ADAM Philips, önemli metni “Dehşetler ve Uzmanlar”da, Freud ile yakın arkadaşı Ferenczi’nin “pek anlamlı” ilişkilerinden bahseder. Ferenczi, Freud’a psikanalizin gerçekten bir psikanaliz olabilmesi için, gitmesi gereken yolu işaret etmekte ve ondan kendi aralarındaki ilişkiyi sadece ‘teknik’ bir ilişki olarak görmemesini istemektedir. Ferenczhi Freud’a, psikanalizdeki terapist-hasta ilişkisinin karşılıklı bir ilişki olduğunu, düşünce aktarımının hastadan terapiste doğru olduğu kadar terapistten hastaya doğru da olduğunu söyler. Bu tespite göre Freud, gerçekten kurmaya çalıştığı şeyden, yani gerçek bir ilişkiyi ‘anlamlı’ kılan samimiyetten uzaklaşmaktadır. Psikanaliz, bırakın samimiyeti bir şekilde kurmayı, bu tavrıyla samimiyetten kaçmanın yolunu var kılmaktadır: “Samimiyetin incelenebileceği, samimiyet hakkında, ama kendi ‘gerçekten’ samimi olmayan bir ilişki”. Ve Ferenczi, Freud’a seslenir: Biz kendi aramızda bu samimiyeti kurmadıktan sonra, konuşmanın ve ilişkiye geçmenin ne anlamı var? Yukarıdaki bu uzun girişi, son olarak Cumhuriyet’i koruma mitinglerinde meydanları hınca hınç dolduran ve her seçim döneminde üzerlerinden “Acaba bu seçim döneminde kime oy verecekler?” şeklinde kof bir tartışma yürütülen Alevilerin durumunu iyi anlattığını düşündüğüm için aktardım. Tıpkı Freud gibi Aleviler de gerçek anlamda bir ilişkiye geçmenin değil, sürekli karşısındakini dinlememenin örneğini gösteriyorlar; çünkü samimiyetin, konuşmamayı, anlamamayı, duymamayı ortadan kaldıracağını biliyorlar. Burada sorulması gereken iki kritik soru var: Alevilerin bu ilişkiye geçmediği şey, yani “Freud’un Frenczci’si”, tam olarak nedir ve bu samimiyetsizliğin gerçekten ifade ettiği anlam ne olabilir?
Alevilerin bu topraklarda yaşadıkları birtakım ‘sıkıntılar’, sürekli olarak dile getirilmektedir. Osmanlı’da ‘ağır’ baskılara maruz kalan Aleviler, Cumhuriyet sonrasında bu baskılardan kurtulmuş olduklarına inanmışlardır. Aleviler, kendilerine “mutlak öteki” olarak gördükleri Sünnilerin geriye doğru gittiklerini gördükleri oranda, kendilerinin yükseldiklerini düşünmüşlerdir. Bu siyasi göz boyaması, Alevilere öyle bir rahatlama hissi vermiş olacak ki, “mutlak öteki”leri olan Sünnilerin, zaman zaman ‘ezilme’lerine sevinmekten bile alamamışlardır kendilerini. Ama sorun da, ıskalanan yer de tam burasıdır.
Evet, bu topraklarda Alevilere yönelik birtakım ön yargıların, hatta bazı düzeylerde bilinçli bir saldırının olduğu anlar yaşanmıştır. Ama bu durum dahi, Alevilerin “kendi iç tutarlılıkları”nı sağlayamamalarını hiçbir şekilde meşru göstermemektedir. Aleviler, mutlak ötekileri olarak Sünnileri görerek, İslam inancının dışına çıktıklarını fark edemeyecek kadar bir körlüğün içine düştüler. Bir yandan kendilerini sürekli olarak İslam inancı içerisinde konumlandırmaya çalışırken, bir yandan da bulduğu her fırsatta “laiklik yaygarası” kopartarak kendi meşruiyetlerini yitirdiler. Siyaset, evet bu dünyadaki ilişki kurma biçimlerinizi belirler; ama siyaset, sadece etrafınızdaki ‘öteki’lerle kurduğunuz ilişkiyi değil, bizzat kendinizle kurduğunuz ilişkiyi de ifade eden bir anlama sahiptir. Aleviler, sürekli olarak dinî bir inanç olduklarını unutarak, bırakın Sünnilerle ilişkiye geçmeyi, kendileriyle olan “samimi ilişki” özünü de kaybettiler. Kendi siyasetiniz kendi öz-varlığınızı sizden uzaklaştıracak, sizi kendinizle konuşturmayacak kadar samimiyetsiz kılıyorsa sorun bir hayli büyük demektir.
Aleviler, kaba laikliğin bayraktarlığını yaparken, laikliğin kendilerini Sünnilerden koruyacak bir paratoner görevi göreceğini düşünmüşlerdi. Başka bir ifadeyle laikliğe, salt “teknik anlamda bir siyaset” biçimi olarak yaklaşmaktaydılar. Oysa Aleviler, laikliğin yılmaz temsilciliğine soyundukları oranda, Sünnilerden ziyade kendileriyle aralarına bir mesafe koymuş oldular. Alevilerin mutlak ötekisi Sünniler değil, bizzat gözlerinden sakınarak korudukları laikliğin ta kendisiydi.
Peki, bu tehlikeli samimiyetsizliğin ardında yatan saik tam olarak neydi? Aleviler, sürekli olarak Sünniliği dinle işaretlediklerinde, iki kritik hamleyi bir arada yapıyorlardı: Kendilerini hem devletin koruyuculuğuna bırakıyorlar hem de dinden uzaklaştırıyorlardı. İlk durumun sonuçlarını, hâlâ her seçim döneminde CHP’ye oy vermekten başka bir çıkar yol bulamayarak öderken; ikinci durumun sonuçlarıyla bizzat kendi “düşünsel, dinî ve ahlaki” önermelerine sırt çevirmekle baş edebiliyorlardı. Dolayısıyla Aleviler, her fırsatta sola oy verdiklerinde, yani adaletten, eşitlikten vs. dem vurduklarında, aslında ‘hetorodoksi’ yalanlarıyla kendilerini dinin dışına taşımanın meşru zeminlerini oluşturuyorlardı: Ezilen, hor görülen ve istenmeyen bir ruh hali. Bu ve benzeri pratik siyasi kararların ise altında, derin ‘varlık’ problemlerini görmemek mümkün değildi. Aleviler, kendilerini solla, hetorodiksiyle, ezilmeyle işaretledikleri oranda, sahip oldukları dinî özü de bastırmaya çalışıyorlardı. Bir yandan her fırsatta “inanç özgürlüğü”nden bahsederken, bir yandan da “iyi insanın iç temizliği” gibi retorik ve basmakalıp bir dille, kendilerini içi boşaltılmış bir Anadolu hümanizmasıyla birlikte tanımlamaktaydılar. Tam da bu noktada Alevilere şu soruyu sormak gerekiyor: Gerçekten ‘inanç’ özgürlüğüne sahip olduklarında inanacak bir şeyleri kalmış mıdır ellerinde?
Talep edilen durumun üstünü örtmeye çalıştığı ‘şey’, bizzat kendinizle girdiğiniz samimiyetsiz ilişkiden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Aleviler, kendilerini teorik olarak neden üretemedikleri sorusundan kaçmak adına sürdürmektedirler bu samimiyetsiz ilişki biçimlerini. Bir estetik değer olarak türküler yakmaktan saz çalmaya, “Tanrısız dinden” “Alisiz Aleviliğe” kadar bir yığın kompleksle dolu, salt kültüralist bir algının ne yaptığını bilmez halinin bize işaret ettiği sıkıntıyı iyi okumak gerekmektedir. Sorun bir din dili oluşturamama, kendini var kılacak “temel teolojik” varsayımlarını üretememektir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi gerektiğini dillendiren, AB destekli kimlik taleplerinin yedeğindeki bir pratik siyaset arayışı, kendindeki eksikleri örtme çabasının bir semptomudur olsa olsa. Bir kişi ya da inanç kendini sürekli olarak ‘ötekiler’ üzerinden tanımlıyorsa; siyaseten aldığı tavır, günlük siyasetin kaba angajmanlarından kurtulamıyorsa, sorun ‘ötekiler’de değil, bizzat kişi veya inançtadır. Böylesi samimiyetsiz ilişkisizlik, Alevilerin her şeyden önce bizzat kendilerine karşı öz-saygılarını yitirmelerine sebep olmaktadır. Aleviler kendi öz-saygılarını yitirmeme, popülist siyasi angajmanlardan ve devletle girdikleri göbek bağından kurtulma adına Sünnilerden önce laiklikle yüzleşmelidirler.
“Samimiyet ya da samimiyetin reddi olmaksızın” diyordu Adam Philips, “konuşma diye bir şey olamaz.” Evet, samimiyet ya da samimiyetsizlik. İşte bütün mesele bu.
Paylaş
Tavsiye Et