Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Karanlıktakiler: Çürümüş toplumun kenarında kalanlar
Zülküf Oruç
KARANLIKTAKİLER… Yeni bir Çağan Irmak filmi. Filmin bir sahnesinde duvarda asılı duran afişte yer alan Your society is corrupted (Toplumunuz çürümüş) cümlesi, filmin ardından birkaç zaman zihnimin duvarlarına çarparak çoğaldı. Hakikatin buharlaştığı, çocukların dahi birer canavara dönüşerek acımasızlaştığı, etrafımızı çevreleyen her şeyin, her nesnenin mamul birer tasarım olduğu bir dünyadayız; asli olanın, gerçeğin, el değmemişin çoktan çekip gittiği bir dünyada… İnsanların zaafları üzerinden para kazanıldığı, piyasa ile ancak nefsin koridorlarında bir gölge olarak yuvarlandığımız müddetçe rabıta halinde olabildiğimiz ve değer taşıdığımız bir zaman bizimkisi. Böyle bir dünyada yaşamaya mahkûm olan meczup bir anne ile oğlunun hikâyesini anlatıyor Karanlıktakiler. Tıpkı diğer Çağan Irmak filmleri gibi, sonuna kadar ilgiyle izlenen; fakat bittikten sonra ağzınızda kekre bir tat ve bir tatmin olmamışlık haliyle sinema salonunu terk etmenize sebep olan bir film. İsminin de ima ettiği gibi karanlıkta kalmışların; şehrin kalabalıkları arasında merhametin kaybolduğu, insanların birbirlerinin yüzlerine, gözlerinin derinine asla bakmadıkları bir zamanda oyunun kenarında kalanların hikâyesi.
Zamanın bir yerinde mutlusunuzdur. Babanızın elinizden tutup sizi parka, bayram yerine götürdüğü bir çağdır; annenizin gencecik elleriyle saçlarınızı ördüğü, yakanızı düzelttiği, bütün kardeşlerin masum, “bütün insanların günahsız” olduğu bir zaman… Sonra büyürsünüz, feleğin çarkı döner, dünya değişir, bütün kardeşler hayata karışır, oyunun bir yerine dâhil olur; fakat siz bir türlü o çok mutlu olduğunuz anlardan uzaklaşamazsınız. Sizi maça dâhil etmediklerinde, okeye dördüncü kabul edilmediğinizde, kızlar sizinle arkadaş olmayı reddettiğinde ağır ağır kendi içinize kapanırsınız. Çocukluğunuzun o patiska kaplı yataklarına, akşamları kavrulmuş soğan kokan evlerine dönmek istersiniz. Kendi zamanınız, dışarıdaki aydınlık dünya, sokağın cıvıltılı sesi sizi dışarıda bıraktıkça siz de kendi içinizdeki o altın çağa kaçarsınız; her şeyin beyaz, herkesin masum ve iyi olduğu bir zamana… Irmak’ın karanlığında kalanlar da, insanın içinde sıkışmış, bir türlü kendini unutturmayan, sürekli olarak kaçıp gitmeye, en başa dönmeye kışkırtan işte bu sese kulak veriyorlar.
Karanlıktakiler iki mekan arasında geçiyor. Mekanların ikisi de konak; iki eski İstanbul evi. Biri, içinde yaşayan insanların hafızası gibi, yıllar öncesine demir atmış ve hiç değişmeden öylece kalmış. Dumanlı, kasvetli ve boyası dökülüyor. Üzerine vurulmuş onlarca kilitle, ağır bir kanatlı kapıyla sokağa yani şimdiki zamana kapanıyor. Restore edilmiş, bir nevi güncellenerek yeniden ticari bir değere kavuşturulmuş ikinci mekan ise bir prodüksiyon şirketi işlevi görüyor artık. Birisi yeni zamanın yeni insanlarınca değiştirilmiş; diğeri ise adeta bir zaman tünelinde sıkışmış kalmış, sürekli olarak Araf’ta sallanıyor gibi... İnsanlar da bu mekanlar içinde sürükleniyor. Zamanla ve gerçeklikle olan irtibatını yitirmiş, ağır bir travmanın ardından belki de paranoid şizofrenliğin parçalanmış ve korkulu ülkesinde yaşamaya mahkum kalmış bir anne… Toplumsal hafızanın bastırdığı, hiç yaşanmamış saymayı tercih ettiği bir büyük günahın sonu gelmez mahkumu…
Filmin afişindeki, “Ölmek kolaydı ama sen vardın” gibi vurucu bir cümlenin muhatabı olan oğul ise anneyi sokaktan, gerçek hayattan yani kendi zamanından koparan bir günahın tohumu… Anneye adeta o geçmişi her an tekrar tekrar hatırlatmak için dünyaya gelmiş ve anneyi bitimsiz bir deliliğe sürükleyen bir oğul Egemen. Annesine hastalıklı bir biçimde bağlı olan, ondan asla kopamayan, onun yükünü omuzlarında taşıdığı müddetçe de kendi zamanıyla karışamayan, her sabah temizlikçi olarak çalıştığı büroya sırf annesini memnun etmek için kravat, takım elbise ve evrak çantası ile daireye gider gibi giden, kahırla da olsa bu çıldırmış anneye olan merhametini bastıramayarak kendine ait olmayan hayatı yaşamak zorunda olan bir oğul… Diğer yanda ise sinema ve reklâm endüstrisinin ticari ve bir o kadar da sahte dünyasında var olmayı başarmış fakat bastırılmış onlarca zaafıyla acziyet içinde arada kalmış bir kadın: Umay.
Karanlıkta olmak bir madunluk halini, derinden bir mağduriyeti ifade eder. Aslında bir muhafazakârlığa da temas eden ve onu derinden besleyen, tutunamamanın patetik hissiyatı var karşımızda. Geçmişin özlem duyulan güzel günleri karşısında adeta inkâr edilen, görmezden gelinen şimdiki zaman… Irmak’ın bu filmi oldukça zengin çeşitlemelerle dolu. Bir bakirenin bedeninde temsilini bulan el değmemiş gelenek, ne idiği belirsiz pür bir kösnüllüğü ifade eden, yüzü dahi olmayan bir şimdiki zaman tarafından tecavüze uğrar. Şiddetli, ani ve oldukça acımasız iğfal, geleneğin otantik kendi halinde akışında hem bir farkındalık hem de bir parçalanma, dağılma halini yaratır. Elde kalan şizofren bir anne ve ona hastalıklı bir biçimde bağlı, babasını tanımayan bir oğuldur. Annesi üzerinden kayıp bir zamana bağlı, her akşam aynı kasvetli eve dönen ve annesinin şimdiki zamanı dışlayan yalanlarına bilerek itaat eden bir yeni nesil…
Evin içinde yaşanan geleneksel hassasiyet, kapının dışına çıkıldığı anda, okulda, caddede, plazalarda ve büyük alışveriş merkezlerinde yüz binlerce kez bozulmakta, taciz edilmektedir. Evin salgısız sükunetinin yerini sokağın karmaşası, adeta derin bir yırtmacın ayartıcılığı gibi almaktadır. Evin mazbut sessizliği karşısında sokağın gürültülü dili açıkça erotiktir, baştan çıkartıcıdır. Genç adam tam da oradan kendi zamanına dökülüverecekken bunu yapamaz ve her akşam annesinin yanına döner. Öte yandan akşamları dönecek bir annesi olmayan metropol insanı ise bir kabz halinin içinde sıkışmıştır. Zaman zaman kendisine bir kalbi olduğunu ve ticari maskelerin altındaki bastırılmış insani doğallığı ve hakikatliliği hatırlatan Umay gibi Egemen de arada kalmışlığı sonuna kadar yaşar. Halinden derin bir memnuniyetsizlik hisseder. Aslında olan bitenin hiçbir meşru tarafının kalmadığının sonuna kadar farkındadır. Yapması gereken gitmektir; ama gidemez.
Modern dünyanın hakikati ortadan kaldıran, boğan, buharlaştıran, metalaştıran çok katmanlı hakikatsizliğine muhafazakâr ruh halinin kattığı bastırılmış, seçmeci, muhayyel ve efsunlu bir perde… Oysaki gerçek ne Umay’ın içinde yaşadığı içi boşatılmış ticari dünyadır ne de annenin cinli bir sandık gibi karmakarışık ve kasvetli konağıdır. Belki de Egemen’in zaman zaman kaçıp yalnız kaldığı, denizin maviliğine bir kuş gibi süzüldüğünü hayal ettiği uçurumdur. Nihayetinde uçurum, perdenin tümden ortadan kalktığı, saflaşmış ve soyunmuş hakikatin kapılarını araladığı bir ihtimaldir. Ve ölüm de ancak böylesi bir kusursuz laciverdî maviliğin içinden bir ümit olarak insanı davet etmektedir.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar