KÖY pazarı kurulduğunda herkesin satılacak malını caminin önüne bırakıverip gittiği zamanlarda, Çanakkale’nin Ayvacık kazasının Ahmetçe köyünde doğar Halil Necati Coşan. Babası iki kardeşiyle beraber Fatih’in Baş Kurşunlu Medresesi’nde yıllarca tahsil gördükten sonra seferberlik çıkar. Üç kardeş de Çanakkale’de savaşır, daha sonra gittikleri diğer cephelerden dönmezler. Amcası Molla Mustafa’nın Gazze’de şehit olduğu kesin; baba ve küçük amcanın nerede şehit düştü bilinmez. Sülale-i tâhire mensubiyeti, bu üç kardeşin anneleri fakihe Dudi Hanım’ın Buhara’dan gelen babası tarafındandır. Dede Molla Abdullah 1928’de vefat edene kadar torununa bakar; onu okutur. Bu dede, Süleymaniye’de mollalık ettiği zamanlarda Gümüşhaneli Ahmed Ziyaüddin Efendi (1813-1893)’ye intisab eder. Gümüşhanevî, halini ve huyunu sevdiği Molla Abdullah’a iltifaten “Evladım ol” buyurur.
Gümüşhanevî’nin halefi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (1825-1911)’nin halifelerinden Hacı Ali Efendi, memleketi Bayramiç kazasının Çırpılar Köyü’ne döner ve burada toplanan yardımlarla 23 odalı bir medrese yapar, yüzlerce talebe yetiştirir. İki sene bu medreseye devam eden Necati Efendi’nin ilk intisabı bu hocayadır. Dersi hocanın kendisi teklif eder. Necati Efendi, “Efendim, yapabilir miyiz acaba?” deyince cevaben, “Sizin bizim yanımızda kıymetiniz altın külçesinden fazladır” iltifatını alır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkınca köyüne döner, zeytincilikle meşgul olur.
1928’de Şadiye Hanım’la evlenir ve beşi erkek, yedi çocuğu olur. İstanbul’a bunları okutmak için taşınır. Bu amaçla İstanbul’dan aldığı bir ticaret teklifini değerlendirir. Zor günler... Sermayeyi kaptırır, alacağını tahsil edemez. Müslüman gördüğü, hüsn-i zan ettiği insanlardan verdiklerini alamayınca, parasını da müşterilerini de kaybeder: “Veresiye defterini de Haliç’e attım, kafama takılmasın diye.”
Kazanlı Abdülaziz Bekkine (1895-1952) zamanıdır. Ondan izin alarak Fatih Müftülüğü’nde sınava girer; 110 kişi arasında birinci olunca müftülükte çalışması istenir. 19 senesi burada, mübarek zevat muhitinde geçer; Ali Yekta, Bekir Haki ve Ömer Nasuhi Bilmen Efendilerle mesai paylaşır.
Aziz Efendi’nin vefatından sonra, dergahta onun halefi sıfatıyla Zeyrek Camii’ne imam olarak Mehmed Zahid Kotku (1879-1980) gelir. Aziz Efendi’nin kıdemli ihvanından bir kısım münevver “Bu makam bu köylü imama mı kalacak?” diye itiraz eder, sadakat hilafına hareket eder, müdavimi oldukları kapıdan ayrılırlar. Böyle itiraz seslerinin her nöbet değişiminde muhakkak yükseldiğini insan nasıl da unutuverir.
1960’taki dünürlükten beri hısımını, oğlunu ve torununu makamda görme bahtiyarlığını yaşar Necati Efendi. Kotku’dan sonra altın silsilenin gurbette yiten kırkıncı halkasına, oğlu Esad Efendi’ye, ardından torununa bağlanır. Halid-i Bağdadi’nin “Emseytü Kürdiyyen, esbahtu Arabiyyen” sözüne vâkıftır; Peygamber’den mevrus bu makamın yaşla, tahsille ilgili olmadığına itikadı tamdır. Avustralya’daki torunundan selam geldiğinde, en halsiz zamanlarında bile, “O selam yüce bir makamdan” deyip ayağa kalkan bu edep timsali, 5 Haziran Perşembe günü vefat etti. Ertesi gün Süleymaniye’de hıncahınç bir kalabalığın dualarıyla Gümüşhaneli, Kastamonulu, Zağferanbolulu, Dağıstanlı, Tekfurdağlı ve Bursalı büyüklerinin arasına defnedildi. Allah, Necati kulunu sevdi ve bütün kullarına sevdirdi.
Paylaş
Tavsiye Et