DARBELERİN geleneksel olanından post-modern olanına doğru ilerledik; artık alfabetik sırayla muhtıra yayınlıyoruz: E-muhtıradan sonra şimdi de y-muhtıra geldi. (Neyse z harfine şunun şurasında ne kaldı ki?) Kraliçe Elizabeth’in Türkiye ziyareti ve bu esnada İngiltere Dışişleri Bakanı’nın kapatma davası aleyhinde yaptığı açıklamalar, AB’nin değişik mevkilerinde görevli şahısların açıklamaları, fakat daha önemlisi başörtüsüyle ilgili Anayasa değişiklikleri hakkında açılan davada raportörün mahkemeye sunduğu -davanın reddine dair- rapor, Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın kapatma davasına ilişkin yapmış oldukları açıklamalar, kamuoyunda hem sistemi hem de AKP’yi kurtarıcı ara formüllerin oluşturulacağına dair iyimser bir hava yaratmıştı.
Yargıtay Başkanlar Kurulu (YBK) imzalı bildiri tam da böyle bir ortamda yayınlandı. O nedenle sadece bildirinin zamanlaması bile, y-muhtırayı ve onu yayınlayanları tartışılır kılmaya ve hatta -“sürmekte olan bir davada mahkemeyi etkileme” kastı nedeniyle- mahkum ettirmeye kafi.
Bildirinin, diğerleri gibi alelacele hazırlanmadığı, üzerinde uzun uzadıya düşünüldüğü ve bir mantık süzgecinden geçirilerek kendi içinde tutarlı bir şekilde kurgulandığı her halinden belli. Düzgün bir Türkçe ile kaleme alınmış olması bile bu tespiti yapmaya yetiyor. Bildirinin içeriğine bakılırsa hukuki bir açıklamadan ziyade, Türkiye’de yaşanan gelişmelerin Yargıtay açısından nasıl göründüğüne ilişkin siyasi bir analiz niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. YBK’nın bütünüyle siyasi nitelik taşıyan böylesi bir bildiriyi kaleme alma ve kamuoyuyla paylaşma yetkisi var mı? Başörtüsü konusunda Anayasa maddelerinde yapılan değişiklikler ya da Anayasa Mahkemesi nezdinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP’ye açtığı kapatma davası hakkında, hem de dava henüz sürmekteyken görüş beyan etmek, Yargıtay’ın yetki alanına girer mi? Girmediği açık; kendilerini, “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” ideali konusunda taraf ve her konuda, hatta kimi zaman terbiye sınırlarını da zorlayan bir üslupla, konuşma makamında gördükleri meçhulümüz değil.
Yargı Reformu Strateji Taslağı konusundaki hassasiyetleri, bildiriyi yayınlayanlara hak verilebilecek tek konuyu oluşturuyor. Ancak taslağın içeriğine ilişkin hiçbir şey söylememiş olmaları, “yargıyı ilgilendiren konulardaki görüşlerini kamuoyuyla paylaşma” gerekçelerini boşa çıkarıcı nitelikte. Bu durum, taslağın, gündeme müdahale etme girişimleri için bir bahane yaratmak amacıyla bildiriye sokulduğunu düşündürtüyor.
Bildiride üzerinde sıklıkla durulan bir kavram var: Yargı bağımsızlığı. Hemen her sayfasında birkaç kez vurgulanan bu kavramı, YBK, abartılı bir şekilde, “bağımsız bir devlet” olarak anlamış. Buna uygun olarak da “bağımsızlık”larınıkıskançça korumak adına “tarafsızlık” ilkesini yok saymışlar. Siyasal çekişmeleri meşrulaştırmak için hukuku kullanmakta bir beis görmüyorlar ve bunu da millet adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Yetkiyi “demokratik, lâik, sosyal, hukuk devleti” idealinden aldıklarını ifade etmelerine karşın, gerçekte, laiklik adına “demokratik, sosyal, hukuk devleti” ilkelerini çiğniyorlar.
TAYsal Dayanışma ya da İşbölümü
YBK imzalı bildiriye hükümetin tepkisi şiddetli oldu. Bildiriyi yayınlayanların Anayasa’nın 138. maddesini ihlal ettiklerini (Anayasa ihlallerinin yasal bir yaptırımı yok mu? Varsa, hükümet olarak neden gereğini yapmıyorsunuz? Memleketin mahkemeleri sadece sokaktaki insanlar için mi kurulmuş?), bildirinin siyasi bir metin olduğunu ifade ettiler. Hükümete cevap, Yargıtay’ı daha fazla yıpratmamak için olsa gerek, diğer bir TAY’dan, Danıştay’dan geldi.
D-muhtırada, “Yargıyı doğrudan ilgilendiren konularda (Anayasa değişiklikleri, Yargıtay ya da Danıştay’ın meselesi haline gelmiş de bizim haberimiz yokmuş!), yargı organlarının görüşlerini kamuoyu ile paylaşmalarının siyasi bir niteliği” bulunmadığını belirttikten sonra, “Yargıyı ve yargılama sürecini ilgilendiren konulardaki Anayasal ve yasal değişiklik çalışmaları hakkında yüksek yargı organlarının açıklama yapmaları(nın), Yasama Organının faaliyet alanına müdahale olarak görülmemesi gerektiği” vurgulanıyor. Tarafsızlık ve adaletten ziyade “bağımsızlık”vurgusu yapan ve kendisini memleketin diğer kurumlarından bütünüyle ayrı, farklı ve üstün gören bir kurumdan başka bir açıklama beklenebilir miydi? Yasamayla ilgili ya da Anayasa Mahkemesi’nin görev alanına giren konularda ya da devam etmekte olan davalar hakkında görüş beyan etmek (Verilen iddianame zaten bir görüştür; o nedenle, aynı görüşü, üstelik kamuoyunu da terörize ederek yeniden dillendirmek, “belli bir görüşü dayatmak”tan öte bir anlam taşımaz!); milletin (hangi milletin?) kendilerine vermiş olduğu görevin (ne zaman vermiş?) gereği demokratik bir hak olarak görülmeli ve yasamanın alanına müdahale olarak değerlendirilmemeliymiş. Tersi bir durum ise, “yargı bağımsızlığı”na müdahale etmekmiş.
Bunları okuyunca insanın aklına George Orwell’in 1984’ü geliyor. Büyük Birader’in üç sloganını hemen hatırlayacaksınız: “Savaş Barıştır, Kölelik Özgürlüktür ve Cehalet Kuvvettir.” Her şeyi ters yüz etme görevi Gerçek Bakanlığı’nın; düşünce suçlularını tespit etme, sorgulama, işkence etme ve idam etme ise Sevgi Bakanlığı’nın görev alanına giriyordu. TAY’ların ve onlara destek veren Üniversitelerarası Kurul’un açıklamaları da 1984’te anlatılanlardan maalesef pek farklı değil.
Sorunların Kaynağı, AKP’nin Yanlış Politikaları
Anayasa Mahkemesi’nde açılan kapatma davasının ve bugün TAY’larla yaşanan sorunların kaynağında, AKP’nin yanlış politikalarının ve seçim sürecinde Anayasa değişikliğine ilişkin sözlerinin gereğini yerine getirme konusundaki savsaklayıcı tutumlarının önemli bir rolü olduğunu söylemek haksızlık olur mu? Bugünden geriye doğru bakıldığında, gerek parti içinden gerekse de dışarıdan yönlendirmelerle söz konusu vaatlerin yerine getirilmesinin engellendiği ve AKP’nin çıkmaz bir sokağa sokulduğu anlaşılıyor.
Bugün itibarıyla, Başbakan’ın söylemlerinden anlaşıldığı üzere, AKP aleyhine açılan kapatma davasının -lehte veya aleyhte- bir an önce sonuçlanması bekleniyor. Dava açıldıktan sonra Anayasa değişikliğine ilişkin girişimlerden de bir sonuç çıkmadı, çıkmasını beklemek zaten hayaldi. Bu durumda AKP’nin elinde yalnızca erken seçim kozu kalıyor. Genel seçimlerin yerel seçimlerle birleştirilmesi gündeme gelebilir. Başbakan’ın AKP’nin Kadın Kolları Kongresi’nde yaptığı konuşmalarda üslubunu sertleştirmesi de böyle bir durumun öngörüldüğüne ve bu sürece yönelik bir hazırlığa girişildiğine işaret olarak yorumlanabilir. Bu anlamda partinin aleyhine açılan kapatma davası, AKP kurmayları için hem seçimlerde etkili bir propaganda malzemesi sağlayacaktır hem de kendisini yavaş yavaş hissettiren ekonomik krizin faturasını kendilerinden başka yerlere kesme imkanı verecektir.
Paylaş
Tavsiye Et