Konuşan: James Kiger
Tercüme: A. Kemal Bersay
Özel olarak İslam genel olarak da din üzerine yapılan tartışmalar, çoğu kez “modernite” meselesine odaklanıyor. İslam’ın modernite ile uyumlu olup olmadığı veyahut bizatihi dinin kendisinin modern dünyada var olmasının gerekip gerekmediğini tartışan yazarlardan oluşan bir endüstriden dahi bahsedilebilir. Ancak bütün entelektüeller moderniteye, ortaya çıkışından itibaren verilen ve onu kabul edilmiş gerçek haline dönüştüren türde bir önem bahşetmiyorlar. Geleneksel ekolün önde gelen mensuplarından biri olan ve modernitenin tartışılmaz ilkelerini sorgulayan Seyyid Hüseyin Nasr, İslami gelenek ile dünya dinlerine yönelik derin kavrayışı dolayısıyla hem Doğu’da hem de Batı’da geniş çevrelerce tanınan bir düşünür. Nasr’a göre, dünya toplumlarının -ister Hıristiyan, Müslüman, Hindu isterse de bir başka inanca sahip olsunlar- dini modernite kalıbına uydurmanın bir yolunu bulmaya değil, onun yerine ilerleme arayışları için terk ettikleri geleneklerini yeniden keşfetmeye ihtiyaçları var.
1984’ten beri George Washington Üniversitesi’nde İslami ilimler ve tasavvuf dersleri veren ve İslam düşüncesinin yeniden kavranmasına büyük katkılarda bulunan Nasr, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, Tasavvufi Makaleler, İslam: İdealler ve Gerçekler, Yol Şiirleri, İslam Sanatı ve Maneviyatı, Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi, İslam’ın Kalbi, Tabiat Düzeni ve Din, Modern Dünyada Geleneksel İslam, Bir Kutsal Bilim İhtiyacı, Üç Müslüman Bilge, Molla Sadra ve İlahi Hikmet, Bilgi ve Kutsal, Ebedi Hikmetin Peşinde’nin de arasında yer aldığı 40’tan fazla kitaba ve yüzlerce makaleye imza attı. Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin davetlisi olarak 21 Ocak’ta Türkiye’de “İslam, Modernite ve Müslüman Dünya, 21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Gündem” başlıklı bir konferans veren Nasr ile James Kiger Today’s Zaman gazetesi ve Anlayış dergisi için İslam, modernizm ve postmodernizm üzerine ufuk açıcı bir söyleşi yaptı.
Çalışmalarınızda, “Gelenek” (Tradition) dediğiniz kavramın zıddı olarak, yani aşkın veya ilahî olanla hiçbir bağlantısı olmayan anlamında, “modernite” kavramı önemli bir yere sahip. Yirminci yüzyıl, bilimsel, felsefi ve kültürel alanlarda dramatik değişmelere sahne oldu. Yirminci yüzyılın modernitesi ile mukayese edildiğinde, yirmi birinci yüzyıldaki moderniteyi farklı kılan nedir sizce?
Bir anlamda, hiçbir şey. Fakat şöyle bir şey oldu: Bu modernite, postmodernizm denilen şeyi üretti. Postmodernizm de modernizmin kategorilerini bile inkâr etti. Örneğin, on sekizinci yüzyıl modernizminin temellerinden biri olan rasyonalizm ve deneycilik (empiricism) gibi. Dolayısıyla, postmodernizm bir anlamda modernizmin çözülmesini ifade eder; fakat bir taraftan da modernizme ait olan bir şeydir. Demek oluyor ki modernizm, kendi sonunu getirecek olan unsurları da içinde barındırıyordu. Ve biz bunu bugün postmodernizmde görüyoruz. Ancak bu demek değil ki modernizm tamamen ortadan kalktı. Postmodernizm diye bir vakıa var bugün ve filozoflar kesinlik kavramını atıp şüpheyi öne çıkarmaya başladı ve sonuçta bir nihilizme vardılar, evet; ancak bu, modernizm dediğimiz sürecin içinde gerçekleşti. Bu süreç de son dört yüz yıldır modern dünyayı -özellikle Batı dünyasını- tanımlıyor.
İkinci fark da şu: On dokuzuncu yüzyılda insanlar modernizmden bahsettikleri zaman aslında onun toplumsal sonuçlarından bahsediyorlardı. İnsanlar modernizmin içerisinde yaşadığımız tabii çevreyi bozup mahvedeceğinden habersizdiler. Bugün bile birçok kişi bunu kabul etmek istemiyor, bu konuyu geçiştirmeye çalışıyor. Diyorlar ki “Şu veya bu sorun mühendislik hatasından veya kötü planlamadan vs. kaynaklanıyor.” Ancak biliyoruz ki çevre sorunları, aslında tabiatın kendisinin kutsal ve insanlar gibi haklara sahip olduğunu inkâr eden bir dünya görüşünden kaynaklanıyor. Bu dünya görüşü on binlerce yıllık insani tecrübeye ve insanlığın esas tabiat telakkisine aykırı. Dolayısıyla, evet, bir şeyler değişti, fakat modernizmin mahiyeti değişmedi: Bu felsefe, gerçekliği ilahî gerçeklikten yalıtılmış olarak algılamaya devam ediyor, insanın evrendeki herhangi başka bir failden bağımsız olduğunu varsayıyor ve onun akletme ve eyleme yetilerini hem din ve vahiyden hem de insanın içindeki manevi unsurlardan soyutlamaya çalışıyor. Modernizmin bu boyutu hiç değişmedi, aynen devam ediyor.
Sizin kullandığınız anlamda “Gelenek” perspektifinden bakıldığında, postmodernizm içerisindeki, modernizmin kimi eğilimlerine aykırı gözüken unsurların herhangi bir faydasının olacağına inanıyor musunuz?
İslam dünyasındaki Malezya ve Endonezya -ve bir ölçüde de İran ve Türkiye- gibi bazı ülkelerde birtakım yazarlar, postmodernizmin bizzat kendisinin, modernizmin mutlak olmadığının delili olduğu iddiasıyla ortaya çıktılar. Bu çerçeveyle sınırlı olmak kaydıyla, evet, ben de katılıyorum. Ancak bunun ötesine götürülmemeli; çünkü modernizme muhalefet etme anlamında -eğer ciddiye alınacaksa- postmodernizm bir anlamda düşüncenin ve doğru/yanlış ölçütlerini değerlendirmenin göreliliğini vazeder. Dolayısıyla burada, bizzat kendinizin olumsuz gördüğü bir şey vasıtasıyla olumlu bir şeyi ispatlamaya çalışıyor olursunuz.
Yakın geçmişte Avrupa ve Amerika’da Richard Dawkins, Sam Harris ve Christopher Hitchens gibi birtakım yazarlar arasında ortaya çıkan, dine yönelik doğrudan bir eleştiri, hatta düşmanlık eğilimi söz konusu. Siz bu yeni yönelimi nasıl görüyorsunuz?
Bu çok trajik bir durum. Çünkü Richard Dawkins kendisinin bir nevi süper entelektüel olduğunu düşünüyor, Tanrı’ya inananları ise birer aptal gibi görüyor. Birçok düşünür ise bunun Batı ateizminin “son şarkısı” olduğunu söylüyor. Zira din tekrar hızla güçleniyor, ki bu sekülaristler bunu asla öngörememişlerdi. Herkese okulda şu öğretildi: Tarihin akışı dinden uzaklaşıp sekülarizme doğru gidiyor. Sekülaristler de kesin zaferi kazandıklarını düşünüyorlardı. Ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca dinin muazzam bir canlanışına şahit olundu. Farklı kesimler bu dinî canlanma olgusuna fundamentalizm adını verdi, fakat aslında bu fundamentalizmden ibaret değildi. Ayrıca bu sadece İslam dini için değil, Hıristiyanlık ve Yahudilik için de geçerliydi; örneğin, aralarında bazı arkadaşlarımın da bulunduğu birçok Yahudi tekrar Yahudiliğe ilgi duydu. Bu durum karşısında böylesi bir seküler tepki ortaya çıktı, zira sekülarizm bu tür bir meydan okumayı beklemiyordu. Fakat dinin son derece güçlü bir meydan okuması söz konusu şu anda. Buna bugün bazı Batılı sosyologlar, Batı toplumlarının yaşadığı bir “kutsala dönüş” (de-secularization) süreci adını veriyor.
August Comte’tan bu yana yüz yıldır sosyologların görevinin, toplumun nasıl sekülerleştiğini incelemek olduğu düşünülmüştür. Fakat bugün tam tersi bir süreçle karşı karşıyayız. Şimdi, bu sözünü ettiğiniz kişiler çıkıyor, sıradan insanların yeniden keşfettikleri inanç dünyalarına saldırıyorlar, bu duruma fundamentalizm ismini veriyorlar. Böylece kendi zekalarını “safça bir inanç” tarzında algıladıkları duygunun karşısına yerleştirerek muarızlarına ahmak muamelesi yapıyorlar; kendilerini ise “parlak zekalı” olarak görüyorlar, aynen Dawkins gibi. Bence bu çok talihsiz bir durum. Uzun bir süre devam edeceğini de zannetmiyorum. Fakat yine de bu yaklaşım Batı düşünce ortamının daha da kutuplaşmasına vesile olacaktır maalesef.
Bu yazarların dillendirdiği temel eleştirilerden biri, dünyanın halihazırda yaşadığı şiddet ortamının ortaya çıkmasında dinin en önemli, hatta belki de tek etken olduğu yönünde. Onlara göre, bugün mevcut olan her çatışma bir çeşit dinî ihtilafa indirgenebilir. Benzer şekilde, birtakım kişiler de, ateistler değil de özellikle Batı’daki yeni-muhafazakârlar, dünyadaki temel çatışmanın bir tarafta Batı, diğer tarafta ise özünde şiddet içeren bir din olduğunu varsaydıkları İslam arasında yaşandığını savunuyorlar. Sizce din ile şiddet arasındaki bağlantı ya da ilişki nedir?
İnsan olmak, şiddet dolu bir dünyaya gelmektir. Çocuğunuza bir grip aşısı yaptırdığınızda mikroplara karşı şiddet uyguluyorsunuz demektir -eğer onların bakış açısından bakarsak!-. Duygusallığı bir kenara koymak gerekiyor. Bu çerçevede şiddet hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Hayat, büyümek için şiddetle yüzleşmek durumundadır. Ne ilginçtir ki bunca şiddete rağmen dünyada birçok güzellik ile huzur ve ahenk de var. Asıl dikkate değer olan budur. Şimdi, bir kişiyi diğer insanlardan farklılaştıran her şey esasen bir şiddet kaynağıdır. İki kişinin durumunu ele alalım: Eğer sınırlı miktarda bir yiyecek varsa, bu iki insan arasında şiddet yaşanacaktır. Bu kişilerin barış içinde yaşamaları için bir yüksek ilkeye ihtiyaç vardır. Aynı örneği iki farklı toplum arasındaki ilişkiye de uygulayabiliriz.
Şimdi, tarih boyunca insanın kimliğini tanımlayan şey din olagelmiştir; bu hem bir insan teki için hem de genel olarak toplumlar için geçerlidir ve istisnası yoktur. Hatta etnik kimlikler bile, diyelim Afrika’daki bir kabilenin kimliği, din ile içiçe geçmiştir; etnik ve dinî kimlikler birbirleriyle bütünleşmiştir. Dolayısıyla, her durumda, dinî aidiyetler bir yandan farklı gruplar arasında zaten ortaya çıkacak olan şiddetin kaynağıdır, diğer yandan da bu şiddeti ortadan kaldıracak olan güçtür. Bu sebeple her ikisi de bugün mevcuttur. Aslında, yirminci yüzyıldan sonra dinin şiddetin temel kaynağı olduğu şeklindeki modern iddiayı hiç kimse öne sürememeli. Rusya’dan Almanya’ya kadar on milyonlarca insan komünizm, Nazizm ve faşizm tarafından öldürüldükten sonra böyle bir şey nasıl söylenebilir? Stalin’in katliamları, Amerika’nın Osaka ve Hiroşima ile Dresden’i bombalamaları, Almanların Polonya’daki insanları öldürmeleri… Bu liste milyonlarca insanı kapsayacak şekilde genişliyor. Bütün bunların yanında din savaşları hiçbir şeydir. Ve de bu katliamlar din adına yapılmamıştır.
Ancak burada daha derin bir şey var. Din ortadan kaldırılabilir, fakat insanoğlu bir boşlukta yaşayamaz. Bu insanlar için dinin yerini alan şey, din rolü oynamaya çalışan bir ideoloji oldu. Bu da bir taraftan komünizm, diğer taraftan da Nazizm ve faşizm şeklinde tezahür etti. Ve biz geleneksel anlamda din ortada olmayınca, yani sahte dinlerin gerçek dinin yerini aldığı bir durumda neler olduğunu çok iyi biliyoruz: Muazzam bir şiddet hali.
İslam’a gelince, Müslümanların Hıristiyanları öldürdüğünden yüzlerce kat daha fazla Müslüman’ı öldürmüş olan bir medeniyetin İslam’ı şiddet dini olarak suçlaması, eşi görülmemiş bir iki yüzlülüktür. Bu çok açık. İslam’a şiddet ve terör kaynağı demek saçmadır. Bugünkü durumun sebebi hiçbir toplumun hapis hayatını kabul etmemesidir. Hiçbir toplum sömürgeleştirilmek istemez. İslam dünyasında sömürgeci güçlere karşı direniş hareketleri başladığında, milliyetçilik ve liberalizm gibi değişik şeyler denendi, fakat bunların hiçbiri gerçek anlamda bir başarı gösteremedi. Batı tahakkümüne karşı, ki isimleri Arapça olmasına rağmen kelimenin derin anlamıyla “Batılı” olan ve toplumun elitleri sayılan zümrelerin tahakkümü de buna dâhildir- mücadele etmek için elde bulunan yegane araç neydi? Ne kalmıştı geriye? Din kalmıştı. Dolayısıyla içinde bulundukları durumu aşmak için direniş hareketleri özellikle yirminci yüzyılın başından itibaren -aslında Libya’daki Ömer Muhtar hareketi gibi daha erken tarihli olanlar da vardı- İslam’dan faydalanmaya başladılar. Bu durumda tabii ki İslam dünyasını terk etmek ve direniş hareketlerine yenilmek istemeyenler için İslam şiddetle özdeş hale geliyordu.
Maalesef bu İslam’a karşı sürekli kullanılan çok güçlü bir propaganda. Örneğin Gazze’deki son durumun içerdiği muazzam şiddete bakalım. Siz hiç kimsenin Yahudi şiddetinden bahsettiğini veya Yahudiliğin bir şiddet kaynağı olarak tavsif edildiğini duydunuz mu? Yanlış anlaşılmasın, benim Tanrı’nın bir dini olarak Yahudiliğe (veya aynı şekilde Hıristiyanlığa) saygım var. Dolayısıyla insanların onu bu şekilde tavsif etmesinden hoşnut olmazdım. Fakat İslam’ın şöyle bir “imtiyaz”ı var: Hakkında istediğiniz her türlü olumsuz şeyi söyleyip hiçbir tepki görmeyeceğiniz dünyadaki tek dindir İslam!
Gazze’deki durumdan söz açılmışken, Filistin’deki çatışmanın tarihsel kökenlerine baktığımızda görüyoruz ki bu problem aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla ve İslami ilkelerin somut tezahürlerinin kamusal alandan silinmesiyle ortaya çıktı. Siz bu sorunun kaynağında neyi görüyorsunuz?
Bu çok karmaşık bir mesele. Kökeninde milliyetçilik ile sekülerleştirilmiş bir dinî ideolojinin evliliği yatıyor aslında. Siyonist ideolojinin kurucuları dindar Yahudiler değildi, seküler insanlardı. Zira seküler Avrupa kültürünün birer ürünüydüler. Ayrıca Doğulu Yahudiler de değillerdi; Alman idiler, daha sonra da İngiliz. Bir ideolojiyi bir ülke toprağıyla ilişkilendirmek elbette bir tür milliyetçiliktir, ki bu da Batı’da ortaya çıkmıştı. Bu duruma, Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların elinde yaşadığı büyük trajediyi de eklemek gerek. Böylece, bununla hiçbir ilgisi olmayan ve tamamen masum olan bir halkın, yani Filistinlilerin, söz konusu trajedinin ceremesini çekmesi için uygun ortam hazırlanmış oluyordu.
Bugün hem Amerika’da hem de İsrail’de, 60 yıl sonra bile Siyonizm’i Yahudilikten bir sapma olarak gören çok sayıda dindar Yahudi var. Hatırlıyorum, Filistin’in bölünmesinden önce ben İran’da genç bir adamdım ve birçok Yahudi arkadaşım vardı. Bu insanlar Mesih’in gelip onları vaat edilmiş kutsal topraklara götüreceğine inanıyorlardı. Filistin parçalandığında ise New York’ta bile bir duvar yazısı vardı, “Ben-Gurion Mesih değildir” diye. Elbette bu seslerin büyük çoğunluğu susturuldu, ama bugün bile bu görüşler tamamen ortadan kalkmış değil. Dolayısıyla, Filistin meselesi çok karmaşık bir mesele. Neticede İsrail’de yaşayan Yahudiler var; bunlar da insan ve orada yaşamaya devam etmeliler. Bu insanların hayatları ve malları güvence altında olmalı. Oradan dışarı atılmaları söz konusu olamaz. Yani durum aslında göründüğünden çok karışık.
Bu sorunun çözümünde din nasıl bir rol oynayabilir?
Bendeniz hayatımı, dünyaya anlamlı bir şekilde barış gelecekse bunun ancak dinlerin derinlemesine incelenip anlaşılması yoluyla olacağı biçimindeki görüşe adadım. Siz hem Tanrı’ya karşı savaşıp hem de dünyaya barış getiremezsiniz, ki maalesef çoğumuz bunu yapmaya çalışıyor. Öncelikle insanın içinde bir barış gerçekleşmeli; bu da ilahî gerçeklikle barışmakla mümkün olur. Sonra da dinler arasında en derin anlamıyla bir barış tesis edilmeli. Ancak bu şekilde Tanrı’nın ya da dinin gerçekliğini kabul etmek istemeyen ve yalnızca para ve güç isteyen bir dünya dönüştürülebilir; bu barış böyle bir dünyaya nüfuz edebilir.
Bildiğiniz gibi, Türkiye bir süredir Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için çalışıyor. Bazıları bunu Avrupa’nın Hıristiyan mirasına yönelik bir tehdit olarak görüyor. Hıristiyanlığın Batı’daki durumu nedir şu anda ve size göre genelde İslam, özelde ise Türkiye, Batı’da dinin geleceği konusunda nasıl bir rol oynayabilir?
Öncelikle, keşke “Avrupa hâlâ Hıristiyan geçmişine sahip çıkabilseydi” demek lazım. Öyle olsaydı, “Kilise’nin gelini” olan Fransa’da halkın %11’den fazlası bugün Pazar günleri kiliseye gidiyor olurdu. Ben Katoliklik ve geleneksel Hıristiyanlığı destekliyorum, bu konuda çokça yazdım da. Daha birkaç ay önce bir İslami delegasyonun üyesi olarak Vatikan’da Papa ile görüştüm. İki din arasındaki ilişkileri geliştirmek için sürdürülen çalışmaların bir parçasıyım.
Fakat işin gerçeği şudur ki, Avrupa yüzyıllarca kendi Hıristiyan kültürünü marjinalleştirmek için çok çalıştı. Hıristiyanlığa karşı yapılan saldırılar bizzat Avrupa’dan geldi, Zimbabve’den değil! Dolayısıyla böylesi bir ortamda Hıristiyanlığın mirası elbette Hindistan’daki Hinduizm mirası veya Sri Lanka’daki Budizm mirası gibi olmayacaktır. Bu miras, Hıristiyanlığa karşı yüzyıllar boyunca yapılan saldırılar neticesinde çok zayıfladı, ki bu saldırıları Montaigne ve Bayle gibi şüphecilerden Karl Marks gibi ateist düşünürlere kadar bizzat Avrupalılar gerçekleştirdi. Dolayısıyla bu bir gerçekliktir.
Bu anlamda, Katolik Kilisesi’nin Avrupa’da Hıristiyanlık geleneğini canlandırma teşebbüslerini olumlu buluyorum. Keşke Avrupa’daki bütün binalar Chartres Katedrali gibi olsa... Keşke Avrupa’daki şu modernleştirilmiş berbat klasik müzik gerçek Johann Sebastian Bach gibi olsa. Ben bunlara karşı değilim. Ben Batı Avrupa’yı iyi bilen bir Müslüman’ım ve buranın kültürünün mümkün olduğunca fazla yaşamasını temenni ediyorum. Fakat bu artık sadece bir hayalden ibaret.
Hıristiyanlığı sözde kullanıp esasen sekülerleşmiş olan Avrupalı güçler, ki genelde Katolik değillerdir, aslında kendi sekülerliklerini kaybetmekten korkuyorlar.
Paylaş
Tavsiye Et