ALMANYA’DA görülüp karara bağlanan Deniz Feneri e.V. davası, iç politikada da hayli sert tartışmalara sebebiyet verdi. Medyaya yeni yeni yansıtılmaya başlanan, RTÜK Başkanı Zahit Akman’ın isminin de içinde olduğu yeni bir yolsuzluk davası, meselenin o dernekle sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Her iki davanın da, Almanya merkezli olması ve yolsuzlukların merkezinde bir şekilde AKP veya Başbakan Erdoğan ile ilişki kurulabilecek şahısların bulunması, meseleyi daha da karmaşık ve önemli kılıyor.
Deniz Feneri e.V. davasından evvel, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Milletvekili Şaban Dişli hakkındaki suçlamalar ve Gaziantep Belediyesi bağlamında gündeme gelen yolsuzluk iddiaları medyada gündemi işgal etmekteydi. Şaban Dişli, suçlamalar karşısında partideki görevlerinden istifa etmek durumunda kaldı. Fakat Deniz Feneri e.V. hakkındaki iddialar ve dahası sorumlularının suçlarının sabit bulunup hüküm giymeleri, diğerlerinden muhteva yönüyle çok farklı. Burada sınırsız kâr/kazanç güdüsünün serseme çevirdiği insanlar dolandırılmıyorlar. İnsanların yardım duygularının istismarı sonucunda toplanan paraların, aralarında bir televizyon kanalının da bulunduğu pek çok farklı ticari işin finansmanında kullanılmış olması söz konusu. Hem de İslam’la ilişkilendirilmiş bir söylemle gerçekleştirilen bu istismar, her şeyden önce, insanların yardım duygularını öldürür, inançlarına ve insanlara güvenlerini sarsar.
Bu organizasyonu kuranların ve yürütenlerin, Türkiye’nin bugününde ve geleceğinde söz sahibi olmak isteyen İslamcı siyasalbir gelenek ile ilişkili olmaları -bugün bu ilişkinin sürüp sürmemesi ya da mahiyetinin ne olduğu çok da önemli değil- işin vahametini daha da artırıyor. Zira mahkemede yargılanan kişiler ve konuyla ilgili olarak adları sıkça zikredilen şahıslar, mahkemeye çıkana dek geçmişten gelen işlerini devam ettiren ve insanlar arasında saygı gören muteber kişiler. Bu da organizasyonun doğasından kaynaklanan sıkıntıların olduğunu gösteriyor. (Mevcut yardım kuruluşlarının, bu kötü örnekten hareketle, organizasyon yapılarını ve işleyişlerini ciddi biçimde gözden geçirmeleri gerekiyor.)
Suistimallere açık, denetime kapalı organizasyonlar kurma becerisi gösteren siyasal geleneğin Türkiye için yeni bir söz, alternatif bir söylem geliştirebilme ihtimali kalır mı? Söyler söylemesine belki de, iltifat gösteren olur mu? Dahası kurdukları böylesi problemli organizasyonların doğurdukları nahoş sonuçlar; sahiplendikleri, ona atıfla kendilerini tanımladıkları, yüceltme iddiasıyla ortaya çıktıkları ve bütün bu işleri de bu amaç için gerçekleştirdikleri değerlere zarar vermiyor mu?
O nedenle, Deniz Feneri e.V. ve diğer yolsuzluk iddiaları gündeme geldiğinde, bugün değiştiğini ifade etse de nihai noktada bu gelenekten gelen Başbakan Erdoğan’dan hemen bu iddiaların üzerine gitmesi; gerekli araştırmaların yapılmasını, bir suistimal söz konusu ise sorumluların cezalandırılmalarını ve bu türden suistimallerin önüne geçmek için uygun önlemlerin alınmasını sağlaması beklenirdi. Fakat o, farklı bir siyaset izlemeyi tercih etti: Hedefe Doğan Medya Grubu’nu ve patronunu yerleştirmek.
Erdoğan versus Doğan
Peki Başbakan ile Aydın Doğan arasındaki çatışma ne anlama geliyor? Bir kısım çevreler, bu çatışmayı, uluslararası güç dengeleri ve hesaplaşmaları bağlamında açıklamaya çalışıyor. Şu ana kadar, yolsuzluk suçlamaları arasında gündemi en fazla meşgul eden Deniz Feneri e.V. olayı, Almanya merkezli bir süreçti. Medyaya yansıdığı kadarıyla, Almanya’da, Zahit Akman’ın da adının geçtiği yeni bir yolsuzluk dosyası açılmak üzere. Bu türden girişimler ve Doğan’ın Almanya ile ilişkilerinin öne çıkarılması, hükümet kadrolarına yönelik olarak gündeme getirilen yolsuzluk suçlamalarında Almanya’nın merkeze oturtulmasına ve söz konusu meseleleri “uluslararası güç hesaplaşmaları” bazında açıklamaya bir dayanak teşkil ediyor. Almanya’nın uluslararası bir güç olarak kendi adına ya da başkaları adına belli taleplerinin olabileceği ve bu taleplerini gerçekleştirebilmek için çeşitli enstrümanlar kullanabileceği gerçeği düşünüldüğünde hiç de yabana atılır bir iddia değil bu. Fakat bu türden açıklama çabalarının, mevcut olaylardaki aktörlerin rollerini/suçlarını önemsiz kılmak ya da gözden kaçırmak gibi gizli bir işlev gördüğü de unutulmamalı.
Söz konusu çekişmeyi, Türkiye’nin sınıf yapısındaki gelişmelerin bir uzantısı olarak yorumlayanlar ya da Başbakan’ın karakteristik özelliklerine dayandırarak açıklayanlar da oldu. Fakat kanaatimizce, Başbakan Erdoğan, yerel seçimlerin yaklaştığı önümüzdeki dönemde rakiplerinin, partisini yıpratacak ve dolayısıyla da oy kaybına uğratacak seçim stratejilerini “yolsuzluk” üzerine kuracaklarını öngördü. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan’ın çıkışları ne uluslararası bir hesaplaşmanın uzantıları ne eski elitlerin yerine yeni elitlerin geçmesini hedefleyen bir sınıf çatışmasının yansıması ve ne de Erdoğan’ın kişisel özellikleriyle açıklanabilir. Belki bütün bu unsurlardan izler taşıyan fakat bütünüyle farklı bir çerçevede, Başbakan’ın, rakiplerinin stratejilerini geçersiz kılmaya yönelik kendi seçim stratejisinin izlerini ve başlangıçlarını bulabileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız.
AKP, kapatma davası gibi bir badireden geçti. Kapatma davasına konu edilen meseleler, AKP’nin oylarını daha da artırmasına neden oldu. Ancak yolsuzluk suçlamaları, hem de insanların yardım duygularının ve dinî inançlarının istismarına dayalı iddialar karşısında aynı başarının yakalanabilmesi pek mümkün değil. Önümüzdeki dönemde yolsuzluk dosyalarının daha da çoğalarak gündeme geldiğini görmek bizleri şaşırtmayacaktır. Nitekim peş peşe bu türden dosyalar açılıyor. Her açılan dosya da, AKP’nin hanesine bir eksi olarak yazılıyor. Şaban Dişli’yle ilk fire verildi. Önümüzdeki süreçte, buna benzer firelerin sayısının artması muhtemel.
Başbakan ne bu yolsuzluk iddialarının araştırılmasına yönelik bir söylem geliştirdi ne de bu iddiaların asıl sahiplerini muhatap aldı. Daha ziyade bu siyaseti dillendiren araçları ve o araçların sahibini hedef olarak seçti. Bu türden haberleri medyada dillendirebilecek yegane güç durumundaki Doğan Medya Grubu’nu da, Aydın Doğan’ın petrol yatırımları ve Hilton arazisine ilişkin taleplerini öne çıkarmak suretiyle, patronlarının kişisel hırslarını gerçekleştirmek için her türlü yalan üreten bir araç konumuna indirgedi. Böylelikle haber getirenlerin inandırıcılıklarını kuşkulu hale getirdi. Bu siyasetin, eğer koşullar Başbakan’ın istediği şekilde gelişirse, etkili olacağı da açık. Ancak Başbakan’ın bu süreçte kullandığı -kimi zaman aşırıya kaçan- üslubu, söz konusu siyasetinin başarısını tartışılır hale getiriyor. Ayrıca yolsuzluklarda adı geçen şahıslarla ilgili birbiri ardına medyaya düşen haberler, Başbakan’ın, bu siyasetini sürdürme konusunda ne ölçüde ısrarlı olacağı konusunda da ciddi şüpheler uyandırıyor.
Yolsuzluk suçlamaları karşısında Başbakan’ın tavrının anlaşılabilir sebepleri olabilir: İddia edilen yanlışları yapmayacaklarına duyduğu inançla yakın çevresini korumak, yeni bir elit sınıfı yaratmak vb. gibi. Fakat bütün bunlar, keyfî bir şekilde gerçekleştirilemez. Her işin hukuk ve ahlak kuralları içerisinde kalınarak yapılması gerekiyor. Anlaşılan o ki, onun bu siyasetini kişisel ihtirasları doğrultusunda kullananlar var. Bunlar kişisel kazançları için hukuk düzeninin açıklarından gayet güzel yararlanıyorlar. İslam’ı ve Müslümanları istismar ediyorlar. Takip edilen bu keyfî politikalar sonucunda ortaya çıkan, yalnızca yeni ve üretken bir sınıf da değil aslında. Sayıları ne kadar bilemem, ama mide bulandıracak denli çok olduğu kesin olan -şikayet edilen geçmiştekilere benzer- vurguncu yeni bir sınıf daha türüyor. Şahsi kazançlarını her şeyin önüne geçiren bu vurguncular yüzünden insanların yardım ve güven duyguları zedeleniyor, bütün bir camia töhmet altında bırakılıyor. Vahşi kapitalizm ve vurgunculuk, değerlere ve ahlaka galebe çalıyor. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Başbakan’dan öncelikle beklenen de bu vahim gidişatı engellemesidir.
Bir anda mazlum rolüne soyunan Aydın Doğan’a ve hizmetlilerine ne demeli peki? Ne kadar da hak, hukuk, demokrasi savunucusuymuşlar da bizim haberimiz yokmuş meğerse! Başbakan’ın gazabına dürüstlüğü ve demokrasi aşkı yüzünden uğrayan bu mazlum, ahlak timsali Aydın Doğan; eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in darbe günlüklerinde adı geçen, gazetelerine attığı manşetler, öne çıkardığı resim ve haberlerle ülkeyi darbe koşullarına hazırlamaya çalışan kişiden farklı biri olsa gerektir! Gazetelerinde yazan hiçbir yazara da müdahale etmeyecek derecede basın özgürlüğüne önem veren bir kişiymiş Aydın Doğan. Doğan’ın kalemşoru olmadıklarını ispatlamak için kalemine sarılan yazarları, yazdıklarıyla tam da onun “kalemşor”u olduklarını ilan ettiklerinin farkında değiller!
Ülke menfaatlerini her şeyin önünde tutan Aydın Doğan, Başbakan’dan yasadışı bir şey de istememiş zaten ifadelerine göre. Hazret, sadece, “Başkalarına sunduğun gayri kanunî imtiyazları bana da tanı” diyor. Ne diyelim, o da haklı! Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar!
Bu Dalgalar Durulmaz
Ergenekon soruşturması dalga dalga kabarıyor. 8. dalga da gelmiş. Hoş geldi, safa geldi. Bu ülke, nicesini daha misafir edebilecek potansiyele sahip. Bir taraftan yeni gözaltılar ve tutuklamalarla içerisi dolduruluyor, bir taraftan da tahliye muslukları çalıştırılıyor. Şener Eruygur Paşa, sağlık gerekçesiyle tahliye edilmiş. Hurşit Tolon’un da sağlık problemleri olduğu haberleri gazete sayfalarına düşmeye başladı. Yakında o da sağlık gerekçesiyle tahliye edilirse hiç şaşırmayın.
Orada, Kurtlar Vadisi’yle aydınlanan halkımızın zekâsıyla alay eden birileri mi var?
Paylaş
Tavsiye Et