KRİZLERLE geçen 90’lı yılların dünya genelinde doğurduğu sonuçlardan birisi de, küreselleşme sürecinde karşılaşılan sorunların çözümü için geniş katılımlı bir istişare mekanizmasının kurulması oldu. Halihazırda dünya üretiminin %90’ını, dünyadaki toplam ticaretin de %80’ini gerçekleştiren, üzerinde dünya nüfusunun üçte ikisinin yaşadığı gelişmiş ve gelişmekte olan 20 ülke, 1999’da bir grup teşkil etti. Bu 20 ülkenin devlet ve hükümet başkanları, maliye bakanları ve merkez bankası başkanları periyodik olarak bir araya gelmeye başladılar. Toplantılarına Avrupa Birliği temsilcisi ile Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Dünya Bankası başkanlarının da katıldığı, adına G-20’ler denilen ve Bush yönetiminde geçen sekiz yıl boyunca sesi pek fazla duyulmayan gruba atfedilen önem, tüm dünyayı sarsan mevcut ekonomik krizle beraber oldukça arttı. Kasım 2008’de Washington’da toplanan ve küresel krizin küresel düzeyde bir katılımla aşılabilmesi yolunda önemli kararlar alan G-20’nin son zirvesi, 1-2 Nisan’da Londra’da gerçekleştirildi.
İstikrar, büyüme ve iş sloganıyla toplanan G-20 Zirvesi’nin en önemli ve somut kararı, 1,1 trilyon dolarlık finansal paket oldu. Paketin 750 milyar doları IMF tarafından kullandırılmak, 250 milyar doları küresel ticareti geliştirmek, kalan 100 milyar doları ise kalkınma bankalarınca dağıtılmak üzere ayrıldı. Güvenin, büyümenin, kaybedilen iş imkanlarının yeniden tesis edilmesine; gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkların azaltılmasına vurgu yapılan zirvenin sonuç bildirgesinde, kredi kanallarının yeniden açılması için finansal sistemin onarılması ve zehirli varlıklardan arındırılması öncelikli hedef olarak belirlendi.
Zirvede acil önlemlerin yanında küresel finansal sistemin revize edilmesine ilişkin kararlar da alındı. Bu amaçla, uluslararası finans ve kredi derecelendirme kuruluşlarının yeniden düzenlenmesi, IMF’nin kota ve yönetim sistemlerinin yeniden yapılandırılması ve küresel finansal istikrarı sağlamak için Finansal İstikrar Kurulu’nun kurulmasının gündeme alınmasında mutabık kalındı. Ayrıca finansal sistemin dışında hareket eden “hedge fonları”nın sistem içerisine çekilmesi, yeni uluslararası muhasebe standartlarının hazırlanması, finansal işlemler hakkında gerekli bilgileri sağlamayan vergi cenneti ülkelerdeki faaliyetlere denetim getirilmesi kararlaştırıldı. Son olarak, Dünya Ticaret Örgütü’nün faaliyetlerine vurgu yapılarak, krizden çıkış sürecinde ülkelerin, küresel entegrasyonu sekteye uğratacak şekilde, içe kapanmacı ve korumacı politikalara öncelik vermelerini engellemek için dış ticaretin teşvik edilmesi ve bu amaçla kullanılacak kredilerin arttırılması düşüncesi benimsendi.
Peki, bütün bunlar ne ifade ediyor? Alınan kararlar uygulanabilir mi? Yoksa düzenlenen bu zirve ve alınan kararlar, son krizle birlikte dünya nezdindeki meşruiyeti iyiden iyiye sarsılan küresel finansal ve ekonomik kurgunun aktörlerinin dünya kamuoyuna sundukları “Bakın dünyanın geneli için elbirliği ile bir şeyler yapmaya çalışıyoruz” imajından mı ibaret? Bu soruların cevabını elbette zaman gösterecek; ancak şurası aşikâr ki, küresel neoliberal düzen tarihindeki en büyük yıkımlardan biri ile karşı karşıya. Sistemin temel kurgusunu değiştirmeden, var olan küresel aktörlere ve kurumlara dokunmadan, dünyayı yıkıma sürükleyen mevcut finans sihirbazı yatırım kuruluşlarının ve bunların parlak çocuklarının canını acıtmadan, günü kurtarmanın ötesinde sonuçların elde edilmesi mümkün değil.
Bir örnek vermek gerekirse, G-20 Zirvesi’nde IMF’nin kullanması için ayrılan 750 milyar doların 250 milyarı yeni “Özel Çekme Hakları / Special Drawing Rights” yaratılması için ayrılıyor. Böylece IMF’ye üye ülkelerin rezervleri arttırılmış oluyor. Ancak var olan IMF kota sistemine göre bu miktarın 170 milyarı yine gelişmiş ülkelerde kalıyor. Gerçi sonuç bildirgesinde IMF yapısının değiştirilmesine dönük kararlar da bulunuyor, ancak IMF’nin şu anki bürokratik yapısıyla bunun nasıl başarılacağı tam bir muamma. Yine üzerine önemli görevler yüklenen IMF’nin getirilecek esnek kredi sistemiyle yeni dönemde bir anlamda dünyanın merkez bankası gibi davranmasına olanak sağlayacak değişiklikler planlanıyor. Ancak IMF, kredibilitesini dünya genelinde büyük ölçüde kaybetmiş bir kurum. Birçok ülke, halen IMF kredisi kullanmak yerine uluslararası finans piyasalarını ve kendi kaynaklarını tercih ediyor. Dolayısıyla IMF’yi yeniden canlandırmaya çalışmak ve küresel krizden çıkışın merkezine bu soğuk savaş kurumunu yerleştirmek oldukça tartışmalı. Unutulmamalı ki küresel finans sistemi, küresel finans kuruluşları ve finansal ürünler, IMF’nin ve bürokratlarının çok daha ilerisinde.
Zirveden çıkan sonuçlara ilişkin bir başka soru işareti ise düzenlemelerle alakalı. Sonuç bildirgesinde uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının düzenlenmesi öngörülüyor. Ama düzenlenmek istenilen ilişkiler ağı çok karmaşık bir yapı arz ediyor. Bir tarafta kredi derecelendirme kuruluşlarının müşterileri bulunuyor. Bunlar, matematiksel formülasyonları yüzlerce sayfa tutan finansal ürünleri yaratan ve Amerikan eğitim sisteminin MIT, Chicago, Harvard, Yale gibi en iyi üniversitelerinden mezun olmuş genç ve “parlak” insanlar. Bunları derecelendirmesi beklenen şirketlerin kadroları ise büyük ölçüde aynı eğitim sistemi içerisinde önceki grubun yakaladığı iş olanaklarına sahip olacak kapasiteye erişememiş kişiler. Bir başka deyişle derecelendirenler, derecelendirdikleri ürünleri anlayacak düzeyde değiller. Hal böyle olunca yeni kurulacak sistemde finansal yaratıcılığın nasıl denetleneceği önemli bir sorun olarak ortada duruyor.
Görünen o ki ABD ve diğer ülkeler, krizi var olan yapıyı bozmadan aşmayı planlıyor ve bu amaçla günü kurtarmaya çalışıyorlar. Ancak Dünya Bankası’nın eski başkan yardımcısı ve baş ekonomisti Joseph Stiglitz’in dediği gibi, bugünkü krizin köklerini 1990’larda izlenen “dünyanın finansal lideri olma politikaları”nda aramak gerekiyor. ABD ve birçok gelişmiş ülke, bir neslin en parlak insanlarını finansçı olarak eğitti. Gelinen noktada bu insanların kurgulamaları ile oluşmuş finansal düzenin ve kurumlarının varlığını sorgulamak hiçbir dünya devletinin harcı değil. Aslında dünyanın Vestfalya Barışı (1648), Viyana Kongresi (1815), Bretton Woods Anlaşmaları (1944) gibi, yeni bir düzen getirecek büyük bir uzlaşmaya ihtiyacı olduğu apaçık ortada. Ancak sorun şu ki, artık devlet aktörlerinin de üzerinde, onların hareketlerini de finanse eden büyük bir özel sektör yapısı var. Bu özel sektör yapısını değişime, elini taşın altına koymaya, sadece kâr etmek için değil dünyanın ve insanlığın faydası için de bir şeyler yapmaya ikna etmeden, sırf ulus-devlet temelinde gerçekleştirilmeye çalışılacak çözüm çabaları sonuçsuz kalmaya mahkum görünüyor.
Paylaş
Tavsiye Et