JUDITH Butler, Foucault’nun iktidar analizinden kalkarak kritik bir soru sorar: İktidar, kendi koşullarını müzakere etmeye çalışan kavramsal aygıtın kendisine nasıl nüfuz eder? Başka bir ifadeyle güce sahip olan bir mekanizma, kendisine karşı geliştirilecek kavramsal savaşa ne tür bir etkide bulunur ve bu muhalif gücün dilini nasıl dönüştürür? Bu soru, Türkiye’nin son zamanlarda yaşadığı başörtüsü sorununu anlamamız noktasında bir hayli ufuk açıcıdır.
Türkiye’de mağdur durumda olan insanlar, gasp edilen haklarını yeniden elde etmek olarak tanımladılar öteden beri yaptıkları siyasetin adını. Bu hak talepleri, başlangıçta doğru olsa da gelinen noktada, aslında gerçek anlamda siyasal bir eylemin önünü kesen bir tavır olarak okunmalıdır. Butler’a atıfla söyleyecek olursak, iktidarla girilen hak müzakeresinde, iktidarın dili gitgide muhalif dile sirayet ediyor, sızıyor. Bu sızma en bariz biçimde başörtüsü ile ilgili yapılan tartışmalarda ortaya çıkıyor. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki başörtüsü sorunu birkaç zaman sonra ortadan kalkacak bir sorundur. Ve tam da bu sorunun ortadan kalktığı anda, iktidar mekanizmasının, muhalifi olan Müslüman dilin kavramsal nüvelerini nasıl tahrip ettiği net bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Bu minvalde sorunu anlamak için, iktidar mekanizmasına karşı yürütülen taktiksel mücadelede nasıl bir yol izlendiğine odaklanmamız gerekir. Eşitliğin her iki tarafını da elinde bulunduran iktidar aygıtı, bu aygıta karşı yürütülen kavramsal şemayı altüst ediyor. Bunun siyaseten adıysa liberalizasyon. Bu liberalizasyon süreci ise tam olarak siyasetin ortadan kalktığı bir durumun adı. Siyasetin kendini sürekli olarak var kıldığı uç durumlar, bu liberalizasyon hareketiyle birlikte, “merkez”e çekiliyor. Bu göbeğe oturma ise, tam olarak siyasetin bütün yapılabilirlik şartlarının iptalini ortaya çıkarıyor. Başka bir deyişle, dindar insanlar için 28 Şubat süreciyle birlikte ortaya çıkan durum, elde ettikleri birtakım iktidar odaklarını kaybetmeleri yahut birtakım hak ihlallerine maruz kalmaları değil. Asıl önemli olan, mevcut iktidar aygıtına karşı gerçek bir siyaset yapma dilinin olası varlığının iptal edilmiş olması.
Burada iktidar aygıtı, bu meyus güce karşı elimizde olan söz dağarcığını bu yeni müzakere sürecinde tamamen tarumar ediyor. İktidar aygıtı, bu kavramsal alana, muhalif güç farkında olmadan sızıyor. Bu sızma, hem siyasetin yapılacağı uç/sınır durumlarından uzaklaşmayı doğuruyor hem de bu aygıtın sinsice diyebileceğimiz eylemiyle, sözde sağlanacak haklarla sizi kavramsal düzeyde hiçbir zaafa uğramadığınız hissine sürüklüyor. Bu nokta fark edilmediği gibi, tam tersine siyasal bir edimde bulunuyormuşçasına bir algı içinde, insanlar siyaseten bir dil geliştirildiğine ve nihayetinde de birtakım haklara kavuşulduğuna inanıyor. Oysa sorun tam da bu siyasetsizleştirilen dilin kendini siyasal bir dil olarak varsaymasından doğuyor.
Bu sözde-siyaset adına yürütülen siyasetsizliğin adı olarak liberalizasyon, AKP’nin içi boş bir retorik gibi görünmesine rağmen sürekli olarak kendisini olumlu değil ama olumsuz bir gösteren olarak tanımlayan muhafazakârlığının çok doğal bir sonucu aslında. Dolayısıyla siyaseten bir dil geliştiren, verili siyasal alana müdahale eden, iktidar aygıtının hâkim hegomonik gücüne dair bir eylemden ziyade, bu verili alanın kodları içinden iktidar mekanizmasına karşı birtakım hak mücadelelerine girişmek başlı başına hiçbir değer taşımıyor. İktidarın tanımladığı kavramların alanı içinden edinilecek bir kazanımın siyaseten ifadesi, siyaseten bir depolitizasyonu imlemesi anlamında muhafazakârlıktır, liberalizasyondur. Fahrettin Altun’un 26 Ocak 2008 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan yazısında bizlere hatırlattığı gibi “AKP, daha en başından itibaren İslamcı olmadığına vurgu ile siyaset sahnesine çıktı. Bu yönüyle muhafazakâr demokrasi kavramı, AKP’nin ne olduğunu değil, ne olmadığını anlatan bir kavram olarak varlık buldu.” AKP’nin “ne olmadığını” anlatan bu dil, bize bu hak elde etme sürecinde nasıl da iktidarın kodladığı o geniş ölçekli liberal alana doğru hızla yol aldığımızı gösteriyor. Bu geniş liberal haklar alanındaki bütün kavramsal-siyasal kodlar, hiçbir şekilde muhalif gücün elinde bulunmuyor. Dolayısıyla da burada başörtüsü gibi simgesel önemi çok büyük olan bir konu, bize bir güç kazanımını değil, tam tersine nasıl da haklar siyaseti adına, gerçek anlamda bir siyaset yapmanın olanaklarını ötelediğimizi gösteriyor.
“Liberal aydınlar”ın son dönemde hizmet alan-hizmet veren gibi bir ayrım üzerinden “başörtüsünün üniversitelerde olması, fakat kamuda olmaması” gerektiğini söylemeleri karşısında dindar insanların “hayret”i, bizim bu liberalizasyon süreciyle nasıl bir alanın içine gireceğimizi gayet net bir şekilde gösteriyor. Bu durum, başörtüsü sorununu sadece seküler bir hak arama noktasına indirgeyen siyasetsiz dilin yüzleşmekten kaçamayacağı kaçınılmaz bir sorun. Başörtüsünün bir dinî emir olduğunu kabul etmekle birlikte, bunu siyaset diline tamamen seküler bir pradigma içinde geçirerek tercüme etmeye kalkışan dil, farkında olmaksızın hem genel olarak iktidarın ağına düşüyor hem de daha spesifik olarak liberal bir siyasal alanın içine gömülüyor. Bu yüzden de var olan verili durum içinde gerçekten simge-yoğun bir öneme sahip başörtüsü üzerinden seküler/liberal/iktidar merkezli bir savunmacı dil geliştiriyor ve bu simgesel değerin hak ettiği bir dinî siyaset dili üretilemiyor. İktidarın “Örtü, kadını ikinci sınıf bir insan haline getirir” şeklindeki ontolojik önermesine karşı geliştirilen yegane dil, verili/pratik siyasal alanın içinden tanımlanan bir hak arama mücadelesi şeklinde kendini ürettiği sürece, bu iddiaya karşı muadil bir ontolojik/dinî dille cevap verilemiyor ve kaçınılmaz olarak muhafazakâr/liberal dilin içine hapsolunuyor.
Paylaş
Tavsiye Et