GEÇTİĞİMİZ günlerde bir büyüğüm, oğluyla yaşadığı bir diyaloğu anlattı. Oğluyla birlikte, arabasıyla ülkenin doğusundaki bir yere doğru seyir halindedirler. Tahmin edeceğiniz üzere bu yolculuk hayli uzun ve yorucu geçmektedir. 4-5 yaşlarındaki oğlu yolculuk esnasında kısa aralıklarla durup durup babasına aynı soruyu sorar: “Daha gelmedik mi baba?” Babası ise her defasında aynı cevabı verir oğluna: “Hayır oğlum, henüz gelmedik.” Çocuk devam etmek zorunda olduğu sorulardan, baba ise oğlunun bu sorularına verecek başka cevabı olmamasından yorularak yola devam ederler, ta ki gidilecek yere varana kadar.
Belirli bir “alegorik” bakışla baktığımdan olacak çok şey anlatmıştı bana bu hikâye. Hikâyeyi dinledikten sonra fark ettim ki karşılaştığım meselelerle ilgili olarak tıpkı bu hikâyedeki çocuk gibi tepkiler vermekteydim. Mesela 6 Mart’ta Diyarbakırspor ile Bursaspor maçında yaşananlarla ilgili olarak küçük kahramana benzer şekilde, “Yahu, ne zaman bitecek bu olaylar?”, “Ne zaman geleceğiz oraya, daha gelmedik mi?” gibisinden soruları sorarken yakalayıverdim kendimi.
Diyarbakır’daki maçta meydana gelen olayların gelişim seyrine baktığımda öncelikle ligin ilk yarısında Diyarbakırspor’un Bursaspor’la oynadığı maç geldi aklıma. Bursa’da oynanan o maçta Bursaspor taraftarı bir vesileyle “PKK dışarı!” diye bağırmıştı. Bundan yaklaşık bir ay sonra, aynı sözleri Gaziantep’teki maçta da işitmiştik garip bir şekilde. Hatırlanacaktır, Diyarbakır’ın tez canlı kulüp başkanı, takımını ligden çekmek tehdidinde bulunmuştu. Ve nihayet Diyarbakır’daki “rövanş” maçında çıkan olaylar, “tatil” edilen maç, ardından İstanbul’da sahaya inen taraftarlar… Nereden tutsanız elinizde kalacak bir mesele.
Memlekette bu konu üzerinde yürüyen tartışmalar meselenin esasını ne yazık ki ıskalıyor. Bunun temel nedeni memlekete giydirilmeye çalışılan elbisenin, memleketin sakinlerine uymamasıdır esasında. Elbette memlekette oldukça can sıkıcı biçimde içine saplandığımız militarist bir ağ var ve bunun varlığını kabul etmemek oldukça safdil bir tavır olur. Ama burada esas mesele, söz konusu milliyetçi hallerin, türlü şekillerde ortaya çıktığı vakitlerde (örneğin bir futbol maçında) meydana gelen olayların “sonuçları” üzerinden işleyen bir mekanizmanın bütün olaylara boca edilmesiyle ilgilidir. Başka bir ifadeyle, her defasında bu olaylar ilk kez oluyormuşçasına “İşte ülkemizdeki milliyetçi vaka budur!” gibisinden bir ifadeyle başlayan tartışmalara gark olmamızdır asıl sıkıntı. Açılım sürecinde iyiden iyiye belirginleşen sıkıntılardaki temel yanlış da bununla doğrudan ilintilidir. Mesele, ne yalnızca yasal yani teknik mekanizmalarla ne de toplumsal barış retoriğiyle halledilebilecek bir durumdadır. Ortaya çıkan derdin artık zamansal olmayan boyutlarına gitmek ve buradaki hale bakmak gerekmektedir.
Bu anlamda toplumsal gerginliğin yahut husumetin çözüm yollarını sürekli dillendirilen “seküler” nüveler üzerinden yakalamaya çalışan açıklama modellerinin bunu becerebilmesinin mümkün olmadığı tekrar tekrar vurgulanmalı. Bu topraklardaki insanları bir arada tutan temel harca zarar verecek herhangi bir adımın, amaçlanan iyileşmeyi sağlayamayacağını, dahası bir “sorun” olarak ortaya çıkan meselelerin neredeyse tamamının tam da bu harcın zedelenmesinin doğal bir sonucu olduğunun altını kalın harflerle çizmek yerinde olacaktır. Başka bir ifadeyle, dinin (muhafazakâr bir araçsallığın ötesinde) ifade ettiği “fonksiyon”un zedelenmesindendir ki, bu türden sıkıntılarla her defasında karşılaşmaktayız. Ya da şöyle söylemek daha doğru olacak: Modern hayatın çeşitli noktalarında karşılaştığımız herhangi bir meselenin bu kadar başımızı ağrıtmasının, bir maçta çıkan olaylarla kanlı bıçaklı olmamızın ve (bir kez daha) bölünmenin eşiğine gelmemizin temel nedeninin “dinî” olanla aramıza giren mesafeden kaynaklandığını iyice bellememiz gerekiyor. Çünkü kimlik ve milliyetçilik gibi sorunların “var olma” nedenlerinin kendisi zaten sözünü ettiğimiz “seküler” düşümdür. Dolayısıyla yarayı meydana getiren “şey”den, yaraya merhem istemek pek de doğru bir tavır olmasa gerektir. Bu ülke eğer bir futbol maçında bile gırtlak gırtlağa gelebiliyorsa ve bu durumun çözüm yolları üzerine düşünürken belli bir pişkinlikle temel sebebi görmeye direnç gösteriyorsa, örneğin “Toplumdaki bu gerginliğin temel nedeni ötekine olan düşmanlıktır” gibi bir açıklama/yorum getiriliyorsa, bu bizlere ne yazık ki meselenin hâlâ anlaşılmadığını göstermektedir.
Öte yandan futbol dediğimiz “oyun” (diğer bütün oyunlar gibi) doğası gereği irrasyonel bir mahiyete sahiptir. Yani nihayetinde bir oyun, dışarıdan (gerçek hayattan) bakıldığında pek de kolay bir şekilde “anlamlandırılacak” bir şey değildir. Bir futbol maçında topun bir kaleye atılması, belirli bir seyircinin bunu izlemesi, bunun üzerine konuşmalar yapılması vs. o kadar da “anlaşılabilir” değildir esasında. Bununla birlikte oyun dediğimiz şeyin alanını genişletmek, başka bir ifadeyle, şu gerçek hayatın tıpkı bir oyuna benzediğini söylemek de mümkün galiba. Bir ev kurmak, bir şeyler yapıp para kazanmak, belirli şeyler için çaba göstermek… Esasında hayat da bir “oyun” gibi. Bu anlamda hayatla oyun arasındaki farkın (belirli bir anlamda) ortadan kalktığını eğer tam olarak ve doğru bir şekilde anlarsak, bir futbol maçında ortaya çıkan “şey”in de ne demeye geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Dolayısıyla, burada çeşitli vesilelerle söyleyegeldiğimiz gibi sokaktaki, Meclis’teki ve sahadaki benzerliklerimizin temel nedeni, yalnızca bunları yapanların aynı haleti ruhiyeden beslenmeleri değildir. Asıl önemli olan, bütün bu yapılan eylemlerin kelimenin en gerçek anlamıyla bir “oyun” olduğunu unutmamamız gerektiğidir. Bir oyun yalnızca ve yalnızca bir oyundur ve mesele her defasında bunu unutuyor olmamızla ilgilidir; sokakta, kitapta, yürekte yenemediğimiz yalan da bundan başka bir şey değildir.
Paylaş
Tavsiye Et