KURBAN Bayramı’na Saddam Hüseyin’in idam görüntüleriyle birlikte girdik. İdamın zamanlamasının ve idam görüntülerinin televizyon ekranlarında defalarca gösterilmesinin elbette her şeyden evvel Müslüman dünya için yıpratıcı bir psikolojik etkisi oldu. Bunun yanı sıra, Saddam’ın durumu yerel diktatörlerin iktidarlarının gelişim süreçleri ve sonlanışı açısından da ibret dolu dersleri haizdi. Saddam’ın idam ediliş zamanlaması, tarzı ve idamın kamuoyuna yansıtılış şekli de, yaşarken “süpergüçlere” sunduğu hizmetlere, “idam olunurken” de devam ettiğini gösterir nitelikteydi.
Saddam, iktidara geldiği andan itibaren gerek Irak’ta gerekse de bölgede ‘yıkım’, ‘ölüm’ ve ‘savaş’la özdeş hale geldi. Ülke içindeki Türkmen, Kürt, Arap, Şii ya da Sünni muhaliflerini, akrabalarına varıncaya kadar sürgüne gönderen, işkence yapan ve türlü biçimlerde ölümlere mahkum eden bir diktatördü. İran’la uzun süreli savaşı da başlatan kişiydi. Bu süreçte gerek cephede gerekse de cephe gerisinde sayısız savaş suçu işlemişti. Halepçe’de kimyasal silahlarla yaptığı katliamlar, kabarık suç dosyasından yalnızca bir örnektir.
Saddam’ın öncelikle İran’ın devrimci etkisini sınırlandırmaya yönelik savaşını sürdürme ve böylelikle Irak içindeki iktidarını sağlamlaştırma çabaları, elbette, bugün onu yargılayan ve idam eden güçler tarafından her türlü desteğe mazhar kılınmıştı. Ve gün geldi, Saddam’ın iktidarını borçlu olduğu efendileri “Artık sana ihtiyacımız kalmadı” dediler. Ardından da, Saddam’ın bölgedeki sınır tanımaz girişimlerini, bölgeye ve dünyaya yönelik yeni siyasetlerini uygulamak için bir ‘bahane’ olarak kullanma yoluna gittiler. Birinci ve İkinci Körfez savaşları ve asılsız olduğu Bush tarafından da itiraf edilen “Saddam’ın nükleer silahlara sahip olduğu” iddiası neticesinde ABD öncülüğündeki güçler tarafından Irak’a yönelik bir işgal hareketi gerçekleştirildi.
Saddam, bu süreçte Irak’ın yöneticisi olduğunu ve Irak’ta bir ‘halk’ın yaşadığını fark etti. Söylemlerinde bir değişim görülmeye başlandı. İslamcı söylemler kullanarak Irak halkını işgalcilere karşı ‘cihad’a çağırdı. Saddam’ın çağrıları ve tehditleri, çevredeki direnişle tezat teşkil edecek şekilde başkentin güle oynaya işgalci güçlerin eline geçmesinin ve kaçmak zorunda kalmasının da gösterdiği üzere, yalnızca sözde kaldı. Irak halkı ise işgalcilere karşı direnişi seçti. Fakat direnişin lideri olarak Saddam’ı görmedi.
Malum süreçler sonrasında Saddam yakalandı ve mahkeme önüne çıkarıldı. Kapsamlı ve hakkaniyetli bir yargılamanın olmayacağı çok açıktı. Çünkü Saddam’a yöneltilen suçlar, bizatihi onu mahkeme önüne çıkaran gerçek aktörlerin bilgisi ve katkısıyla gerçekleştirilmişti ve bu ilişkilerin açığa çıkması da bu süreçleri yönetenlerin isteyecekleri bir durum olmasa gerekti.
Peki, mesele, Saddam’ın suçlarının ayrıntılı bir dökümünün yapılması ve gerçeklerin ortaya çıkarılması değilse, Saddam’ın yargılanması ve tüm Müslüman dünyayı rahatsız edecek şekilde idam edilmesinde amaç ne olabilir? Saddam’ın bu şekilde yargılanması ve idamı, acaba işgalci güçlerin önümüzdeki dönemde Irak’ta ve bölgede gerçekleştirecekleri siyasetler için taktiksel bir adım olarak değerlendirilebilir mi? Zira Sadr’ın adamlarının infazda görev aldıkları ve Saddam’ın son sözlerinin “Amerika’ya ve İranlılara güvenmeyin!” olduğu şeklindeki haberlerin basında yer alması, Şiilere yönelik yaygın bir öfkenin ve nefretin oluşmasına hizmet etti. Bu bağlamda, ABD Başkanı Bush ve Dışişleri Bakanı Rice tarafından açıklanan yeni Irak politikaları doğrultusunda ABD bölgede daha fazla asker bulundurmayı tercih ediyor. Bu askerî güç yığma, önümüzdeki süreçte İran’a yönelik daha sıkı ve etkili bir abluka için kullanılabilir mi acaba?
Irak meselesinin, Kerkük’teki referandum süreci etrafındaki tartışmalardan hareketle, Türkiye için de yakın gelecekte önemli gelişmelere sebep olacağı açık. Bölgede Barzani’nin artan etkisi ve dolayısıyla da ona yönelen tepkiler ciddi sonuçlar doğuracak gibi gözüküyor. Önümüzdeki süreçte, bu bağlamda, Kürtlere yönelik milliyetçi tepkilerin artışından Türkiye’nin bölgeye yönelik askerî hareketlere girişmesine varıncaya kadar birçok gelişmenin meydana gelmesi, hiç de sürpriz olmayacak.
Soğuk Savaş Sonrası Belirsizlikler
Sona mı Eriyor?
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’nın 80. kuruluş yıldönümü dolayısıyla, Müsteşar Emre Taner’in yaptığı basın açıklaması ilgi çekici değerlendirmeler içeriyor. Medyada kısa süreli bir ilgiye mazhar olan açıklamalarda MİT Müsteşarı, her şeyden önce, “20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceği, önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanıldığı” tespitini yapıyor. Bunun en önemli sebebi olarak da “sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakârlıkla sahip çıkmaları”nı gösteriyor.
Emre Taner, özetle, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında, Soğuk Savaş koşullarına göre örgütlenmiş mekanizmaların yeni koşullara ayak uydurmakta yaşadıkları sıkıntıya dikkat çekiyor. Adına küreselleşme denilen sürecin yarattığı belirsizlikleri anlamakta ve bu gelişmelere cevap üretmede, yetersiz kalındığından söz ediyor. Yeni koşullar sağlıklı bir şekilde analiz edilmediği ve bu yeni koşullara uygun yöntemler ve araçlar geliştirilmek suretiyle etkin bir cevap üretilmediği sürece mevcut yapıların kendilerini sürdürmesinin zor olacağını, kendi deyimiyle, “gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye” başlayacağını vurguluyor. Bu bağlamda, Taner, Türkiye’nin sahip olduğu jeo-stratejik konum nedeniyle öneminin artacağını, fakat bu durumun da Türkiye’ye yeni aktif sorumluluklar ve görevler yüklediğini belirtiyor.
MİT Müsteşarı’nın açıklamalarından, 20 yıla yaklaşan bu süre zarfında Soğuk Savaş koşullarına göre örgütlenmiş kurumların, yeni koşulları yavaş yavaş kavramaya ve buna uygun çözümler de üretmeye başladıkları anlaşılıyor. Hem Türkiye, hem de dünya geneli için yapılabilecek bir tespit bu. Bu durum, yakın geleceğin gerek ülke, gerek bölge ve gerekse de tüm dünya için hayli hızlı ve zorlu geçeceği anlamına da geliyor. 1945 sonrasında kurulan oyunun 1980’lerin sonu itibariyle sona erdirilmesiyle başlayan belirsizliklerin yavaş yavaş ortadan kaybolacağı ve adına ‘sistem’ denilen o gizli elin “nasıl bir dünya tahayyül ettiği” sorusunun cevaplarının yavaş yavaş alınacağı bir süreç bizleri bekliyor.
Biz Kimiz Be Usta!
Hiç kimse bir başkasının düşüncelerini benimsemek zorunda değil. Yine hiç kimse, düşüncelerinden dolayı bir başkasını öldürme hakkına sahip değil. Fakat kendisinde bu hakkı gören birileri çıktı ve Hrant Dink’i öldürdü. Dink bir Ermeni’ydi, fakat kendisini “bu toprakların çocuğu” olarak tanımlıyordu. Bu toprakları nasıl tanımladığı ayrıca tartışılması gereken bir husustur elbette. Ancak bu tanımlama en azından, tartışma açmak için ortak bir başlangıç noktası olarak değerlendirilebilirdi.
“Hepimiz Türk’üz” demek ne denli anlamlı ve doğruysa, “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı da ancak o kadar anlamlı olabilir. Bugün ‘bu’, yarın ‘şu’ olmak aslında “bir hiç” olduğumuzu ilan etmektir. Bir problemin çözümü, başka bir problem ve ucuz sloganlar olmasa gerektir. Türkiye, üzerinde ortak bir bilince, ortak bir kimliğe ve ortak çıkarlara sahip bir topluluğun yaşadığı bir coğrafya olmaktan çıkalı uzunca bir zaman oluyor. Doğru ya da yanlış, eksik ya da fazla böylesi bir ortaklık bu topraklarda mevcuttu. İnsanlar ortak değerler etrafında birbirleriyle konuşup anlaşabiliyorlardı. Bugün itibariyle ise, bu ortaklık sağlıklı bir tartışma yapılmaksızın, daha da kötüsü hiç tartışılmaksızın ve farkında olunmaksızın bozuldu. Yerine de yenisi konulmadı. Fakat yine de Türkiye’de, varsayılan ve kurgulanan kimlikler adına türlü türlü eylemlerin ve icraatların gerçekleştiği bir süreç yaşanıyor. Sözünü ettiğimiz yalnızca bu kimlikler adına birilerini öldürme hakkını kendilerinde bulan gizli oluşumlarla sınırlı değil. Bürokratik kurumlarımızın da, üniversitelerimizin de, aydınlarımızın da aynı yanılgıyı sürdürmekte ısrarlı oldukları bir gerçek. Hiç kimse, “bu ülke için”, karşısındakileri anlamak ve ortaklaşmak niyeti taşımıyor. Herkesin kendi tezini diğerine dayattığı bir ortamda sağlıklı bir tartışma yapmak mümkün müdür?
Türkiye, her geçen gün, değişik vesilelerle kendisine hatırlatılan ve yapması gerekli olan tartışmalardan ısrarla kaçınıyor. Belli alanlarda göstergeleri iyi olmakla birlikte, kimsenin ülkenin nereye ve nasıl gittiği konusunda bir fikri yok. Korkularla ya da Polyannacılıkla ülkenin geleceğine yön verilemeyeceği de açık olsa gerek. O nedenle, Hrant Dink cinayeti etrafında gerçekleştirilen tartışmaları, milliyetçi kesimlerin suçlanmasıyla sınırlamamak lazım. Belki de suçlama yapmanın ötesine geçmek ve son derece zorlu ve uzun bir süreç olacağı açık olan bu anlama ve tartışma sürecini başlatmak lazımdır. Aksi takdirde, Trabzon’daki ya da başka bir yerdeki oluşumları açığa çıkarmakla sınırlı kalacaktır her şey. Eğer, bu ülkenin sorunlarının nereden kaynaklandığı sağlıklı bir tartışma neticesinde tespit edilemez ise, açığa çıkarılan bu oluşumlar, yalnızca gelecekteki daha büyük oluşumlar için yeni kahramanlar ve yeni tecrübeler yaratmaktan ibaret kalacaktır!
Paylaş
Tavsiye Et