“Olsa olsa yamaçtaki bir ağaç kalıyor bize
her gün görülecek,
dünün sokağı kalıyor bize
ve sarsılmaz bağlılığı bir alışkanlığın
bizi seven ve kalan ve gitmek istemeyen”
Rainer Maria Rilke
İLK adımlarda ürettiğimiz bir hayattır şehir. Önce pencereden bir gülümseme olur, sonra da sokaklarında başlayan uzun bir yolculuğun peşine düşürür bu adımları. Sokaklar, koştukça büyüyen; yoruldukça kıvrılan ve karmaşıklaşan bir dünyası olur ilk adımların. İlk adımlarında çocuk, şehre sokaklarından tutunur ve sokaklar bir daha hiç bırakmaz çocuğu. Belki de bu yüzden “bir çocuğu bir sokaktan çıkarabilirsiniz ama bir sokağı bir çocuktan çıkaramazsınız”. Ve söz döne dolaşa “şehir ve çocuk” imgelerinde nihaî zeminini bulur: “Bir çocuğu bir şehirden çıkarabilirsiniz ama bir şehri bir çocuktan çıkaramazsınız.”
Bir zamanlar sokaklar fazla karmaşık değildi. Çokça çıkmaz sokaklarla kesilirdi çocuksu adımlar. Geldiğin yeri bulmak, gideceğin yeri bilmenin kılavuzu olurdu. Sokakları dolduran çocuksu coşkular şehrin gülen yüzü olurdu. Sokakları çocuk olan bir şehrin masum ve sevecen yüzünde açan çiçeklerdi çocuklar. Şair Osman Sarı’nın işte bu noktada esinlendiği bir kaynak oluyordu sokaklar:
“Çiçekleri anla gözlerin gibi
Gözlerin gibi açıyorlar senin”
Çocuklar, yeni kentin çocukları... Doğuyorlar. Doğar doğmaz büyüyorlar. At biniyorlar, kılıç kullanıyorlar. Mitolojinin bilinen kalıbına uygun olarak yiğitlik ve mertlik savaşına giriyorlar.
Çocukları yeni kentin kalabalıklarına iten ve sonra kalabalıklarda bölük pörçük edenleri görme zamanıdır.
Eğlencesini bile sipariş eden toplumun çocukları görsel iletişimin sipariş üzere ürettiği imgelem dağarcığını tüketiyorlar. Fantezileri, kurguları, hayalleri, bugünü ve geleceği bu tüketimin acımasız çarkında yoğruluyor, şekilleniyor.
Çocuklar görüyoruz; kendi serüvenlerinde değil, yetişkinlerin serüveninde heyecan arıyorlar. Yetişkinlerin dünyasında onlara ait olmayan hiçbir heyecan, hiçbir giz, hiçbir mahrem bırakmayacak kadar fütursuz bir seyirtmenin toy aktörleri, çocuklar…
Onlar artık çocuk değil, küçük adamlar… Çocuk değil, klonlanmış yetişkinler… Hani bizim, toplumun ve ülkenin geleceği onlardı. Bu nasıl bir gelecek ki elimizdekini, içimizdekini ve yanı başımızdakini klonlayarak yeniden ve tekrar üretiyoruz.
Hormonlu çocuklar yeni kentin ve sokaklarının yeni gözdeleri. Çocuk dünyasına ait ne varsa hepsine uzak, yetişkin dünyasına ve mahremiyetine ait ne varsa hepsine yakın onlar. Her şeyi biliyor gözüken, oynuyor gibi yapıp oynamayan, yetişkin dünyasının erkenci kâşifleri.
Görsel iletişimin büyülü dünyası, kültürel hormon dozunda her akşam ekranların sevimli renklerinden çocuksu umutlara zerk ediliyor. Erken gelişen, vaktinden önce sosyalleşen kentin hormonlu çocuklarını başka türlü açıklamak mümkün değil. Çocuk olmadan adam olmak, çocuk olmadan yetişkin olmak işte böyle bir süreçle gerçekleşiyor.
Rilke, büyük usta, “dünün sokağı kalıyor bize” diyor.
Dünün sokağı hormona ve yabancılaşmaya kapalıydı. Çünkü dünün sokağı kendi gizemini ifşa etmiyordu. Çocuklar bu gizeme tutunup ondan kendi zengin imgelem dağarcığını üreterek büyüyorlardı. Bu yüzden her çocuk birer gizem, her çocuk geleceğe kendi öyküsünü götüren bir bilgeye dönüşüyordu. Yetişkinlerden çalınma değildi bu bilgelik. Şimdi böylesi bilgelik, hormon yüklenen beyinlerle birlikte buharlaşıp yok oldu.
Bugünün sokağında kaybolan çocuğu geri getirebilir miyiz?
Bu soru ancak şiirsel bir bilgelik ve öngörünün işi olabilir:
“Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa...”
deyip olanca cesareti şairin kendisine bırakmak:
"o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir.”
Paylaş
Tavsiye Et