Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
‘Muhafazakâr Demokrasi’nin içi yeterince dolu değil
Ahmet Taşgetiren
AK Parti: Bir zihniyet-çizginin devamı mı, yeni bir başlangıç mı?
AK PARTİ bir zihniyetin-çizginin içinde/n doğdu; orada bir özeleştiri yaparak oluştu. Bu özeleştiri neydi? Bir zihniyet-çizgi özeleştirisi mi, yoksa üslup-yöntem özeleştirisi mi? Sanırım başlangıçta hem oluşumun bânileri, hem de ulaştıkları asıl toplumsal zemin tarafından daha çok üslup-yöntem özeleştirisi olarak algılandı. Ancak iki çevre, hareketin bânilerinden zihniyet olarak da bir dönüşüm bekledi. Birisi ülkenin hakim odakları, diğeri uluslararası hakim odaklar... Zihniyet hadisesinin merkezileştiği alan İslam-Laiklik, Din-Toplum-Devlet alanları idi. AK Parti öncüleri “İslamcı” bir zeminden geliyorlardı ve onlardan beklenen bu zemini “laikleştirmeleri” idi. Böylece hakim yapı ile İslam ve toplumun İslam duyarlılığı ile hareket eden kesimleri arasındaki gerilimli ilişki sona erecekti. İslam’la bağlantılı toplumsal çizgi bir anlamda terbiye edilmiş olacaktı. Bunu hakim yapı uzun zaman ve farklı aktörler kullanarak aramış, ancak istenen sonuca ulaşamamıştı. AK Parti öncüleri bu alanda gerek yerli hakim odaklar, gerekse uluslararası odaklarca aranan söylemi seslendirdiler. Çünkü iktidar olabilmenin hukuki zemini buydu, ayrıca uluslararası güç odaklarının rezervi kalkmaksızın ve hatta bir desteğe dönüşmeksizin içeride iktidar olmak zordu. Onlar da böyle bir muhasebenin ürünü olan tavrı sergiledi. Ama hâlâ içlerinin ne olduğu noktasında farklı görüşler var.
Sanırım Graham Fuller tarafından taa Cezayir olayları ve Refah’ın yükseliş seyrinde şöyle bir tez seslendirilmişti:
“Siyasal İslam’ın yükseliş halinde bulunduğu bir gerçek. Uluslararası sistem ve laik çevreler bundan kaygı duyuyor ve gerektiğinde askerî müdahale dahil, her ne şekilde olursa olsun engellemeye çalışıyorlar. Oysa farklı bir yöntem izlenebilir. Bırakalım iktidara gelsinler. Bir kere ülkenin şartları ile karşı karşıya kaldıklarında mecburen laikleşecekler. Çünkü hazır projeleri yok. Bir de zafer havası içinde gelmemelerine dikkat edilmeli. Onun için de cumhurbaşkanlığı, yargı, üniversiteler ve medya tarafından bir kuşatma sergilenmeli.”
Refah örneğinde hem yerel hem uluslararası kuşatma uygulandı, hem de örtülü müdahaleler... Ve Refah devre dışı bırakıldı. AK Parti dış kuşatmayı, ABD ve AB ile uzlaşma alanları oluşturarak yardığını düşündü. Dış kuşatma esneyince iç kuşatma da etkisini gösteremedi. Böylece yeni bir süreç başlamış oldu. Ancak burada iç-dış kuşatmadaki esneme, “değişme” söylemine bağlı olarak oluştu. Buradan da AK Parti üzerinde bir “değişme” kuşatması devreye girdi. “Değişme”yi hem iç, hem dış kuşatma, İslam’la araya konan mesafe olarak anladılar. Belki daha doğrusu şu: İslam olsun (çünkü o da, hem Türkiye’deki İslamî toplumsal zemini, hem uluslararası İslam alanını dönüştürmek için bir misyoner ihtiyacına tekabül etmektedir) ama, bu iç-dış beklentilere uygun bir yorumu ile olsun. Şimdi AK Parti öncüleri, aslî tabanlarının “gönülden değişmeme”, iç-dış odakların ise “gönülden değişme” beklentisine muhataplar. Aslî tabanlarıyla bağlarını koruyabildikleri ölçüde bir zihniyetin yerel ve küresel şartları dikkate alarak süregiden biçimi olacaklar; iç-dış güç odaklarının değişme talebi sonuç aldığı ölçüde de “yeni bir zihniyet-çizgi” olarak yürüyecekler. Doğrusu, bu yeni çizginin ne tür bir nitelik arz edeceği tam olarak kestirilemez; çünkü bu olay, “değişim” sürecinin nerede duracağı ve iç-dış odakları hangi “değişim süreci”nin tatmin edeceğiyle ilgili.
 
AK Parti ve “Muhafazakâr Demokrasi”
Bu kavramın, Türkiye’nin sancılı hukuki-siyasal ortamında güvenlik kaygısını dikkate alarak oluşturulduğunu; içinin yeterince dolu olmadığını düşünüyorum. Belki temsilî kadroların kişilik muhtevalarıyla içi dolan bir kavram olarak görülebilir.
Şöyle bir sorun var:
AK Parti, bir, mevcut sistem içinde icraat yürütüyor. İki, bir değişim gerçekleştirecekse, bunu da AB normları istikametinde gerçekleştiriyor. Peki bu iki alanın “Muhafazakâr Demokrasi” çerçevesinin içini dolduran unsurlar taşıdığını mı düşünmeliyiz? AK Parti’nin mevcut yapıyı sağlıklı görmediği belli. Dolayısıyla mevcut yapı aynen kaldığı sürece “Muhafazakâr Demokrasi” olmayacak. Peki, AB’nin bir rivayete göre 100 binlerin üzerinde olan ve Türkiye’yi tepeden tırnağa yeniden biçimlendireceği öngörülen müktesebatının “Muhafazakâr Demokrasi” ile alakası nedir? Belki öncelikle şu sorulmalı: AB müktesebatının oturduğu kültürel zemin nedir? AB müktesebatı, steril, nötr, hiçbir doktriner zemini bulunmayan bir değerler bütünü müdür? Buna bağlı olarak şunları da sormalıyız: AK Parti hükümeti, acaba “AB müktesebatı muhafazakâr demokrasi ile ne kadar uyum arz ediyor?” gibi bir soruyu önemsemekte midir? Önemsiyorsa, AB müktesebatının Türkiye’ye aktarılmasında kimi rezervler koyma imkanına sahip midir? Tabii, bunun cevabının verilebilmesi için bile, “Muhafazakâr demokrasi” kavramının içinin netlikle doldurulmuş olması gerekiyor. Sayın Başbakan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan imzasıyla çıkan Muhafazakâr Demokrasi isimli kitap dışında bir çalışma görmedim. O ise, bana göre çok içi dolu bir çalışma olarak değerlendirilemez. Dolayısıyla “Muhafazakâr Demokrasi” kavramı en azından şimdilik, efradını cami, ağyarını mani bir siyasî proje olarak görülmüyor. Bir de AK Parti henüz, kendi özgün siyasî projesini hayata geçirecek bir iktidar özgüveni kazanmış değil. Hani bazen denir, “kaçmaktan kovalamaya sıra gelmedi”; aynen öyle. Hâlâ iç-dış kuşatmanın, hatta kimi zaman destekliyor gibi gözüken ve kendilerini “liberal” olarak tanımlayan çevrelerin AK Parti iktidarına bir “meşruiyet kaygısı” yaşattığını düşünmek yanlış olmaz.
 
AK Parti ve taban; kim kimi dönüştürüyor?
AK Parti tabanının çok da homojen olmadığı görüşü önemsenmelidir. Ancak gene de bir ana blok bulunduğunu, tüm tabana ilişkin ortak paydalar arandığında da buna dair çerçeveler oluşturulabileceğini söylemek mümkün. Bu ortak payda, taa Demokrat Parti’den bu yana gelen bir toplumsal bloğun beklentilerinden oluşuyor. “Dönüştürme” söylemi, daha çok AK Parti merkez kadrosu ile ana blok diye nitelendirdiğim taban ilişkisinde ortaya çıkıyor. Gene sanırım, ne AK Parti’nin merkez kadrosu, ne de ana blok diye nitelediğim taban, bir kalbî değişimi-dönüşümü öngörmüyor.
Ama öte tarafta, değişim-dönüşümü AK Parti’nin varlık ve meşruiyet şartı olarak değerlendiren ve parti kadroları ile zımnî bir iletişim halinde bulunan odaklar var. Mesela bunların iç uzantıları AK Parti’ye oy vermiş bile olmayabilir. Ama şimdilerde partinin kendi tabanından bile daha etkin olarak AK Parti icraatı üzerinde etkinlik sağlamaya çalıştıkları söylenebilir. Sanki şöyle bir şey Türkiye’de her zaman varittir: Halk sandıkta oy verir ama, bir iktidarın gerçek meşruiyeti, iç-dış güç odaklarının tavrıyla belirlenir. İktidarlar da bu değerlendirmeyi önemsedikleri ölçüde, kendi tabanlarından kopup, bu yeni taban veya kuşatma iktidarının etki alanına girer. AK Parti iktidarının böyle bir ikilemi yaşadığını düşünüyorum.
Yeni Şafak’ta Yasin Doğan imzasıyla yazan ve başbakana çok yakın olduğunu sandığım bir yazar, “reel olan”la “ideal olan” arasında farklar oluşabileceğini belirtiyor; bir iktidarın reel olanı seçmesi sebebiyle suçlanmaması gerektiğini, bazen ideal olanı seçmenin reel şartlar dikkate alınmadığı için ağır bedeller ödenmesine yol açabileceğini ifade ederek, reel adına idealden kopmanın da kimlik kaybıyla sonuçlanabileceğine dikkat çekiyordu. İktidara bu alanda yönelen eleştirileri cevaplama amacı taşıyan, ama özde doğru bir yaklaşımdı. Bununla birlikte şartların baskısını abartarak reeli hep öne alıp idealden kopma riski de her zaman var.
Bir süredir “taban”daki kaygıların arttığını söyleyebilirim. Bu en azından “tabanın hiçbir beklentisi karşılanmadı” biçiminde ifade ediliyor. İktidarı oluşturan kadroların, kimi zaman “kendilerine rağmen” bir sürecin içine girdikleri kanaatindeyim. “Onlar buna ne kadar dayanır ve bu süreçte kendilerini ne kadar koruyabilirler; bazen değişime uygun değer yargısı üretme, meşrulaştırma eğilimine girerler mi?” soruları bence abes değil. Onlara bir misyon yükleyen toplum kesimleri, olan biteni ne kadar sağlıklı izler, onlarda varit olacak bir değişimi ret mi eder, yoksa kendileri de “önderlerinin yolu”nca değişirler mi? Yasin Doğan’ın kavlince, “reel” olan “ideal”in önüne kalıcı setler oluşturur mu? İç-dış odaklar, AK Parti önderliğinde bir ana gerilimi, İslam aleyhine, hakim yapı lehine çözmüş olurlar mı? Bu soruları önemsiyorum. Şu anda cevapları ortada. Bulunduğum ortamlarda, herkesi kalbini yoklamaya çağırıyorum. Şu sıralar “İslam’ı Aşkla Yaşamak” başlıklı konferanslar veriyorum. Kaygım kendi neslimiz için, yoksa “İslam’ı aşkla yaşayacak” insanlar kıyamete kadar her zaman gelecektir.
 
AK Parti ve “modernleşme” (küresel kapitalist sisteme entegrasyon, AB üyeliği): AK Parti iktidarı dindar bireyin gündelik hayatını dönüştürüyor mu?
İslamî camia, modernleşme ile yüzleşmeyi epey zamandır konuşuyor. Çünkü bir meydan okuma var ve bunu görmek zorundasınız. Bunun belki büyük ve önemli bir boyutunun siyasal alanda gerçekleşeceği belli. Çünkü siyaset, pek çok alanın kesişme noktası. Burada AK Parti’nin durduğu yer neresi? Meşruiyet kaygısı”nın siyasî kadroları maça 1-0 yenik çıkmak gibi bir durumla karşı karşıya bıraktığını belirtmek lazım. AK Parti moderniteyi bir meydan okuyuş olarak mı algılıyor, kendine özgü bir yorumu sağlanacak olgu olarak mı, yoksa olmazsa olmaz bir dönüşüm mü? Modernleşme olgusu ile küresel kapitalist sistem arasındaki bağın vurgulanması önemli. “Küresel kapitalist sistem, Türkiye’den nasıl bir modernleşme istiyor, AK Parti bunun neresine tekabül edebilir?” soruları ortada duruyor. AK Parti, dış meşruiyeti önemsediği için, onların beklentilerini de önemsemek zorunda(?). Global politikalara aykırı duruşlar sergilemek konusunda birkaç kere düşünerek hareket ediyor. Zaman zaman yaptığı “aykırı” çıkışlardan sonra geri dönüşler sergiliyor. Uyumu “reel” olanla izah ediyor. Bu olguların, kapitalist odaklarca belirlenen küresel değer yargılarını “üstün değer” haline getirdiğini, bunun farkında olarak-olmayarak AK Parti iktidarınca da kabul edildiğini söylemek acı da olsa doğru.
Peki bu çizginin kadim değerler dünyasını oluşturan İslam nerede duruyor? Acaba global kültürün bir alt kümesi haline mi geliyor? Bunu bu netlikte sorsanız, ne AK Parti kadrolarının ne de tabanın kabul etmesi mümkün olmaz. Ama bir zihnî altyapı oluşması riski göz ardı edilemez. İslam’a ilişkin coşkuların kaybolması, gündem olarak öncelikler üzerindeki hassasiyetin pörsümesi; değişen, değişmeyi kaçınılmaz gören birilerinin, tıpkı daha önce başkalarının yaptığı gibi, ötekileştirme operasyonuna başvurması, insanların birbirine “Siz hâlâ oralarda mısınız?” gibi mukabelelerde bulunması... Önümüze daha çok, çözülmüş insan tiplerinin neyi ifade ettiğine dair sorular gelmesi... Bunlar, hâlâ zaman zaman gönlünün derinliklerine inme ihtiyacı duyanlarımız için üzerinde düşünülmesi gereken hususlar... Dilerim, bir kere daha benim “İslam’ı Aşkla Yaşamak” konferansıma atıfta bulunmam yadırganmaz.
 
Gelecek on yıl ve Türk toplumu
AB süreciyle, iki asırdan bu yana Türkiye üzerinde bilmem kaçıncı radikal operasyon yapılıyor. Kafalar hâlâ karışık. Tanzimat’ta da öyleydi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da... Bir türlü iç iletişimi sağlayıp da, kendi kültür-medeniyet zemininden fışkıran bir yeniden yapılanmayı (Sezai Karakoç’un doğru, çarpıcı, süzülmüş ifadesiyle Diriliş’i) gerçekleştiremedik. Ortaya aç bir toplum çıkardık. Ekonomik açıdan aç, cinsellik bakımından aç bir toplum. Bu süreci bu ülkenin kadim çizgisi istikametinde yola sokacak tek referans vardı: İslam. Onun toplumu birtakım savrulmalara karşı koruyacak direnci vardı, onu da bu dönemde, İslamî zeminden gelen bir kadronun, geçmişte siyasî alanda yaşanan akıl almaz tıkanmalar sonucu AB’ye (nam-ı diğer Batılılaşma) sahip çıkmasıyla devre dışı bırakma riski altındayız. Önümüzdeki on yıllar içinde önce bir şekilde (ne şekilde olursa olsun, küçüğünden büyüğüne hortumlama yöntemleriyle) para bulmaya, onunla da kışkırtılmış cinsellikler arenasında savrulmaya adayız. (Allah korusun!)
İktidar, özgürlükler alanında genişleme sağlayabilirse, bu ortamda akl-ı selim, basiret ve ufuk sahibi sivil oluşumlar misyon üstlenirlerse, toplum, bu iletişim çağında Batı toplumlarının toslayıp geri dönmeye çalıştığı insan krizini fark edebilirse, çocuklarımızın geleceği içimizi yakarsa, bir şekilde içerideki odaklarda bir akl-ı selim çizgisi oluşturulup, İslam’ın bu ülke için olmazsa olmaz bir varoluş-yükseliş yolu olduğu anlatılabilirse,... daha olumlu bekleyişler de seslendirilebilir. Bize düşen, kıyametin koptuğunu görsek, elimizdeki fidanı dikmek... Kutlu Önder’in çağrısına uyarak...

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Ahmet Taşgetiren