ZİHNİMDE ilkokul yıllarından kalma bir resim var. İhtimal, Hayat Bilgisi kitabı yahut ünite dergisinde olacak. Yer, zaman, bağlam her şey bulanık. Yalnız resim çok net. İki pencere var. Bir tarafta sarıklı, takunyalı, çember sakallı, elde tespih ve yüzünde sinsi bir gülümseme olan bir erkek ile onun iki adım gerisinde yürüyen, kara çarşaflı, peçeli, yüzü aşağıda ve tedirgin bir kadın figürü. Diğer pencerede ise yan yana duran bir kadınla bir erkek. Kadının başı açık, saçları sarı, ışıl ışıl gülümsüyor; erkek, takım elbise içerisinde kendinden emin ve mütebessim. İlk pencerede, kadın ve erkeğin Cumhuriyet’ten önceki durumu resmediliyor; ikinci pencerede ise sonraki durumu.
Öğretmenimiz heyecanla anlatmıştı bize değişimi ve Türk kadınının yeni konumunu. Cumhuriyet’ten önce ne çok ezilmişti Türk kadını. Küçücük zihnimde, bir kurtuluş miti olarak yerleşmişti bu anlatılanlar. Her ne kadar, büyüdükçe karşılaşacağım dayak yiyen, hor görülen kadınlar, beni ve zihnimde kurduğum miti derinden derine sarssalar da, bunu pek önemsemezdim. Herhalde, en iyisini öğretmenim bilirdi.
Öğretmenimizin, zihinlerimize yerleştirmeye çalıştığı düşüncelerden bir diğeri ise, önemli olanın kalp temizliği olduğu düşüncesiydi. Hiçbir zaman din yahut dindarlık aleyhine konuşmamıştı öğretmenimiz. Yalnız dini istismar edenlerden hoşlanmadığını bilirdik. “Sakallı, namazında, niyazında ama tartıyı doğru tartmıyor; ne anladım ben senin Müslümanlığından” gibi cümleler, o günlerden zihnimde yer etmişti.
Sonraki yıllarda, benzer argümanları diğer öğretmenlerimizden de çok işitmiştik. Önemli olanın kalp temizliği olduğu ilkesi, benimsediğim bir ilkeydi artık. Bu nedenle, öyle ortalık yerde örtünen, namaz kılan, hele hele çarşafa giren insanları, alttan alta hep riyakârlıkla suçlar olmuştum. Allah kalbimizi biliyor nasıl olsa, ne gerek var böyle şeylere diye düşünürdüm.
Düşünce bu, durmuyor tabii yerinde. Zaman içerisinde pek çok şey değişti zihnimde. Öyle ki, sevgili öğretmenimi üzeceğini tahmin ettiğim bir şey yaptım ve hikayemin bir noktasında, önce namaz kılmaya, sonra da örtünmeye karar verdim. Bu eylemlerin, hiç de riyakârca olmadığını bizzat tecrübe ettim. Fakat buna rağmen, o günlerden bana kalan bir yönü var önceki duygularımın. Derinlerde bir yerlere işlemiş, beynimin, belki de, zevklerimi oluşturan kısmında, bazı sinir uçları arasında, geri dönüşü olmayan bağlantılar oluşmuş olmalı. Başörtüsü takmama rağmen, çarşaflı kadın görüntüsünü estetik bulmamam, bu nedenle olacak. Favorilerinden aşağı sarkan uzun örgüleri, simsiyah giysisi ve kafasında taşıdığı geniş şapkası ile bir Yahudi radikalinin görüntüsünden ürpermememe rağmen, bir Aczimendi görüntüsünden irkilmem de, muhtemelen bu sebepten. Zevke, beğeniye dair, dipte seyreden ve olgunlaşmış düşüncelerimin baskısı ile etkinlik sahasına çıkamayan daha bir sürü kalıp, tip, önyargı…
Soruyorum kendime. Kimden yahut neyden bana miras bu kalıplar, tiplemeler? Zihnimdeki bu stereotiplerin sahibi ben değilim. Hiçbir tecrübeme dayanmıyor bu tipleştirmeler. Ömrümde bir kez bile şöyle çember sakallı, hain hain sırıtan, üçkağıtçı bir bakkal, manav yahut kasap görmedim. Çarşafının altında silah taşıyan biri ile karşılaşmadım. Şöyle bir geçmiş zaman çetelesi çıkardığımda, imajlarımın amiral gemisinin ilkokul yıllarım olduğunu görüyorum. Sonra okuduğum romanlar, izlediğim filmler, diziler ve karikatürler geliyor sıra sıra. Tomris Oğuzalp’in canlandırdığı, Çalıkuşu’nun yobaz Kur’ân öğretmenini ve çocuklara okuttuğu “ca, ceyli, cala, culalı, camburbeyli, capcup” nakaratını nasıl unutabilirim? Zihnim, Pandora’nın kutusunu andırıyor. Oryantalist imajların, kapağı asla açılmaması gereken kutusu…
Peki, zihnimi bunca işgal eden söz konusu imajlara, hangi zihin durumu ve dünya görüşü, bu denli besleyici bir hayat alanı sağladı? Bu sorunun cevabı üzerine kafa yorarken, aklıma, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve onun Ankara romanı geliyor. Sorularımın cevapları, en azından bir kısmı, bu kitapta saklı.
Cumhuriyet’in kurucu aklı içerisinde mümtaz bir yere sahip olan Yakup Kadri, 1964’te Ankara adlı romanının üçüncü baskısına yazdığı önsözde “Hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız” diye serzenişte bulunuyordu.
Yakup Kadri’nin karikatürünü resmettiği şartlar, Cumhuriyet sonrasında, milli mücadelecilikten ülke yönetimine terfi eden bir sınıf ve onların yaşam tarzları etrafında şekilleniyordu. Yakup Kadri’nin tasvir ettiği bu yeni sınıf, “milli davayı adeta bir mondenlik [sosyetiklik] iddiası şeklinde” anlıyor, tüm enerjisini “Avrupalı gibi giyinip süslenmek, bir Avrupalı gibi dans etmek, bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde muvaffak olmak” için harcıyordu. Bu alandaki başarılar “büyük bir zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görünüyordu.” Yakup Kadri’ye göre, Cumhuriyet’in yerinde saymasının nedeni, bu sathi ve Batıcılığı şekilci biçimde anlayan elitlerdi.
Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinin resmi, Yakup Kadri’nin, biraz da ironik bir dille anlattığı, bu elitler tarafından çiziliyor ve giderek bir fenomen haline gelmeye başlayan, bize özgü Batılılaşma tecrübesi, bu elitler vasıtasıyla toplumsallaşıyordu. Söz konusu toplumsallaşma projesinin önemli ayaklarından birisi de milli eğitim sahası idi. Milli eğitim, yalnızca mesleki, sanatsal ve ahlaki eğitimin verileceği bir alan olarak değil, bize özgü Batılılaşma kriterlerinin de genç dimağlara aktarılacağı en önemli alan olarak telakki ediliyordu. Milli eğitim davası, milli dava olmuş; fakat milli davamız, Yakup Kadri’nin karikatürize ettiği, bize özgü Batılılaşmanın bilgisine esir düşmüştü. Toplumu, ileri-geri, şehirli-köylü, geleneksel-modern, karanlık-aydınlık gibi ikili kategoriler içerisinde anlayan ve bu kategorilerden birini, diğerinin lehine olmak üzere dışlayan, imajlarla yüklü söz konusu bilgi, nesilden nesile aktarılarak bana kadar ulaşacak ve zihnimde asılı duran imajları, tiplemeleri bana hediye edecekti.
Yine imajlar var sahnede; yine sevilenler-yerilenler, ilericiler-gericiler, dürüstler-riyakârlar etrafta. Fakat bu kez, “imaj üretim makinesi”nin tam göbeğinde kendimi görüyorum. Resmim, şeklim, biçimim her yerde sakıncalılar listesine girmiş. Güya kökü dışarıda bir şeymişim ben, güya üniforma imiş giydiğim, bir siyasi hareketin bayrağı imiş. Kendim çok önemli, değerli olmasam da, biçimim ne kadar önemliymiş öyle. Devlet elden gider, kardeş kardeşi kırarmış benim şeklim yüzünden. Dün beğenmedikleri çarşaflı kadınlara manto dağıtarak, onları biraz daha göze hoş görünür hale getirmeye çalışanlar yahut 25 yıl önce “Başörtüsünü üniversitede istemeyiz; şöyle türban gibi daha modern bir kıyafetle gelin, sizi içeri alalım” diyenler, bugün başörtüme, “Türbandır, makbul değildir” yaftası yapıştırarak beni öteki ilan etmişler. Kulaklar tıkalı, gözler kör, kalpler mühürlü. Söylenecek ne çok söz, dinleyen ne az kulak var…
Paylaş
Tavsiye Et