Yönetmen: Alper Çağlar Senaryo: Bahadır Boysal, Alper Çağlar
Yapım: Türkiye, 2009, 105 dk.
Muhafazakâr, varlıklı ve geleneksel bir ailenin tek kızı Büşra. Başındaki türbanın kendine yönelik bir mücadeleye dönüşmesi nihilist bir köşe yazarına duyduğu aşk ile patlak veriyor. O güne kadar tesadüflere bağlı olarak başörtüsünün kendisine engel çıkarmadığını hesaba katarsak, tepeden fırlatılmış ve gezegenler arası bir yolculuğa mecbur bırakılmış edasıyla boşlukta sallanıyor. Üniversiteden yeni mezun olduğu için iş sancısının, ailesinin önerdiği “efendi-imanlı” damat adayı Ferit’e muhalif olmak adına nihilist yazara duyduğu aşk sancısının, frapan giyimli okul arkadaşına yakınlığı ve başındaki örtü ile varlık sancısının aşinalık yarattığı söylenebilir. Filmde, kimlik edinmeye çalışan Büşra’nın etrafında dört farklı sosyal sınıfa ait yalnızlaşan bireylerle karşılaşıyoruz. Yaman nihilist ve progresif olarak tanımlanan gazeteci-yazar, sevgilisi Alara Doğu’nun spiritüel öğretileriyle kendi hayatına yön vermeye çalışan Yoga hocası, Ferit ise özünde aşırı tutucu ve önyargılarıyla dindarlığı arasına sıkışmış Büşra’nın ailesinin sıcak baktığı bir damat adayıdır.
Bahadır Boysal’ın çizgi karakterinden yola çıkarak sinemaya uyarlanan Büşra tiplemesi, başörtüsü sorunlarının ayyuka çıktığı dönemlerde çizilmeye başlanmış, başındaki örtü ile hayatta edindiği yer arasındaki tüm sınırları zorlamış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Dindar bir ailenin kızını yetiştirdiği sosyal çevre ile kızlarının var olmak istediği yer arasındaki uçurum, Büşra’nın başındaki örtünün çok uzağında deneyim alanları edinmesine yol açıyor. Büşra’da ana tema yalnızlık ve yalnızlaşan bireyler gibi gösterilse de aslında, film son derece beylik laflar edip yalnızlığını içselleştirememiş bireylerin sallantıdaki hayatlarından bir kesit sunuyor. Yaman’ın sahte bunalımları, zorlama kurulan cümleler, konu yalnızlık olunca mutlaka var edilen daktilo ve kâğıt tomarları, Zeki Demirkubuz’un nihilist karakterlerinin gerçekliğini hatırlatırken, modernizmin getirisi olan yalnızlık ve bireysellik gibi kavramları hafife alıyor. Her bireyin sınırlarını zorladığı filmde nihilist yazar bir türbanlıya âşık oluyor, Yoga hocası Alara fesatlığı zafere giden bir yol olarak kullanıp kötü olmayı seçiyor, Ferit çocukluk aşkını maço tavırlarıyla kazanamayacağını anlayınca üstüne rakı içiyor, Büşra ise başındaki örtüyü her anlamda feda ediyor. Hitler kıyafetiyle “Türban Şoray” diye dalga geçildiği bir partide Alara’nın kumpası ile sarhoş olurken aşkı için Atatürk heykeli önünde dans edip, yaralanan sevgilisinin yarasına merhem olmak için aynı heykelin önünde başını açıyor. Parkın ortasında, bir meydanda başörtüsünü çıkartarak ya aşkın kazandığını ya da o ana kadar boşuna yaşadığını haykırıyor. Ne söyleyeceğine karar verememiş ezbere sorunlarla ayakta duramayan film, karakterleriyle aynı kaderi paylaşıyor. / Esra Bulut
Tavsiye Et
Yönetmen: Duncan Jones Senaryo: Nathan Parker
Oyuncular: Sam Rockwell, Kaya Scodelario
Yapım: ABD, 2009, 97 dk.
Bilim-kurgu filmleri çoklukla bilim ve teknolojiyi bir korku unsuru olarak kullanır. İnsanın “kişiliğini yitirmesine” neden olmakla suçlanan bilim ve teknolojinin adeta şeytanlaştırıldığı bu bakışta aslında hayranlık ve korku bir aradadır. Bu filmlerde makineler Armageddon’u getirecek nedenlerden ibaret, uzay ise dünyayı istila etmek için sırasını bekleyen istilacılarla doludur. Kısacası bilim ve teknolojinin ürettiği her şey, insan elinden çıkıp onun sonunu getirecek olan bir tür Frankenstein’a dönüşür. Ancak insanın, ona insani olmayan nitelikler kazandıran modern bilim ve teknolojiden özgürleşmesini hedefleyen bu filmlerin büyük teknolojik yatırımlarla, dev bütçeli yapımlar halinde çekilmesi elbette ciddi bir tezat teşkil eder. Kuşkusuz türün sınırlarını aşan ve uzayı “insan nedir?” sorusuna cevap verebileceği, onun bütün toplumsal kayıtlarından sıyrıldığı bir “ada” olarak kullanan Kubrick’in 2001: Space Odyssey ve Tarkovsky’nin Solaris’i gibi ayrıcalıklı örnekler de olmuştur. Filmekimi’nden sonra vizyonda da yerini alan Ay ise hem düşük bütçeli yapımı, hem de “uzay filmi” klişelerini sorgulayan anlatısı ile şimdiden kendisine bu kategoride farklı bir yer edindi.
Sam Bell, üç yılını Ay’da inceleme yapmak için geçirmiştir. Ay’da herkesten izole, bir münzevi hayatı yaşayan Sam’in tek dostu Gerty isimli bilgisayardır. Günlerini sessizlik içinde geçiren Sam hayatını, evini ve karısını gözden geçirmeye, geçmişteki planları ve hayallerini hatırlamaya başlar. Eve dönüş yolculuğuna başlamadan önce Sam çevresinde bazı tuhaflıklar hisseder. Bazı sanrıların eşlik ettiği bu süreçte Ay yüzeyinde geçirdiği kazada, “kendisi” ile karşı karşıya gelen Sam, Ay’daki hayatının “gerçekte ne olduğu”nu keşfedecektir.
The Man Who Fell To Earth filminden hatırlayacağımız David Bowie’nin oğlu olan yönetmen Duncan Jones, düşük bir bütçeyle uzay atmosferini ve insanın yalnızlığını başarılı bir şekilde yansıtan bir “minimal uzay filmi”ne imza atıyor Ay’da. İstilacı uzaycılar ya da insana adeta şavaş açan yapay zekalar gibi türün klişelerinden de, 2001: Space Odyssey ya da Solaris gibi insanın derinliklerine felsefî bir yolculuk yapmaktan da uzak bir yerde konumlanan film, aslında başka bir soruyu gündemimize taşıyor: “Bir klon olduğunuzu anlasanız ne hissederdiniz?” Biyoetik tartışmalarının giderek hız kazandığı son dönemde Ay, bir enerji şirketinin Ay’dan bir maddeyi dünyaya transfer için kurduğu üste, insan ya da klon hayatını nasıl sömürebildiğini sorguluyor. Bu anlamda Frankfurt Okulu’nun bilim ve teknolojiyi insan ilişkileri üzerinde egemen konumuna getiren toplumsal ilişkiler ağının göz ardı edildiği yönündeki eleştirilerinden de muaf kalıyor.
Tavsiye Et
Yönetmen- Senaryo: Theo Angelopoulos Oyuncular: Willem Dafoe, Bruno Ganz
Yapım: Yunanistan/Almanya/Rusya, 2008, 125 dk.
Dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Theo Angelopoulos, Ağlayan Çayır ile başlattığı üçlemenin ikinci filmi Zamanın Tozu’nda, Avrupa’nın 20. yüzyılına mekanları ve zamanları aşan bir aşkın öyküsü üzerinden ayna tutmaya devam ediyor. Ağlayan Çayır’da yolları ayrılan Eleni ve Spyros’un hikayesini İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ele alan film, Stalin’in ölümü, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Vietnam Savaşı gibi son yüzyılın en kritik anlarını öyküye dâhil ediyor. Eleni, onun yönetmen olan oğlu ve torunu üzerinden geçmişin, şimdi ve geleceğin iç içe geçtiği filmin finalinde, Angelopoulos daha iyi bir dünya fikrine dair karamsarlığını terk ediyor. Sınırlar, yolculuk ve kendini arayış gibi temaları ile zaman sıçramaları ve uzun plan sekanslar, yönetmenin o çok iyi bildiğimiz üslubunda yine önemini koruyor. Karakterlerin birbirlerini bir bulup bir yitirdiği, zamanın önemli olaylarını kat eden şiirsel yolculuğunda Angelopoulos, 20. yüzyılın yıkımlarla malul Avrupa ideasına hüzünlü bir selam duruyor.
Tavsiye Et