Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İranî demokrasi
Hakkı Uygur
İRAN’DA demokrasi ya da öncesinde “Meşruta” kavramının kullanılması, Kacarlar dönemine kadar geri gider. “Özgürlük” ve “anayasa” gibi kavramlar ilkin Melkem gibi dönemin aydınları arasında kullanılmaya başlanmış, Nasıreddin Şah’ın çoğulcu bir sistemin pratikte yürüyeceğini görebilmesi için “Frenk” seyahatlerine çıkması gerekmiştir. Bununla birlikte Tabatabai ve Behbehani gibi ulemanın liderliğini yürüttüğü Meşrutiyet hareketinin saray bürokrasisi karşısında daha fazla bedeller ödemesi gerekmiş, nihayetinde İran modern tarihinde siyasal açıdan daima önemli roller üstlenmiş Tebriz’in devreye girmesiyle Meşrutiyet 1906’da ilan edilebilmiştir. Bu arada “Meşrua” ve “Meşruta” karşıtları arasındaki kanlı hesaplaşma, İslam-demokrasi ilişkisi açısından eşine az rastlanır doğrudan bir teorik düzlemli karşılaşma özelliğine de sahiptir. Ancak Meşrutiyet’in ilanı, özellikle aydınların beklentilerini karşılamaktan uzak kalmış; aksine saray yönetiminin güç kaybetmesiyle var olan huzur ve düzen de ortadan kalkmış, başkent Tahran’da siyasi çatışmalar ve suikastlar artarken Huzistan ve Türkmensahra gibi merkezden uzak bölgelerde ayrılıkçı hareketler güç kazanmıştır. 1906-1921 döneminde İran’da tam bir kaos hakimdir. Nitekim Rıza Şah’ın 1925’te Pehlevi Şahı olarak tahta çıkışında fazla bir mukavemetle karşılaşmaması, genellikle halkın huzur ve güven tesisine duyduğu ihtiyaca bağlanır. Yine Rıza Şah’ın başlangıçta Ankara’dan da esinlenerek cumhuriyet ilan etmek istediği ancak Osmanlı sonrası Türkiye’deki gelişmelerden kaygı duyan ulemanın teşvik ve desteğiyle kendi saltanatını kurduğu belirtilir.
Şah’ın İkinci Dünya Savaşı esnasında Alman taraftarı olduğu gerekçesiyle oğlu lehine tahttan çekilmek zorunda bırakılması ve İran’ın İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından işgali, çeşitli siyasi grupların sahneye çıkması için ortamı uygun hale getirdi. Bu dönemde Musaddık liderliğindeki Milli Cephe faaliyetlerine başladı, komünist Tudeh Partisi etkinliğini arttırdı ve 1953’e kadar ülkede açık bir siyasi atmosfer oluştu. Ayetullah Kaşani liderliğindeki politik ulemanın Musaddık’ın niyetlerinden ve Tudeh Partisi ile ilişkilerinden kuşkulanması ve zımnî koalisyondan çekilmesi, Amerikan destekli darbe için ortamı uygun hale getirdi ve Muhammed Rıza Şah’ın 25 yıl sürecek demir yumruklu yönetiminin önünde hiçbir engel kalmadı. Tahtını halkına değil ABD’ye borçlu olduğunun farkında olan Şah, siyasi reform adına pek de adım atmadı. Son nefesine kadar devrimin gerçekleşmesini halkın iradesine değil Demokrat Başkan Jimmy Carter’ın politikalarına bağladı.
 
Devrim ve Demokrasi
Geçtiğimiz ay otuzuncu yıldönümü kutlanan İslam Devrimi gerçekleştiğinde, ulema eski ulema değildi. Artık ne cumhuriyet bir “küfür” sistemiydi ne de kadınların oy kullanması “günah-ı kebire”. Bu nedenle yeni rejim “İslam Cumhuriyeti” adını almaktan gocunmadı; ancak yüzyıl önceki “Meşruta” ve “Meşrua” tartışması yeniden alevlendi. İslam ve cumhuriyetin sınırları nerede başlayıp nerede bitiyordu? Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin miydi, yoksa birilerinin İslam’a uygunluk adı altında halkın iradesini denetlemesi mi gerekiyordu? Katıksız demokrasi, yalnızca yeni rejimin meşruiyetinin sağlanması amacıyla düzenlenen İslam Cumhuriyeti Anayasası referandumunda görüldü. Halkın %98’inin “evet” oyunu alan anayasada yer alan “velayet-i fakih” ilkesiyle birlikte “demokratik bir İslam modeli” arzulayan çevreler tüm kozlarını kaybetti.
İranlı yöneticiler içeriden ve dışarıdan ciddi eleştiriler alsalar da mevcut sistemin “İslami bir demokrasi” olduğu hususunda ısrarcılar. Buna kanıt olarak son otuz yılda ülkede otuza yakın genel, yerel ve konsey seçimi gerçekleştirilmesini gösteriyorlar. Rejime göre bu şekilde hem İslamiyet’ten taviz verilmiyor hem de cumhuriyetin gereği olan halkın tercihine saygı gösteriliyor. Ancak Anayasa Konseyi her seçimde aday adaylarını objektif olmayan kıstaslarla incelediğinden ve birçok adayın yarışmasına izin vermediğinden sistem “İranî” bir demokrasiye (merdomsâlârî) dönüşüyor.
Yine de bölgedeki birçok ülkeyle karşılaştırınca İran’ın çok daha demokratik olduğu sonucuna varılabilir. Özellikle Arap ve eski Sovyet ülkelerindeki yoğun siyasi baskılar göz önüne alındığında, İran’da ifade özgürlüğünün çok daha geniş olduğu su götürmez bir gerçek. Bu noktadaki asıl sorun, İran halkının, özellikle de şehirli grupların Batı kültürü ile olan yakın ilişkileri. İran’da yükseköğrenim oranının çok yüksek olması, her yıl yaklaşık üç milyon kişinin yurtdışına çıkması, diasporada güçlü bir akademisyen topluluğunun bulunması, hemen her evde uydu anteninin ve internetin olması halkın beklentilerini artıran temel etkenler.
Buraya kadar anlatılanlar aslında madalyonun bir yüzü. Bazı İranlı aydınların öne sürdüğü gibi İran benzeri dinsel, tarihsel ve kültürel öğelerin son derece etkin olduğu Müslüman ülkelerin Batılı demokrasiyi tam olarak özümsemeleri gerektiğini söylemek doğru mudur, doğru olsa bile gerçekçi midir, tartışma konusu. Diğer yandan İran’ın devrimden sonra ister istemez kendisini içinde bulduğu şiddet ortamı, sekiz yıllık savaş, sürekli tehdit ve ambargolar ülkenin normalleşmesinin önündeki en önemli engeller. En demokratik sayılan Batılı ülkelerin bile güvenlikleri söz konusu olduğunda verdikleri tepkiler düşünüldüğünde, İran’ı yeteri kadar demokratik olmamakla suçlamak çok doğru olmasa gerek. Türkiye’de son yıllarda uygulamaya konulan “komşularla sıfır problem” stratejisi nasıl içerideki demokratik açılımlar için önemli bir zemin teşkil ediyorsa, İran’ın da halkının talep ettiği demokratik adımları atabilmesi için öncelikle etrafındaki tehdit ve baskıların azalması gerekiyor.
Diğer yandan İran yönetiminin toplumdaki sosyo-ekonomik hareketlilikleri iyi izlediği ve gerekli zamanlarda uygun siyasal adımları atmaktan kaçınmadığı da biliniyor. Özellikle son yıllardaki hızlı konseyleşme sürecinin ve ekonomideki açılım çabalarının demokrasiye geçiş sürecinin altyapı hazırlıkları olduğu yönünde işaretler var. Dinî liderin elindeki çok geniş yetkilerin büyük kısmı şimdiden çeşitli konseylere dağıtılmış durumda.
Ortadoğu’daki demokratikleşme sürecine gelince, İran genel olarak bu süreci destekliyor ve serbest seçimlerin (Filistin, Lübnan ve Irak’ta olduğu gibi) kendisine daha yakın yönetimleri işbaşına geçireceğini düşünüyor. İran’a sempatiyle bakan İslamcı güçlerin tüm Ortadoğu’da ana muhalefeti teşkil ettiği dikkate alındığında, bu düşüncenin çok da gerçek dışı olmadığı söylenebilir. İçeride demokratik olmayan zorlamalar nedeniyle seçimlere katılım ve siyasi meşruiyet günden güne azalırken ve bazı şehirlerde bu oran %20’lere kadar düşerken, başka ülkelerde demokratikleşmeyi ve serbest seçimleri savunmak da İran’a özgü çelişkilerden biri olsa gerek.

Paylaş Tavsiye Et