SAVAŞ, çatışma ve krizleri yurttaşlar olarak bizzat kendi gözlerimizle görmüyoruz, doğrudan tanık değiliz; diğer uluslararası, ulusal hatta yerel olaylarda olduğu gibi, olup biteni medyadan öğreniyoruz. Daha çok da televizyonlardan... Ne var ki, insanlar, medyanın verdiği ile hakiki gerçek arasında büyük farklar, hatta zıtlıklar olduğunu eskiye oranla daha kısa zamanda öğreniyorlar. Biraz da bu nedenle egemen medyadan şikayetler arttı. ABD’nin Irak işgali için öne sürdüğü tüm gerekçelerin (kitle imha silahları, Saddam rejiminin el-Kaide ile işbirliği, Saddam Hüseyin’in İkiz Kuleler’i yıktığı vs.) yanlış, hatta kasıtlı olarak yalan olduğu bir-iki yılda ortaya çıktı. Bu yalanları medya yaygınlaştırdı ve meşrulaştırmaya çalıştı. Hakiki gerçek ortaya çıkınca, medyatik gerçek iflas etti. Bu nedenle de insanların zaten az olan medyaya güvenleri bir kez daha sarsıldı. Mevcut egemen medyadan duyulan büyük rahatsızlık, daha iyi, daha temiz, daha doğru, daha dürüst bir gazetecilik, habercilik ihtiyacını, Barış Gazeteciliği’ni gündeme getirdi.
Yeni Dünya Düzeni, tek kutuplu dünya, neo-liberal küreselleşme başladığından beri, yani 80’lerden itibaren medyanın geleneksel işlevlerini yitirmesi nedeniyle gerek akademik gerekse meslekî alanda önemli bir gazetecilik/habercilik tartışması başladı. Geleneksel gazetecilik nitelik değiştirdi. Yani esas işlevi, yurttaşı mümkün olduğunca doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir, dengeli ve hızlı bir şekilde haberdar etmek, mevcut tüm tarafların bilgi ve görüşlerini ileterek, onu toplum içinde aktif, katılımcı bir birey haline getirmek için çaba sarf etmek olan gazetecilik/habercilik; artık egemenlerin, iktidar ve mülk sahiplerinin ideolojik bir propaganda-ajitasyon organı haline geldi. Toplumun, yoksulların, sessizlerin bir mücadele aracı olan gazetecilik; bugün zenginlerin, iktidar ve mülk sahiplerinin elinde. Bu nedenle de son 20-25 yıl içinde, biraz da geleneksel gazeteciliği/haberciliği ihya etmek ve o çalışma ve yaşam tarzını yeniden canlandırmak için çeşitli isimler altında farklı yöntemler geliştirildi; Kamu ya da Yurttaş Gazeteciliği, Hak Haberciliği, Barış Gazeteciliği gibi. Bu olumlu bir gelişme. Ne var ki içeriklerine, çalışma tarzlarına ve amaçlarına baktığımızda bu yeni branşların aslında pek de yeni olmadığını; 30’lu, 40’lı, 50’li hatta 60’lı yılların geleneksel/klasik gazeteciliğinde zaten var olduğunu görüyoruz. Eskiden de gazetecilik kamu için, yurttaş için, hak için yapılırdı; bugün de öyle yapılması gerekir. Ancak bugünkü akademik ya da meslekî çalışmalar, geçmişi geri getirmeye yönelik olamaz; zira o dönem yaşandı bitti. Geçmişin kıymetli değerlerini günümüzün koşullarına uyarlamakla ancak başarı kazanabiliriz.
Tarihte ilk kez basına yansıtılan savaş, Kırım Savaşı’ydı. O zaman bugünkü teknolojik imkanlardan yoksun olan gazetecilik, çatışmaların meydana gelmesinden 15-20 gün sonra krokilerle, röportajlarla, haberlerle yaşananları yansıtabildi. London Times’ın o sayılarını inceledim. Bugünküne oranla olağanüstü insani ve barış yanlısı bir yaklaşım var. Savaşın tahripkar yanını, şiddetin anlamsızlığını dolaylı olarak da olsa çok güzel anlatıyor. Yine John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün kitabı roman olarak piyasaya sunuldu. Ama bence aynı zamanda dünyanın en iyi Barış Gazeteciliği örneklerinden biri. Amerikalı Reed, aslında Bolşeviklere yakın bir gazeteci olmasına karşın, Çar Ordusu ile Bolşevikler arasındaki savaşa nispeten eşit uzaklıkta durabiliyor. Sonra Fransızların Albert Londres’u, Si je t’oublie Constantinople (Unutamam Seni Konstantiniye)’daki savaş röportajlarını, işte tam da bugün Barış Gazeteciliği’nin esasları olarak bildiğimiz kural ve ilkeler çerçevesinde yapıyor. Savaşı, karşı çıkmak, barışı güçlendirmek için anlıyor ve anlatıyor; ölü ve yaralı sayısı değil savaşın nedenleri üzerine yoğunlaşıyor. Sonra Ernest Hemingway, Balkan Savaşı’nın vahşetini, mağdurların durumunu öyle bir anlatıyor ki, okur doğal olarak barış yanlısı hisleri kavrıyor.
Günümüzde bu akımı sürdüren iki büyük gazeteci var. İlginçtir ikisi de İngiliz. Robert Fisk ve John Pilger. Fisk yıllardır Beyrut’ta oturur ve Ortadoğu’yu en iyi bilen, en iyi kaleme alan gazeteci olarak bilinir ve onun yaklaşımında hep önce insan ve çözüm vardır. Pilger’in özellikle Doğu Timor röportajları da bu alanın en iyi örneklerinden biridir.
Bizde de aklıma hemen gelen iki olumlu örnek var: Sait Faik ve Yaşar Kemal. Belki doğrudan Barış Gazeteciliği örnekleri olmayabilir; ama iyi gazetecilik örnekleri olduğunu söyleyebiliriz. Zaten bence Barış Gazeteciliği de savaş, çatışma, kriz dönemlerinde yapılan iyi gazetecilikten öyle çok da farklı bir şey değil. Sait Faik’in adliye röportajları hem öykü tadında hem de son derece başarılı gazetecilik ürünleri. Keza Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları bugün bile gerek yazım tarzı, gerekse içeriği ve bence en önemlisi insani yaklaşım açısından maalesef henüz aşılamamış örnekler.
Barış Gazeteciliği, aslında öyle tek örnek, sihirli bir formül değil. Savaşın, çatışmanın, krizin daha da önemlisi bu olumsuzlukların yaşandığı toplumların kültür, tarih, geleneklerine göre farklı çalışma biçimleri ve yaklaşımlar gerektiriyor. Evet, gazetecilik evrensel bir meslek; ama Çin’de, ABD’de, İngiltere’de ve Pakistan’da, özgün ve yerel koşullara göre farklılıklar arz ediyor. Kavramları, uygulamaları farklı. Mesela Türkiye gibi babaların oğullarına Vur-al, Öc-al, Hınc-al, Müntekim, Vuran-türk, Kesen-er, Er-doğan, Savaş gibi isimler taktığı; insanların askere bayram yapılarak gönderildiği; bayrak fetişizminin manzarayı bozar hale geldiği; en sevilen kurumun Silahlı Kuvvetler olduğu; sevincini tabanca kurşunuyla ve ölümle ifade eden; “herkesin asker doğduğu”; “her bir kişinin dünyaya bedel olduğu”; “kendisinden başka dostu olmayan” bir toplumda, ebenin doğar doğmaz bebeğin kıçına şaplak patlattığı; bilahare söz konusu çocuğun baba, usta, çavuş ve nihayet meydan dayağı yediği; bir zamanlar hapishane ile işkencehanenin aynı anlama geldiği; “öğretmenin vurduğu yerde gül bittiği”; “kızını ve dizini döven” insanların yaşadığı; kısaca “dayağın cennetten çıkma” addedildiği; “vuranın da şehit düşenin de kahraman olduğu” bir memlekette Barış Gazeteciliği öyle pek de kolay bir iş değil. Kabul edelim!
Barış Gazeteciliği’ni tartışırken kaçınılmaz olarak medya mülkiyetine de değinmek gerekir. Bir gazeteci ne kadar barışsever, savaş karşıtı olsa da, çalıştığı medyanın sahibi aynı görüşleri savunmuyorsa, Barış Gazeteciliği hoş bir yöntem olarak kalmaya mahkum. Medya mülkiyetinin yanı sıra toplumsal gelenek ve görenekler, mahalle baskısı da önemli. Siz tüm iyi niyetinizle Barış Gazeteciliği yapmaya çalışıyorsunuz; ama okurlarınızın büyük bir kısmı yaptığınızı vatana ihanet olarak algılıyor. Barış Gazeteciliği’nin kıyısına bile uğramayan Hürriyet’in internet sitesindeki okur tepkilerine bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Bir örnekle konuyu açayım. ABD’deki şebeke TV kanallarından biri olan NBC, General Electric (GE)’in de dâhil olduğu büyük bir holdingin şirketi. Bizde eskiden daha çok buzdolabı imalatçısı ya da markası olarak bilinen GE, savaş uçakları motorları ve aksesuarları üretiyor. NBC mesela Irak Savaşı sırasında Barış Gazeteciliği yapmaya kalksa, yani işgalin sona ermesi yönünde haber yapsa, kardeş şirketin kârlarının azalmasına neden olacak. Burada bir çıkar çelişkisi var. Zaten büyük holding bünyesinde NBC, GE’nin satış politikalarını saptamıyor; aksine NBC’nin yayın politikasını GE belirliyor. Amerikan toplumundaki “püriten” anlayış nedeniyle -buna bugün Politically Correct yani “Siyaseten Doğru” deniyor- ilginç bir uygulama var. NBC, haber bültenlerinde GE’den söz eden bir haber yayımlayacaksa bir altyazı geçiyor: “GE, NBC’nin de ortak olduğu holdingin bir şirketidir”. Böylelikle okur hiç olmazsa bu bilgiye ulaşmış oluyor. (Bu uygulama Türkiye’de geçerli olsa, bizim birkaç televizyon kanalında altyazıdan geçilmez!) Kısacası NBC’nin medya mülkiyeti, savaş uçağı motoru da imal ediyorsa; NBC, Barış Gazeteciliği yapamaz!
Türkiye’ye dönersek, hatırlarsınız, 1 Mart 2003 tezkeresinden önce İskenderun limanından giriş yapan küçük bir Amerikan keşif birliği Mardin-Nusaybin bölgesine gelip yerleşti. Tezkere geçseydi 60 bin Amerikan askeri gelip aynı bölgeye konuşlanacak, bilahare de TSK ile Kuzey’den Irak’a girecekti. Neyse o badireyi atlattık. Hürriyet gazetesinde bir sabah baktım kocaman bir manşet: “Goodbye Mardin!” Allah Allah, neden İngilizce bir başlık acaba? “Goodbye Mardin!” ne demek? Açalım. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, o keşif birliği de pılını pırtısını toplayıp Mardin-Nusaybin’den ayrılmak zorunda kaldı. Hürriyet de Mardin’den ayrılan Amerikalı askerin haleti ruhiyesini anlatan bir başlık atmış. Hürriyet ne kadar duyarlı değil mi? Olaya Mardinliler ya da Türkiye açısından değil Mardin’den ayrılan Amerikalı askerin perspektifinden bakıyor. Sanki ABD ordusunun yayın bülteni. Bu ulusal yanılsama, işin ilk adımı. Biraz deşince gerçek ortaya çıktı. Meğerse Doğan Grubu’nun önemli şirketlerinden biri olan akaryakıt firması POAŞ, Mardin’e gelen o ilk Amerikan keşif birliğinin tüm yakıt işlerini almış. Tezkere geçseydi 60 bin Amerikalının yakıt işlerini de büyük bir ihtimalle alacaktı. Aslında o üzüntü, Amerikalıların Mardin’den ayrılmasının değil 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin üzüntüsü. O başlık aslında “Goodbye dollars” olmalıydı!
Olayı sadece ekonomik, mali çıkar açısından tahlil etmek doğru olmasa gerek. Çünkü Hürriyet yönetimi o dönem tezkerenin geçmesi yönünde yayın yapıyor, TSK’nın da Irak’a girmesini talep ediyordu. Hürriyet bir süre sonra da ABD birlikleri Irak’ın güneyinden kuzeyine doğru ilerlerken, herhangi bir Amerikan gazetesinin bile atmadığı bir başlığı atmıştı: “Tam gaz Bağdat!” ABD birlikleri Bağdat’a girdi, Saddam’ın heykelini filan yıktı. Ama sonra Irak direnişi ABD’nin gazını almaya başladı. Bu da Irak direnişinin kabahati tabii... Ne de olsa onlar her sabah Hürriyet okumuyor!
* Bu metin, 14 Mart 2008 Cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Barış Gazeteciliği başlıklı sempozyumda yapılan konuşmanın zenginleştirilmiş versiyonudur.
Paylaş
Tavsiye Et