AYTMATOV’UN ölüm haberi çok sayıda dergi ve gazeteye farklı cümlelerle yansıdı: “Türk dünyasının ünlü romancısı Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için gittiği Rusya’nın Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da 16 Mayıs günü rahatsızlanmış ve tedavi için Almanya’ya getirilmişti. Böbrek yetmezliği teşhisiyle hastaneye kaldırılan yazar, tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.”
Buz gibi bir haberdi benim için. Sanki ölüm olayı sıradan insanlara mahsusmuş gibi. Sanki o, yazmaya, insanlık için endişelenmeye devam ediyormuş da biz artık onu göremiyormuşuz gibi. Öncelikle insanlık adına çok üzüldüm. Zira o, tüm roman ve hikayelerinde önce yerel ardından da evrensel bir yazardı. Sadece Türk dünyasının değil tüm dünyanın kaybıydı o.
Evet, sevgili Aytmatov! Sen Kassandra Damgası romanında dünyanın kötü gidişine dur demek için bir çığlık atmıştın. Dünyanın gidişi gidiş değildi; ama insanlar birbirleriyle didişmekten içlerinde yaşadıkları gezegene bakacak durumda değillerdi ki. Bindikleri dalı kesiyorlardı adeta; ama yüreklerini para ve iktidar hırsı kapladığı için bunu göremiyorlardı. Sen sevdalı bir yürektin, bu kötü gidişe dur diyecek daha çok sayıda roman ve hikaye yazacaktın. Bekliyorduk; ama sen erken gittin.
Gün Olur Asra Bedel’le tanıdım seni. Döne döne okudum desem yeridir. “Mankurt”u öğrendim sayende ve etrafımda gördüğüm, değerlerine ve kendine yabancılaşan nice insana da farklı bir gözle bakmaya başladım. Sonra devam ettim seni okumaya. Kahramanın Yedigey; nasıl yoldaşı, dostu Kazangap’ı Ana Beyit mezarlığına gömebilmek için zorlu bir yolculuk gerçekleştirmişse ben de senin eserlerin arasında bir büyüme ve bir olgunlaşma yolculuğuna başladım. Önemli olan sonuca varmak değil; yolculuk esnasında heybemize doldurabildiklerimizdi. Ben istedim seni keşfetmeyi. Sonra İlk Öğretmen ile yaşadım aşkların en büyüğünü senin satırlarında. İkiz kavakların türküsünü dinledim Duyşen ve Altınay’ın sesinden. Duyşen’in idealizmine ve fedakarlıklarına hayran kalmamak elde değildi. Dünyaca ünlü aşk hikayen Cemile’yi okudum sonra. Cemile ve Daniyar’ın arkasından bakakaldım; aşk ancak bu kadar muhteşem anlatılabilirdi. Selvi Boylum Al Yazmalım ile aşkın bir başka boyutunu keşfettim: Aldatılan bir kadının duygularını bu hikaye ile birebir yaşadım ve onun yüreğinin içini gördüm. Oğlu için aşkından vazgeçen Asel’e saygıların en büyüğünü hissettim. Ve bu hikaye ile gördüm ki bazen fedakarlık aşka galip gelir. Seni okumaya devam ettim, okudukça öğrendim ve yaşadıkça okudum. Gün geldi, okuduklarım yaşadıklarıma farklı gözle bakmamı sağladı. Gün geldi, yaşadıklarım okuduklarımı keşfetmemde anahtar oldu. Sen hayatı keşfetmiş bir bilgeydin, her okuduğum eserinle bunu bir kez daha anladım. Asker Çocuğu hikayenle yetim bir çocuğun duygularına ortak oldum. Yalnız çocuğu değil babayı anlatırken de eşsizdin: Oğulla Buluşma adlı hikayenin kahramanı Çordon’un savaşta ölen evladına duyduğu hasreti nasıl da derin anlatmıştın.
Sevgili Aytmatov! Bütün eserlerine, doğduğun büyüdüğün toprakların damgasını vurmuştun. Her eserinde, kâh gizli kâh açık olarak, Kırgızistan topraklarına ait bir değer vardı. Belki de seni bu kadar geniş bir kitle içinde okunur kılan da bu özelliğindi. Hayat hikayene baktığımda, çocukluk anılarını okuduğumda daima çocuk saflığını taşıyan bir yüreğin varlığını hissettim. Sen Kırgız bozkırlarının türküsüyle eserlerini ilmek ilmek dokumuştun. Hangi eserini okusam o toprakların kokusunu duyuyor, oralara ait değerlere rastlıyordum. Çocukluğum adlı anı kitabına “Babaannem” başlıklı anı ile başlaman da senin değerlerine bağlılığının bir göstergesi değil miydi zaten? Okuma-yazma bilmeyen; ama bilgeliğiyle etrafında çok saygı gören, hafızasında yüzlerce masal ve şiir olan bir kadın olan babaannenden büyük bir aşkla bahsediyordun sen. Onun, senin yazar olmanda büyük bir rol oynadığını söylüyordun. Sonraki süreçte ise savaş vardı, yoksulluk vardı, acı vardı. Baban rejimin yüzlerce kurbanından biriydi. Annen de hususiydi senin için. O, çileli bir kadındı. Ama sen çektiğin tüm acılarla zenginleşmesini bildin ve bizlere de sonsuz bir ırmak bıraktın. Senin eserlerini her okuduğumda yeni şeyler keşfetmem de, bu zengin ırmağın geçtiği her yeri daha çok uzun yıllar yeşerteceğini gösteriyor aslında. Aradan yıllar geçse de keşfedilecek ve etkileyeceksin.
Sen Beyaz Gemi’sine kavuşan sevdalı bir yüreksin. Bıraktığın izler hepimizin yüreğinde yerini buldu. Sen okyanusa bir taş attın. O taşların meydana getirdiği halkalar yürekleri birleştirdi. Beyaz Gemi’nin sonunda babasına kavuşmak için kendisini sulara bırakan kahramanına, bu hayata veda ederken şöyle sesleniyordun: “Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesellim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi ne beklerse beklesin, insanoğlu oldukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır…”
Sana, senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum: “Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim!”
Paylaş
Tavsiye Et