Geçenler de Sn. Başbakan’la uçuyoruz.
Baktım neşesi yerinde.
“Efendim” dedim.
“Bir teklifte bulunabilir miyim?”
Başbakan “Ne teklifi hayırdır, merak ettim” dedi;
“Neden?” diye sordum.
“Savaşalım diye yazarken bir şey sormuyorsunuz da” cevabını verdi, hafif bıyık altından tebessüm ederek.
Kulaklarıma kadar kızardım desem yalan olur.
Köşeci kısmının öyle kızarmak filan gibi zaafları olmaz.
Ben ilkokul öğrencisi miyim ki azarlanınca kızarayım, bozarayım.
Adam olacak çocuk daha en başından belli olur.
Kızaran köşe yazarı, bozaran borazancıbaşı olamaz.
Hiç oralı bile olmadım.
“Aman efendim” dedim “ne nüktedansınız.”
“Maruzatım şudur:
Sizin uçağa Ana uçağı değil de Anna uçağı desek.
Öyle yazsak gövdesine, kuyruğuna.
Annapolis’teki toplantıya Türkiye o uçakla katılsa.
Toplantı hiçbir işe yaramasa bile bol bol fotoğraf çekileceğini biliyoruz.
Düşünsenize üzerinde Anna yazan Türk uçağı.
Logonun altında ‘Anna Türklerindir’ yazıyor.
Uçağın hemen altında siz ve Başkan Bush.
Sizin önünüzde ise Olmert ile Kral Abdullah el sıkışıyorlar.
Mahmud Abbas da arkadan kafayı uzatmış.
Kareye girmeye çalışıyor.
Harikulade olmaz mı?”
“Fesuphanallah” diyerek başını diğer gazetecilerin olduğu tarafa doğru çevirdi Sn. Başbakan.
Hemen atıldım.
“Biliyorum o şarkıyı” dedim.
“Erkin Koray’ın.”
“TV’de dizisi bile var.”
Ama bir daha dönüp bakmadı bile yüzüme Başbakan.
Teklifime de katılıp katılmadığını anlayamadım.
Üç-beş F-16 ile 35-40 sorti teklifim gibi bu da havada kaldı.
TEKLİF
O moral bozukluğu ile memlekete döndüm.
Canım çok sıkkın, bari Cem Yılmaz’ın bir gösterisine gideyim dedim.
Meğer onun da morali bozukmuş.
Program sonrası bana bir teklifte bulundu.
“Ali Cengiz Tuğrul üstadım, saygıdeğer büyüğüm” dedi.
“Şu kadar senedir stand-up yapıyorum.
Baktım yazmadığım konu kalmamış.
Uzay Yolu’ndan girmişim, ışın kılıcından çıkmışım.
Işın Çelebi’den girmişim, havuz probleminden çıkmışım.
Cem yılmaz diyorlar ama acayip yılmış durumdayım.
Uzun lafın kısası konu sıkıntısı çekiyorum” dedi.
“Ben ne yapayım evladım?
İstersen sana Ata Demirer’in gösterisine bedava bilet bulayım.
İstemezsen bir mizah dergisine bir senelik abone yapayım” dedim.
“Yok” dedi.
Meğer müsaademi istiyormuş.
Uygun görürsem köşe yazılarımı malzeme olarak kullanmayı arzu ediyormuş.
“Bitiyorum yazılarınıza” dedi.
“Okurken gülmekten kırılıyorum.
Üç Şahan, beş Ata, bir Ali Cengiz Tuğrul etmez” dedi.
“Nasıl yani!” dedim.
“Sen beni biriyle karıştırdın galiba.
Ben ağır politik yazılar yazıyorum.
Zaman zaman sosyo-ekonomik, zaman zaman trajik oluyorlar.
Her biri deve dişi gibi yazılar.
Koskoca bir geleceğe tek başıma yön veriyorum.
Neredeyse tarih yazıyorum.
Sosyolojiden giriyorum, antropolojiden çıkıyorum.
Din felsefesinden giriyorum, hukuktan çıkıyorum.
Genelkurmay harekat planlarını bir başıma ben yapıyorum.
Yek başıma istersem savaş açıyorum.
İstersem tek başıma sulh masasına oturuyorum.
Kah Cumhurbaşkanı’na akıl öğretiyorum.
Kah Başbakan’a yol gösteriyorum.
Kah bütün Meclis’i hizaya getiriyorum.
Kah güçlü bir yazarı kovuyorum.
Kah bir bidon kafayı işe alıyorum.
Daha üç-beş gün önce
‘1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı kim başlatmıştı.
Bülent Ecevit.
Yani;
Bir şair’ diye yazdım.
Benim şiir kıvamında da nice sözlerim var.
Al mesela;
‘Ya Osmanlı’nın son etnik kalıntısını da koparıp atacağız.
Ya da o etnik grupla birlikte yaşayacağız.’
Onu beğenmediysen şu da var;
‘Savaşmayı bilmeyen barışamaz.
Barışmayı bilmeyen savaşamaz.’
2007’de üçüncü dünya savaşını niçin güçlü bir köşe yazarı başlatmasın?
Hem ABD’ye ne biçim posta koymuşum.
Hem İran, Suriye, Rusya arkamızda diye meydan okumuşum.
Bak yukarıdaki iki satırda şiir kıvamında oldu” dedim.
KATILMA
Cem tam bu esnada karnını tutarak “Üstad sus, Allah aşkına sus” dedi.
“Hah” dedim “iyi hatırlattın.”
Daha geçenlerde şöyle yazdım,
“Ama yukarıda Allah var.
Kendini dindar sanan iftiracılara şamar işte oradan geliyor.”
Bu ara tanımadığım birileri araya girdi.
“Beyefendi, lütfen yeter adam katılacak” dediler.
“Katılsın” dedim.
“Bu aralar görüşlerime kimse katılmıyor bari o katılsın.”
Devam ettim:
“Sırf bir gazete büyük diye ona saldırmak haksızlık değil mi?
Önyargı ve vicdansızlık batağına batanların saldırısına uğradım.
Yazdıklarım içinde en küçük kışkırtıcı bir cümle yok.
Kendine yazar diyebilen biri bu durumdan hiç rahatsız olmaz mı?
‘Son etnik kalıntı’ demişim mesela.
Bunun neresinin kışkırtıcı olduğunu da anlayabilmiş değilim.
Dinozorlar da kalıntı, ama ne biçim Hollywood filmleri var.
Petrol de kalıntı, bütün bir dünya paylaşamıyor.
Demek ki son kalıntı demek, bir nevi değer vermek demek.
Bunlar ciddi tavır alışlar.
Büyük emek ve engin bir kültür gerektiriyor.
Sahnede stand-up yapmaya, televizyonda ‘Mahmut abiii’ diye bağırmaya benzemez” dedim
“Sana bunlardan malzeme çıkmaz” diyordum ki bir ambulans sirenlerini çala çala geldi.
Cem’i nedense üç-beş kişi kollarından tutup ambulansa bindirdiler.
Arkasından
“Ooo Cem Bey,
Mustang, Ferrari filan derken koleksiyonunuza özel ambulans da eklemişsiniz.
Hayırlı olsun” diye bağırdım.
Ama duyduğunu zannetmiyorum.
Baktım çevremdekiler “Resmen katıldı, tüh yazık oldu adama” diyorlar.
“Esas görüşlerime katılmayanlara yazıklar olsun” diye söylendim.
Zaten benim yazılarımın neredeyse hepsi özel izin, onay, takdir almış resmî yazılardır.
Katılacaksan resmen katılacaksın.
Katılmayacaksan sonuçlarına katlanacaksın.
Ben bir şey yazdım mı selam çakıp hazır ol da duracaksın.
ACAYİP MESLEK
Ama nerde!
Biri “ben Başbakan’ım, dinlemem” diyor.
Biri “ben liberalim, takmam” diyor.
Biri “ben demokratım, ırgalamam” diyor.
Biri “ben vatandaşım, senle işim olmaz” diyor.
Ne biçim bir meslek benimkisi!
Doktor soyun der, millet soyunur.
Diş doktoru ağzını aç der, millet açar.
Trafik polisi dur der, millet durur.
Geç der millet geçer.
Bizi takan bir Allah’ın kulu yok.
Yumuşak huylu, güler yüzlü olduğu için bir Abdullah Bey’den ümidim vardı.
Artık ondan da ümidim kalmadı.
Düşünün Sn. Ertuğrul Özkök
“Kürt kardeşim kendi diliyle konuşmak istiyorsa, mikrofonu biz olacağız.
Kendi şarkısını dinlemek istiyorsa beraber dinleyeceğiz.
Medeni dünya ona ne vaat ediyorsa biz bir fazlasını vaat edeceğiz” diye Süleyman Beyvari yazıyor.
Bazı vicdansız kalemler onu bile 6-7 Eylül kışkırtıcılığı yapmakla suçluyorlar.
Yazıklar olsun.
İyice bu meslekten soğudum artık.
İŞİN ÖZÜ
Neyse önümüz Kurban Bayramı.
Üç-beş gün Kıbrıs ya da Rodos’ta kafamı dinlerim.
Tamam mı, devam mı bir karar veririm artık.
Sizlere daha önce söylemiştim.
İnançlı biriyim.
Ama dindar sayılmam.
Günde beş vakit namaz kılamam.
Hem belimde siyatik var.
Hem de dinin şekilciliğe indirgenmesine karşıyım.
Kurban Bayramı da şekilciliğe kurban edilmiştir.
Ve fakat cidden önemli bir ritüeldir.
Geçen bayram da yazmıştım.
Bu bayram da tekrar hatırlatıyorum.
Din de aslolan ruhtur.
Kabukla uğraşmamalı, o ruh yakalanmalıdır.
Yakalanmalı, kesilmeli ve iş bitirilmelidir.
Hz. İbrahim’e emredilen oğlunu kurban etmesidir.
Dikkat edin;
Kendisinden “en sevgilisi” isteniyor.
Millet olarak bizim en sevdiklerimiz kimlerimizdir?
Önderlerimiz, yöneticilerimiz değil midir?
Geçmişimizde anlı şanlı üç örneğimiz de var.
Ama altı senedir iki tane koç gibi adam bulup da onları kurban edemedik.
İşin özüne inemedik.
Asılları varken ruhsatla idare ediyoruz.
Binlerce koç kesiyoruz.
Bir de “İbrahim milletindeniz” diyoruz.
Ayıp ediyoruz.
Ben ümidimi muhafaza ediyorum.
Dört senemiz daha var diye acele etmiyorum.
Tarih tekerrür etsin istiyorum.
SON SÖZ
Ahmet Türk
Mehmet Kürt
Paylaş
Tavsiye Et