Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
İran Sineması’nda kendinden kaçan ve kendine yönelen gözler...
Faysal Soysal
BU yıl 28’in­ci­si dü­zen­le­nen Ulus­la­ra­ra­sı İs­tan­bul Film Fes­ti­va­li’nde gös­te­ri­len 200 film ara­sın­da “özel” de­ne­bi­le­cek film­ler var­dı. An­cak fil­min ya­rı­sın­da dı­şa­rı çık­mak is­te­yip, ka­pı­la­rın ka­pa­lı ol­ma­sı se­be­biy­le otu­rup zor­la iş­ken­ce gör­mek çok az ki­şi­nin ka­de­ri ol­muş­tur her­hal­de. He­le de en çok sev­di­ği­niz ül­ke si­ne­ma­sı­na ait bir film söz ko­nu­suy­sa olay da­ha da tra­jik­le­şi­yor. Eğer bir in­san bir sa­nat ese­ri kar­şı­sın­da zevk, de­ha, pa­rıl­tı, de­ği­şim gi­bi semp­tom­lar ye­ri­ne bir çıl­gın­lık ve öf­ke­den de­lir­me ha­li ya­şı­yor­sa bu in­san ya Oto­ma­tik Por­ta­kal fil­min­de­ki Alex’tir ya da bu sa­nat ese­ri, sa­nat ese­ri ol­ma­ya aday­lık dı­şın­da her tür­lü re­za­le­te hiz­met edi­yor de­mek­tir.
Hiç kim­se mü­zi­ği di­ri di­ri öl­dür­me­yi de­ne­yen bir eser kar­şı­sın­da, mü­zik­te­ki zevk ve de­ha eşi­ği be­lir­li bir se­vi­ye­nin üs­tün­de olan bir mü­zis­yen ya da din­le­yi­ci ka­dar şid­det­li iş­ken­ce çe­ke­mez. Ga­rip olan ise as­lın­da bu de­re­ce­de kö­tü eser ve­re­bil­me­nin de o ka­dar ko­lay ol­ma­dı­ğı ve özel ye­te­nek ge­rek­tir­di­ği­dir. İş­te Sa­mi­ra Makh­mal­baf bu özel ye­te­nek­ler­den bir ta­ne­si. Da­ha ilk uzun met­raj fil­mi olan ve Can­nes’da Jü­ri Özel Ödü­lü’ne la­yık gö­rü­len El­ma (1998) ile ger­çek­çi ol­mak­tan be­ri du­rup ken­di köy­lü­sü­nü ha­kir gö­re­rek, da­ha kö­tü­sü hiç­bir es­te­tik bi­çi­mi ka­le al­ma­dan ve şı­ma­rık­ça yap­tı­ğı işin adı­na si­ne­ma di­ye­rek ya­ban­cı or­yan­ta­list­le­ri na­sıl bü­yü­le­di­ği­ni ha­tır­la­yın. Ar­dın­dan Ka­ra Tah­ta (1999) ile en azın­dan form dü­ze­yin­de bir çiz­gi ya­ka­la­ma­ya yak­laş­mış, an­cak on­dan zi­ya­de yi­ne se­nar­yo­da­ki fa­kir­lik, fe­mi­nist­lik, hü­ma­nist­lik si­la­hı ile bu ül­ke­yi ve in­san­la­rı­nı ta­nı­ma­yan Av­ru­pa­lı­la­rı av­la­ma­yı bir kez da­ha ba­şar­mış­tı.
Fes­ti­val kap­sa­mın­da gös­te­ri­len İki Ba­cak­lı At’ta ise nor­mal şart­lar­da çok in­sa­ni bir yer­den ha­re­ket­le ba­ba­sı­nın (Moh­sen Makh­mal­baf) izin­den gi­de­bi­le­cek­ken, mo­der­niz­min re­za­le­tin­den -çok şü­kür ki- he­nüz ye­te­ri de­re­ce­de na­sip­len­me­miş fa­kir, özür­lü, aç, ya­ra­lı Af­gan hal­kı­nı, hiç­bir in­sa­na ya­kış­ma­ya­cak şe­kil­de ken­di hem­cin­si­ne hay­van mu­ame­le­si ya­pa­bi­le­cek şe­kil­de gös­te­re­bi­li­yor. Film­de özür­lü bir ço­cu­ğa gün­de 1 do­lar kar­şı­lı­ğın­da at gö­re­vi­ni gör­mek için ki­ra­la­nan bir baş­ka ço­cu­ğun, onun tu­va­le­ti­ne, te­miz­li­ği­ne, ya­rış atı ol­ma­sı­na, ken­di sev­gi­li­si ile pa­ra kar­şı­lı­ğı be­ra­ber ol­ma­sı­na va­ran hiz­met­ler­de bu­lun­ma­sı ye­ter­li gel­mi­yor. Sa­hi­bi olan özür­lü zen­gin Af­gan ço­cuk onu ar­ka­daş­la­rı­na at ola­rak ki­ra­lı­yor, se­mer vu­ru­yor, sa­man ye­di­ri­yor, da­ha­sı çiz­me­le­ri­ne çi­vi ile nal ça­kı­lı­yor ve bü­tün Af­gan ço­cuk­la­rı bı­ra­kın bu­na se­yir­ci kal­ma­yı, yar­dım­da bi­le bu­lu­nu­yor­lar. Bu da yet­mez­miş gi­bi Sa­mi­ra Makh­mal­baf, mon­taj­da en il­kel bir yön­tem olan Ei­sens­te­in’ın Grev (1925) fil­min­de kul­lan­dı­ğı “ben­zeş­tir­me” yön­te­mi­ni kul­la­nıp fil­mi­ni gü­ya es­te­tik bir for­ma bü­rün­dü­re­rek se­yir­ci­yi ve Do­ğu kar­şı­sın­da ken­di­ni sü­rek­li hak­lı gö­ren Ba­tı in­sa­nı­nı av­la­ma­ya ça­lı­şı­yor. Fil­me gö­re bu hay­van­laş­ma­ya baş­la­yan iki ayak­lı in­san, ye­ni do­ğan bir at yav­ru­su gi­bi dün­ya­ya sa­hip­siz bir şe­kil­de atıl­mış. Bu iki ayak­lı mah­lu­kun ol­du­ğu her sah­ne­de se­yir­ci­yi ap­tal ye­ri­ne koy­mak için bir de ke­nar­da ka­tı­rı, atı, eşe­ği de bir­lik­te gös­ter­mek­ten da­ha ko­lay bir yol var mı­dır bil­mi­yo­rum. Bu tarz “fes­ti­val­ler­den ödül ala­bil­me yön­tem­le­ri” as­lın­da sa­de­ce Sa­mi­ra’nın ka­fa yor­du­ğu bir du­rum de­ğil. O bu­nun bel­ki de ar­tık son ker­te­si ol­du­ğu için eli­ne gö­zü­ne bu­laş­tı­rı­yor ve faz­la aşi­kâr kı­lı­yor he­de­fi­ni. Bun­dan ön­ce ör­ne­ğin Abol­fazl Ja­li­li ve ba­zı Kürt yö­net­men­ler bu yön­tem­le­rin bir­ço­ğu­nu de­ne­di­ler. Doğ­ru­su uzun bir sü­re İran si­ne­ma­sı adı­na ba­şa­rı ha­ne­si­ni de dol­dur­du­lar. So­nuç­ta Av­ru­pa se­yir­ci­si­nin, bir İran si­ne­ma­sı hay­ra­nı ol­ma­ma rağ­men, ka­pı­lar ka­pa­lı ol­du­ğu için dı­şa­rı çı­ka­ma­ya­rak ne­re­dey­se fil­min so­nu­na ka­dar iş­ken­ce gör­mek zo­run­da ka­lan ben­den şans­lı ve akıl­lı ol­ma­la­rı­nı umu­yo­rum.
 
Şi­i­rin Si­ne­ma­sı, Si­ne­ma­nın Şi­i­ri
Fes­ti­va­lin bir di­ğer İran fil­mi ise si­ne­ma­yı ken­di kül­tür ve ede­bi­yat mi­ra­sı ile ye­ni­den yo­rum­la­ya­rak, azım­san­ma­ya­cak bir şe­kil­de dra­ma­tür­ji­yi ya da mo­dern an­la­mıy­la story (hi­ka­ye) man­tı­ğı­nı kı­ra­rak man­zum­laş­tı­ran, şi­ir­leş­ti­ren Ab­bas Kia­ros­ta­mi’nin son fil­mi Şi­rin idi. Film­le il­gi­li ola­rak “Ni­za­mi Gen­ce­vi’nin Hüs­rev ve Şi­rin şi­i­ri­nin gör­sel şek­li” gi­bi ya­kış­tır­ma­la­rı bir ke­na­ra bı­ra­ka­lım. Zi­ra Kia­ros­ta­mi gi­bi akıl­lı ve yük­sek sa­nat ru­hu­na sa­hip bir yö­net­men, bu­nu ba­şa­ra­ma­ya­ca­ğı­nı ve hat­ta kim­se­nin böy­le bir şe­yi ba­şa­ra­ma­ya­ca­ğı­nı bi­lir. Per­de­de gör­dü­ğü­müz as­lın­da sa­de­ce İran si­ne­ma­sı­nın en ün­lü ve ba­şa­rı­lı ka­dın oyun­cu­la­rı, otur­muş­lar si­ne­ma kol­tu­ğu­na, bi­zim gör­me­ye ça­lış­tı­ğı­mız bir şe­yi gör­me­ye ça­lı­şı­yor­lar. As­lın­da hem on­lar hem de biz ay­nı aciz­lik­te­yiz. Ne on­lar Hüs­rev ve Şi­rin’in fil­mi­ni iz­li­yor­lar ne de biz. Çün­kü yok öy­le bir film. Ama hem on­lar hem de biz Gen­ce­vi’nin şi­i­ri­ni din­le­ye­rek “san­ki” onu iz­li­yor­muş his­si ile kar­şı­lık­lı Şi­rin’in ka­de­ri­ne, Fer­had’ın ve ken­di­mi­zin aşk acı­sı­na, Hüs­rev’in si­ya­se­te kur­ban gi­den tra­jik so­nu­na ağ­la­mak­ta­yız.
Bu­ra­da­ki “san­ki”, ta­ma­mıy­la “si­ne­ma”yı ta­nım­la­yan bir san­ki. Kia­ros­ta­mi’nin ba­şar­dı­ğı sa­de­ce bu da de­ğil. Zi­ra hiç­bir aji­tas­yo­na, göz bo­ya­ma­ya, duy­gu­sal at­mos­fer ya­rat­mak için mü­zi­ği ba­ğırt­ma­ya git­me­me­si­nin ya­nın­da İran ve Do­ğu kül­tü­rü­ne ait çok önem­li ipuç­la­rı da ve­ri­yor. Per­de­de yüz­le­ri­ni net ola­rak gör­dü­ğü­müz; se­vi­nen, ağ­la­yan ye­ga­ne var­lık­lar ka­dın­lar. Çok az sa­yı­da­ki er­kek ise sü­rek­li ar­ka plan­da, yüz­le­ri ve mi­mik­le­ri se­çi­le­me­ye­cek ni­te­lik­te. İl­ginç olan baş­ka bir du­rum da bu ka­dın­la­rın ço­ğu­nun yal­nız ol­ma­sı. Kia­ros­ta­mi’nin bu ter­ci­hi­nin tek se­be­bi hi­ka­ye­nin da­ha doğ­ru­su Gen­ce­vi’nin na­zım şi­i­ri­nin mer­ke­zin­de yal­nız bir ka­dın ola­rak Şi­rin’in yer al­ma­sı de­ğil. Onun na­za­rın­da ve kül­tü­rün­de “ka­dın”, ger­çek ha­yat­ta da er­ke­ğe gö­re aşk­ta da­ha sa­dık, ka­rar­lı ve faz­la­sıy­la acı çe­ken ko­num­da. O yüz­den olay-şi­ir kar­şı­sın­da da tep­ki­le­ri­ni ağ­la­ya­rak, gü­lüm­se­ye­rek, dü­şün­ce­le­re da­la­rak en ön­ce gös­te­re­bi­len var­lık­lar ola­rak film­de yer alı­yor­lar. Ni­te­kim fil­min so­nun­da da Şi­rin’in ağ­zın­dan duy­du­ğu­muz “İş­te kız kar­deş­le­rim! Bu din­le­di­ği­niz be­nim acı yal­nız­lı­ğı­mın şi­i­ri­dir” sö­zü ile bu hi­ka­ye­yi en iyi an­la­ya­cak­la­rın ka­dın­lar ol­du­ğu­nu an­lı­yo­ruz. Gen­ce­vi’nin ya­nı sı­ra Fe­ri­düd­din-i At­tar’ın da şi­ir­le­ri­nin ağıt ola­rak okun­du­ğu film­de es­te­tik zev­kin ya­nın­da “hik­met” de he­def­len­miş olup bu yö­nüy­le in­san ah­la­kı­nın doğ­ru ve saf ol­ma­sı da amaç­la­nı­yor.
Ak­la ta­kı­lan tek bir so­ru var; Ju­li­et­te Bi­noc­he’un iz­le­di­ği­miz bu film­de ne işi var? Bu so­ru­nun ce­va­bı ma­hi­ye­tin­de bir­kaç na­za­ri­ye yü­rü­tü­le­bi­li­nir: 1. Ba­tı­lı ka­dı­nın da­hi Do­ğu­lu ka­dın­la­rın sa­yı­sı ka­dar ol­ma­sa da bu şi­ir­den, aşk ha­di­se­sin­den na­sip­le­ne­ce­ği yer­ler var. 2. Kia­ros­ta­mi, Bi­noc­he’u ken­di­si­ne az rol ve­re­rek as­lın­da kan­dır­mış ol­du. 3. Onun gö­zün­de Bi­noc­he da sa­de­ce ken­di mem­le­ke­ti­nin ka­dın oyun­cu­la­rı ka­dar de­ğer­li, faz­la­sı de­ğil 4. Kia­ros­ta­mi ken­di mi­ni­mal çiz­gi­si­ni ko­ru­ya­rak fil­mi­ni star oyun­cu­lu­ğu sev­da­sı­na kur­ban et­me­di. 5. Onun is­mi ile fil­mi­nin ulus­la­ra­ra­sı pi­ya­sa­da iyi pa­zar ya­pa­ca­ğı­nı dü­şün­dü.
So­nuç her ne olur­sa ol­sun, Kia­ros­ta­mi bu ya­şı­na rağ­men hâ­lâ şi­i­rin in­san­lık için çok özel bir de­ğer ve an­lam ifa­de et­ti­ği­ne ve bel­ki de in­sa­nın ken­di adı­na kur­tu­lu­şu­nun bu­ra­dan geç­ti­ği­ne ina­nı­yor. Za­ten an­cak şi­ir de­ğil mi­dir bir­çok mo­dern sa­na­ta ve hat­ta si­ne­ma­ya ha­ki­ka­tin ru­hu­nu in­sa­nın ken­din­de his­set­tir­me im­ka­nı­nı ve­re­cek olan?

Paylaş Tavsiye Et