Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Kapak
Avrupa’nın korkuları, Türkiye’nin evhamları
İbrahim Öztürk

GEÇEN ay Venedik’te katıldığımız “Hangi Avrupa: Türkiye Örneği” başlıklı toplantıda konuşan bir İtalyan Papaz, “Avrupa nereye gidiyor?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Haça hayır, başörtüsüne evet diyen bir Avrupa!” İtalyan Papaz, İngiliz Havayollarının bir çalışanının haç takmasına izin vermemesine atıfta bulunuyordu. Dindar Avrupalılar, Avrupa’nın Hıristiyan kimliğini kaybetmesinden sanki İslam’ı sorumlu tutuyorlar. Papa 16. Benedikt’in İslam hakkındaki dışlayıcı görüşlerinin arkasında da benzer bir hissiyat yatıyor: Avrupa’yı yeniden Hıristiyan kimliğine kavuşturmak isteyen Papa, İslami dindarlığın modern dünyadaki görece başarısını gizliden gizliye kıskanıyor.
Peki, bunun Türkiye’nin AB müzakere sürecinin kısmen askıya alınmasıyla ne ilgisi olabilir? Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle Türkiye’nin AB üyeliğinin ne manaya geldiği sorusunu cevaplamak gerekir. Bu konuda iki ana görüş öne çıkıyor. Birinci görüş, AB’yi bir piyasa ortaklığı, ekonomik işbirliği ve son tahlilde teknik bir mesele olarak görüyor. Buna göre AB üyeliği bir “teknik uyum” süreci olarak tanımlansa, siyasi, dinî ve kültürel pek çok sorun daha iyi yönetilebilecek; “AB fetişizmi” ortadan kalkacak.
İkinci görüş, AB’yi aynı zamanda bir kültür ve medeniyet meselesi olarak görüyor. Bu görüşe göre Türkiye’nin AB üyeliği, ortak pazar ve serbest piyasa arayışlarının ötesinde evrensel insani değerler etrafında buluşmayı, bütünleşmeyi ifade ediyor. Hukukun üstünlüğü, insan hakları, ifade özgürlüğü, eşitlik gibi değerler, teknik mevzuatların değil, kültür ve medeniyet alanlarının konusu. Bunun için üyelik; hem tarama, mevzuat, uyum, vs. kalıplarına sığmayacak, hem de bir sonraki seçimlerde ne yapacağı kaygısıyla hareket eden politikacılara bırakılmayacak kadar hayati bir mesele. Dolayısıyla bu süreçte teknokrat bürokratlara değil, mütefekkir kafalara ihtiyaç var.

AB’nin İki Yüzü
AB meselesine hangi açıdan yaklaşırsanız yaklaşın, temel sorunlar azımsanmayacak cesamette. Teknik açıdan bakalım: Türkiye’nin müzakere etmek zorunda olduğu otuz beş konu başlığı, on binlerce sayfalık mevzuat değişikliğini gerektiriyor. Ancak Türkiye, sadece AB’ye üye olmak isteyen bir ülke değil. Aynı zamanda Dünya Bankası’yla anlaşmalara imza atmış, Ortadoğu ülkeleriyle ticaret yapan, yabancı sermayeyi kollarını açarak davet eden ve bütün bunları yaparken kendi orta direğini korumaya ve burjuvasını üretmeye çalışan bir ülke. Tarım, çevre, enerji, ticaret alanlarında yapılacak uyum değişiklikleri ise Türkiye’nin üretim, tüketim, ticaret, işgücü, tarım, kredi alma, borçlanma vs. alışkanlıklarını kökten dönüştürecek bir niteliğe sahip. Böyle bir dönüşüme basit bir ‘teknik’ mesele olarak bakılabilir mi?
AB üyeliğine kültür ve medeniyet açısından bakalım: AK Parti hükümetinin formüle ettiği şekliyle AB üyeliği bir “kültür ve medeniyet projesi” ise, karşımızda çok daha zorlu bir yol var demektir. Bernard Lewis’in ifadesiyle Batı’nın Yahudi-Hıristiyan geçmişi, seküler hali ve bu ikisinin karışımından ortaya çıkan yayılmacı ve hegemonik kültürü, Türkiye yahut başka bir ülkenin eşit bir kültür ve medeniyet ortağı olmasına imkan verir mi? Atina-Roma-Kudüs tecrübesini zımnen ya da açıkça tarihin sonu olarak gören bir Avrupa’nın Türkiye’nin tarihî ve kültürel kimliğine direnmesine şaşırmamak gerekir. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Avrupalı siyasetçilerin zihinsel refleksleri, Avrupa-merkezciliği aşabilecek güçte değil henüz. O yüzden Türkiye’nin üyelik sürecinde neyin teknik mevzuat, neyin kültür-medeniyet alanında olduğunu ayrıştırmak sanıldığı kadar kolay değil.
Mesela, Almanya eski Şansölyesi Helmut Kohl, 2004’te yayımladığı bir yazısında, nüfusu fazla, toplumu çok yoksul ve yabancı bir kültür geleneğine sahip olduğu gerekçesiyle Türkiye’nin AB üyesi olmaması gerektiğini söylüyordu. Bu kriterlere göre Türkiye hem teknik açıdan, hem de sahip olduğu kültür ve değerler açısından AB’nin dışına düşmektedir. Türkiye, halkının yoksulluğuna belki çare bulabilir ama nüfusunu ne yapacak? Kıbrıs’a yahut Kanarya Adaları’na mı gönderecek?
“Avrupa’nın yabancısı olduğu kültür dünyası” tanımına göre Türkiye’nin kültür ve medeniyet kimliği, evrensel insani değerleri kapsamıyor. Bu durumda ya gerçekten evrensel birtakım değerlerin olduğunu ve birlikteliğin ancak bu alanda olabileceğini kabul etmemiz ya da her toplumun kendi değer dünyasını yarattığını ve bunlar arasında bir uyum aramanın boş bir çaba olduğunu itiraf etmemiz gerekiyor. Bu uzun tartışma konusuna şimdilik girmeyelim. Ama şu soruyu sormak hakkımız olsa gerek: Küresel kapitalizmin ve Batılı eğlence kültürünün “iyilikte yarışın” çağrısını anlamsız hale getirdiği bir dünyada, evrensel değerleri savunmak nasıl sadece Avrupa’nın kendinden menkul bir hakkı olabilir?

‘İslamofobi’den ‘Türkofobi’ye

Avrupa kamuoyunun Türkiye hakkındaki kanaati korku, şüphe ve ret duygularıyla dolu. AB’nin yaptırdığı Eurobarometer Eylül-Ekim 2006 araştırmasına göre AB üyesi ülke vatandaşlarının çoğu, bütün şartları yerine getirse bile Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakmıyor; tam üyeliğin AB’nin değil, Türkiye’nin faydasına olacağına inanıyor.
Kıbrıs konusunda yaşanan tıkanma, bu hissiyat ile önemli bir paralellik arz ediyor. Peki, bu muhalefetin arkasında ne yatıyor? ‘İslamofobi’den sonra şimdi de ‘Türkofobi’ histerisine yakalanmış görünen Avrupa kamuoyu hangi endişe ve korkulardan besleniyor? Bugün Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlar, yarın bir gün Türkiye tam üye olduğunda göç, entegrasyon, Avrupa İslam’ı, güvenlik, İslamofobi, ayrımcılık konularında fikrini değiştirecek mi?
Şu noktanın altını çizmek gerekiyor: Bugün dünya toplumlarının hemen hepsi bir güvensizlik duygusu içinde. Ulusal ve küresel gelişmeler herkesi tedirgin ediyor. Merkezini kaybetmiş bir dünya, hepimizde bir yalnızlık ve yabancılaşma duygusu yaratıyor. Kontrol edemediğimiz, akışına kapıldığımız bir dünyada yaşamanın siyasi ve psikolojik baskısı giderek artıyor. Dünya borsalarındaki bir oynama, Irak’taki ölümler yahut Çin ekonomisindeki büyüme artık hepimizin hayatını doğrudan ve derinden etkiliyor.

Yabancılaşmanın Binbir Rengi
Bütün bunlar bizi tam da Marks’ın ‘yabancılaşma’ dediği duruma mahkum ediyor. Marks’a göre yabancılaşma, insanların kendi elleriyle ürettiği şeyleri artık kontrol edemez hale gelmesidir. Yani insanların ürettiği Frankenstein’ların, robotların dünyamıza hakim olması hali. Matrix gibi bilim-kurgu filmleri, bu “post-modern durum”un popüler kültürdeki önemli yansımaları. Merkezini kaybetmiş, şirazesi dağılmış bir dünya, Foucault’nun tabiriyle hepimiz için bir panopticona (büyük hapishaneye) dönüşüyor. Gelişen, büyüyen ama her hamlesinde kontrolü biraz daha kaybeden bir dünya.
Kuzeyin yayılmacı politikaları karşısında Güney zaten uzunca bir süredir bu hissiyatla yaşıyor. Ekonomik bağımlılık, siyasi çöküş, kültürel aşınma ve kimlik erimesi karşısında kendini çaresiz gören insanlar, giderek anlamsız, nihilist bir kadere razı oluyorlar. Kitleler, çözümü ya şiddet eylemlerinde ya da kendi özne oluşlarını ortadan kaldıran komplo teorilerinde arıyorlar.
Ulusal egemenliklerinin eridiğini düşünen “Euro-septikler” ise AB’ye şüpheyle bakıyorlar ve paradoksal bir şekilde Türkiye’deki AB muhalifleriyle aynı önermeden hareket ediyorlar: “Biz ulusal egemenliğimizi Brüksel’le paylaşmak istemiyoruz.” Avrupa kamuoyundaki Türkiye karşıtı hissiyat, aslında Avrupa içindeki bu daralmanın bir uzantısı. Brüksel’den hazzetmeyenler, Türkiye’nin üyeliğini kendi ulusal bütünlüklerine vurulmuş bir darbe olarak algılıyorlar. Türkiye’nin tam üyelikten vazgeçmesi, AB kamuoyunu muhtemelen rahatlatacaktır. Avrupalı politika yapıcıları bu rahatlığı garanti altına almak için belki bir gün kesin karar verecek ve üyeliği reddedecekler.
Peki, Avrupa bu kararı verdiğinde iç bütünlüğünü sağlamış, ulusal bağımsızlığını garanti altına almış, rekabet gücünü arttırmış, Türkiye ve İslam dünyası ile ilişkilerini sağlam bir zemine oturtmuş mu olacak? Siyasi vizyonu bir sonraki seçimlerin ötesine gidebilen herkes, bu sorunun cevabının ne olduğunu biliyor. Türkiye ile iplerini kopartan bir Avrupa, iç kamuoyuna ulusalcı mesajlar verebilir. Bu, kısa vadeli siyasi hesaplar açısından faydalı bile olabilir. Nitekim bunun son örneğini Fransız Parlamentosu’nda oylanan sözde Ermeni soykırımını cezalandırma yasasında gördük. Bu yasa önümüzdeki yıl Sarkozy’ye cumhurbaşkanlığını da getirebilir. Ama bu Fransız banliyölerini rahatlatır mı?
Peki, Türkiye ne yapmalı? Kısa dönemde yapılması gereken en önemli şey “ya AB, ya hiç” cenderesinden kurtulmaktır. AB karşıtlığının Türkiye’de ulusalcılığı, anti-demokratik söylemleri, özgürlük karşıtı hareketleri güçlendirdiği ortada. AB’ye karşı olanlar, köklü bir felsefi muhasebe yaptıkları yahut kendilerini “merkez ülke” olarak gördükleri için değil,“merkez olma” imtiyazlarını yitirmeye başladıkları için AB karşıtlığı yapıyorlar.
“Avrupa Birleşik Devletleri”, iki bin yıldır birleşmeye çalışan Avrupa için tatlı bir hayaldir. Türkiye bu hayalin dışında bulunduğu için gocunmamalı. Biz doğru bildiğimiz şeyi kendimiz için yapmaya devam edelim. Belki o zaman İtalyan Papaz’ın yüreğine de su serpmiş oluruz!


Paylaş Tavsiye Et