamlarına gelir. Zira devrimci düşünce, kolaycı ve indirgemeci bir şekilde “devlet”i hedefler, halkı değil. Böyle mekanik ve müstakil bir devlet anlayışı, yukarıda tarif etmeye çalıştığım modern devlet anlayışıdır. Devrimci zihniyet, devleti halktan bağımsız ve önce zannettiği için, bir makine ya da aparat olarak gördüğü devleti ele geçirdiğinde siyaseti ve toplumun geleceğini de belirleyebileceğini zanneder. Halbuki devlet halkın bir tezahürü, yani suretidir. Metaforik bir dille söylemek gerekirse, devlet halkın gölgesidir. Gölgeyi ele geçirmek ne kadar mümkünse, devleti ele geçirmek de ancak o kadar mümkündür. “Layık olduğunuz gibi yönetilirsiniz” hadis-i şerifi bence aynı gerçeğin aynadaki aksidir. İran’da devrimciler devlet aygıtını ele geçirmek ve bu aygıtın imkanlarını kullanarak halkı dönüştürmek arzusunda idiler. Ancak tamamen modern bir algılamaya dayalı bu proje zaman içerisinde iflas etti. Dolayısıyla, kanaatimce İran’da otuz yılda öğrenilen en büyük şey devletin mekanik ve müstakil bir yapı olmadığı gerçeği olmuştur.
Bir de “İslam devleti diye bir şey yoktur” demiştin.
Doğru; müstakil ve mekanik bir kurum olarak “devlet” yoktur da ondan. Dolayısıyla bir “İslam devleti”nden değil “Müslümanların devleti”nden bahsedebiliriz. Ancak dikkat ederseniz burada aslolan, devleti oluşturan insanlardır; insanlardan bağımsız kurum ve süreçler değil. İşin ilginç tarafı nedir biliyor musunuz? İran ve Türkiye’nin 20. yüzyılda yaşadığı siyasal tecrübe aslında aynı tecrübedir. Çağdaş Türkiye’yi kuran Kemalist ya da Jön Türk Devrimi, şekil itibarıyla İran İslam Devrimi’nden farklı değildir. Her iki devrim de modern ve mekanik devlet ve siyaset anlayışına dayanır. Her iki devrim de devleti müstakil bir aygıt olarak algılamış ve halkın devlet eliyle dönüştürülmesini hedeflemiştir. En önemlisi ise yaslandıkları ortak felsefî arka planın yanlışlığı nedeniyle, her iki devrim de hedeflerine ulaşamamıştır. Diğer bir deyişle Ergenekon, modern siyaset algısının bir hikayesinden başka bir şey değildir.

Paylaş Tavsiye Et