Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2010) > Söyleşiyorum > OSMAN CAN: “Anayasa paketi, darbe ruhunu ortadan kaldırır”
Söyleşiyorum
OSMAN CAN: “Anayasa paketi, darbe ruhunu ortadan kaldırır”
Konuşan: Sezgin TUNÇ
Son dönemde hukuk ve yargı etrafında dönen tartışmalar bazı yapısal değişimlerin habercisi niteliğinde. Modern Türkiye’nin tarihinde kamuoyu hiç bu yoğunlukta bir hukuk ve yargı gündemine şahit olmamıştı. Bu kapsamda Anayasa Mahkemesi Raportörü ve Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Doç. Dr. Osman Can ile son yılların yoğun hukuk gündemi üzerine konuştuk. Mevcut hukuk tartışmalarını anlamayı ve yorumlamayı kolaylaştıran değerlendirmeleriyle Osman Can, Demokrat Yargı Derneği, Weimar dönemi ile Türkiye arasındaki benzerlikler, anayasa değişikliği paketi ve Türk hukuku ile yargısına dair derin ve çarpıcı tespitlerde bulundu.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Can, Almanya’da Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde “Türk ve Alman Hukukunda Cumhurbaşkanının Hukuksal Konumu” konulu tez ile 1997 yılında yüksek lisans; yine aynı üniversitede “Düşünceyi Açıklama Özgürlüğünün Anayasal Sınırları” konulu tez ile de 2000 yılında doktorasını tamamladı. “Demokratikleşme Serüveninde Anayasa ve Siyasi Partilerin Kapatılması” başlıklı çalışmasının ardından 2006’da anayasa hukuku doçenti unvanını aldı. Çeşitli üniversitelerde dersler veren Can, 2002 yılından bu yana Anayasa Mahkemesi Raportörlüğü görevini icra etmekte, ayrıca 2010 yılında kurulan Demokrat Yargı Derneği eşbaşkanlığını yürütmektedir.
 
Demokrat Yargı Derneği hangi ihtiyaçtan doğdu? Derneğiniz, Türkiye toplumu ve yargı mekanizması için neler söylüyor?
Demokrat Yargı Derneği, Türkiye’de yargı kültürünün adeta bir demokrasi karşıtlığı üzerine inşa edilmesine yönelik bir itirazdan doğdu. Türkiye’de yargı sisteminin, kuruluş aşamasından 27 Mayıs’a, 12 Mart’tan 12 Eylül’e ve 28 Şubat’tan bugüne kadarki tarihsel sürecinde hep demokrasi karşıtı bir cephenin koalisyon ortağı olarak çalıştığını görüyoruz. Anti-demokratik bir kültür üzerine inşa edilen Türk yargısı bugün de aynı çizgiyi takip ediyor. Demokrat Yargı Derneği bu kültürde adaletin sağlanmadığını, ciddiye alınmadığını, hele hele politik konularda adaletin zaten hiçbir şekilde beklenmemesi gerektiği saptamasını yapmış durumda. Buna yönelik olarak artık yargının içinden farklı seslerin var olduğunu ve buna isyan ettiğini gösteren, toplumun adalet beklentilerine yanıt veren bir yargı sisteminin inşa edilmesi gerektiğini düşünen arkadaşların bir araya gelerek oluşturdukları bir dernek.
 
Katıldığınız bir televizyon programında Weimar dönemi ve Weimar Anayasası tartışılmıştı. O dönemle bugünün Türkiye’si arasında ne gibi benzerlikler öne çıkıyor? Weimar, bugüne dair önemli bazı işaretler mi taşıyor?
Bir cümleyle özetlersek eğer: Weimar, demokratikleştirilmesi ihmal edilmiş bulunan bir devlet aygıtının demokratik siyaseti boğmasıdır. Weimar yargıyla bağlantılı olarak dile getirilmişti o programda. Weimar dönemi’ni sona erdiren gelişmelerin yargı, ordu ve üniversite işbirliğinin ürettiği bir prodüksiyon olduğunu söylemek gerekiyor, tabii ki sermaye ile antisemitizm unsurlarını ihmal etmeden. Türkiye’de 27 Mayıs’ı hazırlayan dinamikler de aşağı yukarı aynı. Bu yapı, Türkiye’de demokrasi ve insan hakları kavramlarının şöyle köşesinde bucağında yer edindiği ama içerik itibarıyla anti-demokratik bir sistemin bugüne kadar varlığını devam ettirmesine imkân verdi. Ama bugünden sonra varlığını devam ettirebilmesi çok fazla mümkün değil.
Almanya’da nasyonal sosyalizmi ortaya çıkaran temel dinamiklerin başında yargı gelir. Yargının Yahudiler hakkında verdiği kararlar gelir. Orada yargının demokrasiye karşı, en iyi ihtimalle bir ilgisizlik ama genelde bir nefret, ret ve tiksinme anlayışı üzerine verdiği kararlar dikkat çeker. Darbe girişimlerinin meşrulaştırılması yargı eliyle gerçekleşiyor. Aşırı ulusalcı partilerin eyaletler tarafından engellenmeleri de yargı eliyle imkansızlaştırılıyor. Almanya’da polis teşkilatının nasyonal sosyalistlerin eline geçmesine imkan sağlayan da yine yargıdır. Yani kurumsal olarak bakıldığı zaman Almanya’da nasyonal sosyalizme en büyük desteği sağlayan kurumun yargı olduğunu net olarak görüyoruz.
Türkiye’de de yargının genetiği Weimar dönemi yargısının genetiğinden çok da farklı değil, sonuçta Mahmut Esat Bozkurt ve Recep Peker geleneğinden söz ediyoruz. Türkiye’de yargı devletçidir, anti-demokratiktir, özgürlükçülük söylemleri sadece birer jargon ifadesidir. Kararları içerisinde özgürlük Latincesiyle sadece bir obiter dictumdur; yani kararın içeriğine herhangi bir etkisi bulunmayan öylesine süslü ifadelerdir; yoksa özgürlük kaygısı yoktur. Hrant Dink kararlarını hatırlayalım. 17 bin faili meçhul cinayet konusunda yargının -yargı derken hep üst yargı birimlerinden söz ediyorum- bugüne kadar hiçbir tepki vermediği gerçeği ortadadır. Eğitim-Sen konusunda verilen kararlar vardır. Onun dışında, devletin sistemine -darbe ideolojisine diyelim ya da- karşı çıkan herkese adeta hakaret serbestîsi şeklinde verilen genel kurul kararı vardır. “Kürtlerin öldürülmesi gerekir” lafına halkı bilgilendirme ve bilinçlendirme olarak bakan üst yargı kararları vardır. Bu kararlardaki örneğin “Kürt” kavramını çıkarıp onun yerine “Yahudi” kavramını koyduğunuz zaman Weimar yargısıyla karşı karşıyasınız. Ama şükür ki toplumumuz Alman toplumu değil.
 
Sözünü ettiğiniz bu yapının toplumsal bir karşılığı var mı peki?
Evet, bu anti-demokratik yapının düşük de olsa bir toplumsal karşılığı var. Ama toplumun genelinin benimsediği değer, demokrasi ve özgürlük çerçevesi, gelecek kuşaklara karşı sorumluluk içerisinde kurulmuş bir siyasal sistem arayışıdır. Türk toplumu karşılaştığı her şartta, ekonomik ve siyasal krizlerde dahi demokratikleşme gerekliliklerini hiçbir zaman ihmal etmemiştir ve bugüne kadar temel siyasi konularda daima doğru karar vermiştir. Ama Türk bürokratik kurumları bunun tam tersi kararlar vermişlerdir ve vermeye de devam etmektedir. Bugün kurumların tepkilerine bakıldığı zaman bunu çok net olarak okuyabiliriz.
 
Türkiye’de hukukun ve yargının seyri incelemeye girişildiğinde hep 1961 ya da 1982 Anayasası’na dönüp bakıyoruz. Ama aslında Türk yargısının üzerine inşa edildiği zemin ve sorunlar temellerini daha gerilerden almıyor mu?
Tabii Osmanlı döneminde başlayan bir Batılılaşma sürecimiz var; ama biz zaten Batı’nın içindeyiz de. Bunun yanında Batı’nın normlarıyla, siyasal kodlarıyla da donanalım şeklinde bir arayış var o dönemlerde. Ama Osmanlı döneminde Batılılaşma çabaları varken bir yandan da kendi gücünden, kendi geleneklerinden norm üretme çabası sonlanmış değildir. O da devam ediyor. Mecelle’yi unutmayın. Mecelle’de büyük bir kodifikasyon vardır. Daha ikinci bir Ahmet Cevdet Paşa üretemedik biz bugün. Onun hukuk anlayışını ve metodolojisini, hem Batı hem de Doğu hukukuna vukufiyetini göz önünde bulundurursak, o düzeyde herhangi bir hukukçu yetiştiremedik biz halen Türkiye Cumhuriyeti’nde.
1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu kabul edildiğinde bunu uygulayacak yargıç yoktu. Mahmut Esat Bozkurt, 1925 yılında hukuk fakültesi açıldığında İsviçre Medeni Kanunu’nun özü itibarıyla değil “devrimci misyonu”yla Türk siyasi hayatına uygulanabilecek bir eğitim sistemi ve modelini benimsiyor. Onun meşhur bir lafı da vardır: “Türk adliyecisinin gurur duyacağı yegane şey devrimleri hayata geçirmektir”. Yani adalet değil! Türk yargısı bunun üzerine inşa edilmiştir. Halen Mahmut Esat Bozkurt’u eleştirdiğiniz zaman tazminatla karşı karşıya kalırsınız. Bugün Mahmut Esat Bozkurt ödülleri veriliyor. Türkiye’de hukukçu ödülleri değil, ideolog ödülleri verilir ve yargıçlar da bunu aldıkları zaman onur duyarlar. Ben utanç duyarım.*
Cumhuriyet’le birlikte Osmanlı’da başlatılmış olan dönüşümün radikalleştirilerek ilerletilmesi sürecine girilmiştir. Bu süreç aynı zamanda bütün Avrupa’da faşist ve otoriter yapıların yükselişe geçtiği bir dönemdir. “Efendim, Türkiye’de toplum o dönemlerde demokrasiyi daha bilmiyordu” filan deniliyor. Hayır, Türkiye toplumu demokrasinin çok basit temel kurallarını bilir ve riayet eder. Ama Türkiye’de bürokrasi hiçbir zaman demokrasi anlayışını benimsemedi ve tahammül edemedi. Türkiye’de ehlileştirilmesi gereken bir bürokrasi var. Bunun içerisine yargı oligarşisini özellikle dâhil etmemiz gerekiyor. Orduyu her halükarda dâhil etmemiz gerekiyor. 1932’lere kadar Türkiye’de otoriter bir sistemin inşa edildiğini görüyoruz. Ama bu otoriter sistemin o yıllarda henüz bir ideolojik boyutu yok. Bundan sonra ideolojik bir boyutu da ortaya çıkıyor ve ideolojik boyut faşizmin yükselişe geçmesiyle birlikte faşist bir nitelik kazanıyor. Aşağı yukarı 1933’ten 1944 sonlarına kadar Türkiye’de faşizm sistemi var. Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilali adlı kitabına bakın; orada bütün izlerini görürsünüz bunun. Faşizmin çok ciddi bir şekilde örüldüğü yıllardır bunlar. CHP’nin 1935’teki tüzüğünde devlet-parti bütünleşmesini savunduğunu görürsünüz, ki devlet-parti bütünleşmesi faşizmin en klasik tanımıdır.
1945’ten sonra bütün dünya demokrasiye giderken Türkiye de en azından tek parti diktatörlüğünün devam ettirilemeyeceğini görüyor. Ona göre bir değişim süreci başlatılıyor. Tabii Anayasa değişmiyor. Sistemin temel referanslarının hiçbirinde bir değişiklik yok. Biz 1945’te çok partili sisteme geçmedik. Türkiye’de hâlâ çok partili sistem değil tek parti sistemi var. Tek parti sisteminin izin verdiği ölçü ve çerçeve içerisinde birden fazla parti siyasi mücadele veriyor. Buna çok partili sistem diyemeyiz. Bütün partilerin, bütün toplumsal aktörlerin katılımıyla sistemin yeniden inşa edilmesi gerekiyor ki bundan sonra çok partili bir sistemden söz edebilelim. Türkiye hâlâ tek parti sisteminde yaşamaya devam ediyor. Bunun sancılarını yaşıyoruz ve bunu değiştirmeye kalkıştığınızda, karşınızdaki bloğu gördüğünüzde tek parti sevdalısı ne kadar çok insan, ne kadar çok aktör varmış diye şaşkınlık yaşıyorsunuz özellikle bugünlerde. Tabii başka bir şaşkınlık da değiştirme iddiasındaki politik güçlerin demokratik geleceğin inşasındaki yetersizliği ve inançsızlığında…
1950-60 arasında sistem dönüşümü yaşanabilirdi, ki yaşanacaktı da; ama 1961 darbesi bu tek parti diktatörlüğünü anayasal düzeyde yeniden inşa etti ve orduyu anayasal sisteme entegre etti. 1961 Anayasası 27 Mayıs’ı yapan bütün kurumları (ordu, üniversite) parlamentonun kontrol ve denetim alanının dışında tuttu. Yani demokratik siyasetin etki alanının dışına çıkardı. Bazı kurumları demokratik siyasetin etki alanının dışına çıkardığınız zaman siz devletle hükümet arasında ayrım yapmış oluyorsunuz. Türkiye’de hükümet diye kastedilen şey hiçbir zaman devlet değildir. Çünkü burada devlet ayrı, hükümet ayrıdır. O kadar çok çarpıtma, o kadar çok referans kayması var ki... Bu kavram çarpıtmaları George Orwell’ın 1984 adlı romanındaki Doğruluk Bakanlığı’nı akıllara getiriyor.
 
Bahsettiğiniz kavram çarpıtmaları Türkiye’de nasıl gerçekleşiyor mesela?
Mesela, 1961’le birlikte “çoğulculuk” kavramı bizim gündelik hayatımıza, siyasi hayatımıza girdi. Ancak sonradan anlıyoruz ki çoğulculuk derken kastedilen şey, toplumsal çoğulculuk değil kurumlar çoğulculuğuymuş. Batı’da da parlamentonun karşısında kurumlar var ama bütün kurumlar meşruiyetini yine parlamentodan alıyor. Yani sistem dengesi yine siyasetin içinde oluşturuluyor. Denge sistemi bizde de sürekli dile getirilir ama biz bundan, “kötü” parlamentonun “iyi” olan bürokratlar tarafından, mesela ordu ve yargıçlar tarafından kontrol edilmesini anlıyoruz.
İkinci bir kavram çarpıtması “erkler ayrılığı”. Bu zaten tam bir felaket. Vatandaşlık bilgisi ölçüsünde erkler ayrılığını bilen sıradan bir Avrupalı vatandaşa burada yüksek mahkeme başkanlarının erkler ayrılığından anladığını anlatırsanız size gülerler. Erkler ayrılığı hiçbir zaman demokratikleşmeyi ortadan kaldırıcı bir anlayışa dönüştürülemez. Parlamentonun içinden yürütme çıkar. Yürütme meşruiyetini parlamentodan alır. Parlamento aynı zamanda anayasa yargısının oluşumuna etkide bulunur. Yargı ise yine parlamento üzerinden toplumsal renklerin yansıtılabildiği bir sistem olarak kurgulanır. Ama Türkiye’de erkler ayrılığından anlaşılan şu: Parlamento bir tarafta duracak, yargıçların yargı kurullarının seçiminde toplumsal çoğunluk yansıtılmayacak, seçimde ve atamada söz sahibi olmayacak, yargı içinde zamanla ortaya çıkmış bir yargı ideolojisi her şeye mutlak egemen olacak. Ardından yargının “millet” adına yargılama yaptığını iddia edecekler. İşte bu karikatürlük!
Bir diğer kavram çarpıtması da “yargı bağımsızlığı”. Yargı bağımsızlığı da nedir efendim? Parlamento seçmesin! Parlamentonun seçmemesini yargı bağımsızlığı olarak algılamak herhalde Türkiye’ye özgü olan bir şey. Yani bu durumda dünyanın hiçbir tarafında yargı bağımsızlığı yok! Batı Ortaçağ karanlığından çıkamamış; aydınlanan tek ülke Türkiye!
Türkiye’de darbeler yapıldı ve o darbelerin taşıyıcı unsurları oluşturuldu. Yani sistemin bütününe eklenmiş militarizm, hukuktan ve adaletten ne anlamamız gerektiğini bize dikte etti. 27 Mayıs darbesi işte bu sistemi inşa etti. 1960 öncesi süreçte bir değişim yaşandı. Bu değişim kendisini çok hızlı bir şekilde normalleştirebilecekti. 27 Mayıs’ta bu normalleşmeyi engelleyen bir darbe yapıldı; onun üzerine bir darbe eklendi, onun üzerine bir darbe daha ve darbeler silsilesi hâlâ devam ediyor. Her toplum kendi içerisinde belli dönemlerde olağanüstü koşullarını çok hızlı bir şekilde absorbe edebilir, düzeltebilir, normalleştirebilir, kendini arındırabilir. Ama Türk toplumunun kendini arındırabilme ihtimali ve imkanları darbelerle ortadan kaldırıldı. O yüzden biz 27 Mayıs’ı milat olarak düşünüyoruz. Ondan öncesi sorgulanabilir ama bizim öncelikle yapmayı düşündüğümüz şey 27 Mayıs’ı sorgulamak.
 
Şu an belli reformlarla, yasal değişikliklerle sorunlu alanlara dokunma iradesi var. Bu reform girişimine karakteristik olarak jakoben diyebilir miyiz? Hâlâ tepeden inmeci mi?
Baktığımız zaman Türkiye’de hep yukarıdan aşağıya doğru bir sistem inşası var. Şimdi Avrupa Birliği sürecine girdik. AB istiyor biz yapıyoruz; yine jakoben karaktere sahip bir yapısı var diye düşünebiliriz. Ama bunlar birbirinden farklı şeyler. AB’ye girmek bizim hem siyasi irademiz hem de önemli ölçülerde toplumsal irademiz. Çeşitli dönemlerde AB’ye karşı tepkilerimiz yükseliyor olabilir. Fakat sonuçta aşağı yukarı 500 yıldır, neredeyse biçimlendirdiğimiz bir Avrupa kültürü var. Bunun içerisinde biz de varız. Dolayısıyla öyle kesin bir karşıtlık, ayrılık olarak düşünebilmemiz çok fazla mümkün değil. Belli ölçülerde parçasıyız onun. Şimdi bu konuda yapılmış olan reformların arkasında ben toplumsal bir talep, toplumsal bir irade olduğunu söyleyebilirim. Şu anda parlamentoda bir hükümet, bir çoğunluk, bir anayasa değişikliği yapma iradesini ortaya koyuyor. Ama bu partiyi, bu parlamentoyu bu çoğunlukla taşıyan güçlere, taşıyan dinamiklere baktığımız zaman hepsinin reform istediğini görürsünüz. Dolayısıyla reformun çıkış noktası toplumsaldır belli ölçülerde. Bu toplumsallık aynı zamanda AB ilkeleriyle de -kimi zaman dayatma gibi gözükse de- uzlaşıyor. Toplumsal taleplerin belirleyici olduğu, toplum temsilcilerinin icracısı olduğu, nihai yaptırımın yine toplumda olduğu reformlar jakoben olmaz.
 
Son anayasa değişikliği paketi büyük ölçüde yapısal sorunlara dair değişiklikler içeriyor. Kamuoyunda paket, hak ve özgürlükleri içermemesi nedeniyle de eleştiriliyor. Bu eleştiriler haklı mı sizce?
Şunu söyleyeyim: Anayasa’ya 500 tane, hatta 1.500 tane temel hak ve özgürlük maddesi koymuş olun ve bunların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde somut olarak düzenlendiğini düşünün. Eğer yapısal reformları yapmamışsanız o özgürlüklerin hiçbirisi hayata geçmez. Hani 1961 Anayasası’nın en büyük ezberlerinden bir tanesi de odur: Özgürlükçü Anayasa! Bir sürü özgürlük maddeleri getirmiştir değil mi? Ama özgürlükçülüğü itibarıyla bakıldığı zaman 1924 Anayasası’nın çok gerisindedir. 63 tane temel hak ve özgürlüğe ilişkin madde vardır 1961 Anayasası’nda. Ama özgürlükçü değildir. Neden? Çünkü yapısı o özgürlükleri hayata geçirmek için kurulmamıştır. Bakın, Anayasa’da tek bir tane özgürlük maddesi olmasın ama yapısal reformları gerçekleştirmiş olun, bundan daha iyi olur. Çünkü siyasal sistemi toplumsal talepler ekseninde dönüştürecek, harekete geçirecek, dinamikleştirecek kurumlar yaratmadığınız zaman özgürlüğün orada tanımlanması hiçbir anlam ifade etmez. Fransız Anayasası’nda bir tane temel hak maddesi yoktur. Alman Anayasası’nda toplam 16-17 tane temel hak maddesi vardır. Bizde ise 63 tane. Ama bu bizim Almanya’dan daha özgürlükçü olduğumuz anlamına gelmiyor. Orada özgürlükleri koruyan bir yargı var, burada ise özgürlükleri boğan bir yargı. Dolayısıyla temel hak ve özgürlükleri Anayasa’dan çıkarıp atın hatta; ama yargıyı demokratikleştirin, orduyu parlamenter denetime tabi tutun, parlamentoyu çoğulculaştırın ve çoğulculuğu devlet aygıtının tamamına egemen kılın; sorunlarımız çözülür.
 
Anayasa değişikliği paketini genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu düzenlemeler 1982 Anayasası’na yeni bir ruh üfler mi? Yoksa yeni anayasa hâlâ şart mı?
1982 Anayasası’nın otoriter ruhu devam eder. Ama bu otoriter ruhun, devlet hayatına, toplum hayatımıza egemen olmasını belli ölçülerde engelleme imkanı doğar. Bir yargı düşünün ki sadece darbe ruhuna bakarak faaliyette bulunuyor. Toplumsal hayat için önemli bütün yargı kararlarına bakın, hep onu görürsünüz. Bunu bir şekilde ortadan kaldırdığınız andan itibaren darbe artık tarihin çöplüğünde karanlık bir sayfa olarak kalır. Bu değişiklikler ile yargı üzerinden darbe ruhunun hayata geçirilebilme ihtimali ortadan kalkar. Yargı ideolojik bir silah olarak çalışmaktan vazgeçmeye başlar. Bu reform paketi bunları sağlar mı? Sağlayabilir, eğer yapısal bir reform gerçekleştirilebilirse. Peki, sadece yargının artık darbenin ideolojisini referans almadan çalışabiliyor olması bütün sorunlarımızı çözüyor mu? Hayır. Tabii ki eksiklikleri vardır. Ama en azından o lanet ruhtan kurtulabileceğiz. Yargıtay başkanları, Danıştay başkanları her yıl açılış konuşmalarında adalet ve özgürlükten daha fazla o ruha müracaat ederler. Hâkimler ve savcıların bu ruh karşısında tarafsız kalmamaları gerektiği bir direktif olarak o konuşmalarda sürekli dile getirilir. Adalet akademisinin açılış konuşmalarında da oradaki öğrencilere sürekli bunlar dikte edilir. “Falanca filanca hususlar söz konusu olduğu zaman tarafsız davranma lüksüne sahip değilsiniz” denir. Şimdi bu reformların ardından artık yargı tarafsız olmak zorunda. Bizim görevimiz adalet beklentilerine cevap vermek olacak. Bu elbette yeterli değil. Bütün yargıçların sosyal izolasyon içerisinde yaşadıklarını biliyoruz. Türkiye’de hiçbir yargıç kürsüde yüzüne kararını tefhim ettiği insanlarla vicdanıyla ve gözleriyle sokakta karşılaşmaz. Dolayısıyla verdiği kararın yarattığı toplumsal memnuniyet ya da memnuniyetsizlikle karşılaşma imkânına hiçbir zaman sahip değildir. Bu yüzden yargı bütün kararları vicdanı gayet rahat(!) bir şekilde verir. Çünkü vicdanıyla yüz yüze gelebilme ihtimali yoktur. Lojmanlarda kalır. Makam arabalarıyla mahkemeye gider. Lojmanda kendisi gibi bürokratlarla, subaylarla ya da kaymakamlarla sosyalleşir. Toplumla hiyerarşik bir düzlemde ilişki kurar. Yargı bunun üzerine inşa edilmiştir. Öyle olduğu için şu anda yapılan demokratikleştirme ile yargının ideolojik gerekçelerle kriz üretebilmesi ihtimali ortadan kalkabilecektir. Oysa yargının toplumsal adalet beklentilerine cevap vermesi için atılması gereken daha çok adım var.
 
Paketin idari yargı, askerî yargı, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ne yönelik değişiklikleri için neler söylersiniz? Eksik bulduğunuz noktalar var mı?
Paketin bazı konularda eksiklikleri var. Mesela iki anahtar kuruma dokunuluyor. Bunlardan bir tanesi Anayasa Mahkemesi, öteki HSYK. Ama demokratik çoğulculuk, demokratik temsil açısından bakıldığı zaman ikisinde de zafiyet halen devam ediyor. HSYK’da parlamentonun üye seçimi yok. Cumhurbaşkanı üzerinden gerçekleşiyor üye seçimi. Avrupa’da parlamentonun üye atamadığı bir HSYK düşünebilir misiniz? Anayasa Mahkemesi’nde de 19 üyeden sadece 3’ü parlamento tarafından, gerisi cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor.
Özellikle de askerî yargı, Askeri Yüksek İdari Mahkemesi bütünüyle tasfiye edilmiş değil. Bunların kaldırılmış olması gerekiyor. Bunun dışında bir beklentimiz var: Askerî hâkimlerin de HSYK tarafından disipliner işleme, atama ve terfi işlemine dâhil olması gerekiyor. Yani HSYK bütün hâkimler üzerinde karar verecek mekanizma olmalı. Tabii ki Meclis’in atamasıyla birlikte. Ayrıca askerî hâkimler ve savcıların Silahlı Kuvvetlerle organik ilişkisini koparması lazım. Evet, Silahlı Kuvvetler içerisinde askerî hâkimdir, ama sadece o kadar.
Bunun ötesinde, ayrıcalıklar meselesi var. Alt derece mahkemesi hâkim ve savcılarıyla yüksek mahkeme hâkim ve savcıları arasındaki güvence farkının ortadan kalkması lazım. Eşit güvenceler getirilmeli. Bir Yargıtay üyesinin güvencesi neyse ötekinin de güvencesi aynı olmalı. Hatta ötekinin güvencesi daha fazla olmalı. Niye? Yargıtay’daki yargılama yapmıyor ki. Yargılamayı alt derece hâkim ve savcıları yapıyor. Dolayısıyla güvenceye sahip olması gereken bunlar, Yargıtay değil. Ama Türkiye’de bunlara dokunulmaz, ötekilere ise her yönden dokunulabilir.
Biz ayrıca siyasi partilerin kapatılmasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bütünüyle devre dışı bırakılmasını istiyoruz. Buna da dokunulmamış mesela. Sadece parlamento izin verir deniliyor; orası izin verdiği zaman da açılır. Hayır, biz hiçbir şekilde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın böyle bir yetkiyle donatılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Yani yargı için atılması gereken adımlar orada yeteri kadar sıralanmış değil. Ama mevcuda göre olumlu gözüküyor. Hangi değişikliği yaparsanız yapın, mevcuttan daha kötüsü olamaz.
 
Güncel anayasa değişikliği paketiyle ilgili olarak bir kısım hukukçu “Bu değişiklik Anayasa’ya aykırıdır” derken sizin de içinde bulunduğunuz diğer bir kısım hukukçu ise bunu olumlu karşılıyor. Hukukçular arasında bu ayrım ve farklılaşma nereden kaynaklanıyor?
Bunların ciddiye alınabilir hiçbir tarafı yok. Tekniğinden başlasam yeterli zaten. Bir kere her bir anayasa değişikliği doğası gereği zaten Anayasa’ya aykırıdır. Çünkü öncekini ortadan kaldırır. Daha önce parlamento seçmesin diye bir kural varken şimdi parlamento seçsin dediğiniz anda var olan kurala aykırı bir kural getirmiş olursunuz.
Anayasa’nın değiştirilmesi konusunda bir ulusal irade, bir ulusal taraf ortaya çıktığı zaman bu talebin hukuk dışı olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Bu talep karşısında bizim hukukçularımız böylesi bir ayrım yapamayacak kadar hukuki açıdan sefalet içerisindeler. Bu şekilde açıklama yapan yargı aktörlerinin yargının kuvvetler ayrılığı ilkesinden anladıkları yok. Meslek hayatlarının bu aşamasına ceza hukukçusu olarak gelmiş insanlar birdenbire anayasa hukuku uzmanı kesiliyor. Ben anayasa hukuku konusunda konuşurum; ama ceza hukuku konusunda, bir teknik konuda konuşmaktan çekinirim. Benim uzmanlık alanım değil. Yargıtay başkanı olsun, Danıştay başkanı olsun, kim olursa olsun anayasal konular söz konusu olduğu zaman herkes kendi uzmanlık bilgisiyle konuşmalı. Ortalama bir vatandaş “Afedersiniz, yasayı değiştirmek için parlamentoyu seçiyoruz. Ardından bir anayasa değiştirilmesi gerektiğinde, ben temel bir şeyler değişsin dediğim zaman nereye gideceğim peki? Benim söz hakkım hiç mi dinlenmeyecek?” diye bir itiraz dile getirdiği zaman, bu itiraz meşru bir itirazdır ve bu itirazın cevabı zaten demokrasidir; Anayasa’nın toplumsal irade ekseninde değiştirilmesidir. Siz bunun hukuki olarak mümkün olmadığını söylediğiniz zaman o ortalama vatandaşın bilgisinin dahi gerisinde olduğunuzu net olarak ortaya koymuş olursunuz. Türkiye’de akademi dünyası, demokratik hukuk kültürü üretici bir dünya değildir. Türkiye’de akademi dünyası mevcut anayasal düzenleri, mevcut güç ilişkilerini, mevcut iktidar ilişkilerini sorgulama üzerine bir kültür üretebilmiş değildir. Türkiye’de akademi dünyası otoriter algıları, otoriter hiyerarşik ilişkileri muhafaza etme üzerine kurgulanmış ve çalışmalarını bu eksende yürütmüş olan bir dünyadır. Akademi dünyası Türkiye’de akademi değildir; yargı dünyası da yargı değildir. Belki son cümle olarak şunu söyleyebilirim: Türkiye halen yargısını inşa etmekte; akademisini henüz inşa edebilmiş değildir.
 
Türkiye’de son günlerde ciddi anlamda bir hukuk ve yargı gündemi var. Ülke adeta bir hukuk laboratuvarını andırıyor. Biz ileride bu dönemi nasıl hatırlayacağız? 20-30 yıl sonra dönüp geriye baktığımızda bugünleri nasıl anacağız?
Muhtemelen biz bu dönemleri Türkiye’nin kabuk değiştirdiği yıllar olarak hatırlayacağız. Çok kişi yargının hiç bu kadar siyasallaşmadığını, o yüzden de bugünlerin çok kötü günler olduğunu söyler. Oysa ki, yargı zaten hep siyasaldı. Sadece yargının bu siyasal tutumuna isyan edenler olmadığı için görülmüyordu bu. Herkes yargının bu konuda oluşturduğu algıyla “Ne yapalım hukuk böyleymiş, o halde biz de rıza gösterelim” diyordu. Siyasetçiler, parlamenterler böyle yapıyordu; toplum bu şekilde düşünüyordu. Ama toplum artık dünyadaki örnekleri gördü ve “Yargının verdiği kararlar artık benim adalet beklentilerimi tatmin etmiyor; ben bu konuda adaletsizlik ortadan kalkmıştır duygusuna bir türlü ulaşamıyorum” demeye başladı. Bu itirazlarını iktidara taşıdığı bir aşamada bile yargı aynı geleneğini devam ettirdi. Ama artık buna ses çıkaran güçlü bir toplumsal ve siyasal kitle var. Bu şu anlama geliyor: Artık kriz su yüzüne çıktı. Politik ve ideolojik yargı görünür hale geldi. Görünür hale gelmesi bunun değiştirilebilmesi imkanını yaratıyor zaten. Üst yargı birimleri her zaman ideolojik tutum benimsedi. Yani 1945’te Avrupa’da sona eren anti-demokratik siyasal yapı Türkiye’de biçim değiştirerek varlığını 2010’lara taşıyabildi. Ama bugün artık ona toplumsal itirazlar var. Demokrasi ve özgürlük itirazları var. Bunun üzerine değişiklik talepleri var. Değişiklik talepleriyle birlikte artık toplum kabuğunu değiştiriyor. İstesek de istemesek de bu yargı böyle devam edemez zaten. Bu hükümet yapamazsa bile bu hükümeti boğmaya çalışan muhalefet partileri iktidara geldiklerinde bunu yapmak zorunda. İktidara gelebilirlerse eğer, dünyanın, toplumun gerçekleriyle karşı karşıya gelecekler ve kaçınılmaz olarak o adımı atmak zorunda kalacaklar. O yüzden bu bir AKP meselesi değil, CHP ya da MHP meselesi de değil; bu bir Türkiye meselesi ve bu kaçınılmaz bir süreç. Bu kaçınılmaz sürecin ardından da yani 20-30 yıl sonra değil, belki 5-6 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bu zamanlar için “Muhteşem yıllardı” diyeceğiz. Şu an bizi acıtıyor. Çok rahatsız oluyoruz. Uykusuz kalıyoruz. Bugünkü tartışmaları izlediğimiz zaman koşturuyoruz sağa sola. Ama bu yıllar muhteşem yıllar. Çünkü Türkiye toplumu ilk defa kabuk değiştiriyor.
* Röportajın yapıldığı tarihten sonra, İstanbul Barosu tarafından her yıl verilen Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü’nün bu yıl HSYK Başkanvekili Kadir Özbek’e verildiği açıklandı.

Paylaş Tavsiye Et