“HER işin başı eğitim”, “Eğitim şart” gibi sloganlar artık mizah konusu olsa da, her meslek gibi gazetecilik için de aslında iyi, kapsamlı, derin ve çok boyutlu bir eğitim, kadroların düzeyi açısından elzem. “Türk medyasında güçlü meslek bilgisi neden yok?” sorusuna yanıt ararken, meslek bilgisinin herhalde en az iki alanda edinildiğini hatırlamamız gerekir: Birincisi, gazeteci yetiştirmekle yükümlü olan iletişim fakültelerinde verilen eğitim; ikincisi de genç gazetecilerin iş başında yani mesleğe girdikten sonra kıdemli gazetecilerden edindikleri somut/pratik bilgiler.
Meslekî Eğitim
İletişim fakültelerinde biri akademik yapıyla diğeri eğitim düzeyi ve kalitesiyle ilgili olmak üzere iki temel sorun var. Öncelikle, gazeteciliğin dört yıl süren lisans düzeyinde öğretilecek bir meslek olmadığını belirtmek gerekiyor. Çünkü gazetecilik, nihayetinde bir dizi ham bilginin işlenip haber, yorum, makale vs. haline getirildiği bir çevirmenlik uğraşıdır. Dolayısıyla bir konuda yeterli hatta derinlemesine bir bilgiye sahip olunmaması, doğru dürüst çeviri yapılamaması sorununu doğurur.
İşte bu nedenle son yıllarda önce İskandinav ülkelerinde, sonra ABD’de ve nihayet AB’de gazetecilik lisans düzeyinden çıkartılıyor. Gazeteci olabilmek için adaydan önce hukuk, iktisat, tarih, coğrafya, sosyoloji, antropoloji, edebiyat gibi alanlardan bir sosyal bilim lisansı talep ediliyor. Daha sonra ya lisansüstü düzeyde ya da meslek okullarında gazetecilik tekniklerinin eğitimi veriliyor. Böylelikle gazeteci adayı, en az bir alanda lisans düzeyinde bilgi sahibi, ayrıca gazetecilik tekniklerini bilen bir kişi olarak mesleğe atılıyor.
Türkiye’de ise özel ve devlet üniversitelerindeki iletişim fakültelerinin ve meslek yüksek okullarının çoğunda, iyi gazeteci yetiştirebilmek için gereken altyapının yeterli olmadığını ve eğitmen/akademisyen kadrosunun gerek akademik gerekse meslekî kalite düzeyinin yetersiz olduğunu öğrenciler de, fakülte yöneticileri de, mütevazı hocaların çoğu da kabul ediyor. Dolayısıyla, eğitmen ve akademisyenlerin büyük bir çoğunluğunun somut meslekî deneyimlerinin olmaması öğrencilerin gerçek hayattaki meslekî bilgilerden mahrum kalmasına yol açıyor. Meslek alanından gelen ve öğretim görevlisi sıfatıyla derslere giren gazeteciler ise sıklıkla, sınıflara somut hazırlık yapıp gelmek yerine, maziyi yâd eden anılarla süreyi dolduruyorlar. Dil bilen, iddialı, hırslı yeni kuşak genç gazeteci adayı mesleğe başladığı zaman da, kıdemli gazeteci abla/ağabeylerince yerine göz dikmiş biri olarak algılanıyor ve bir Babıâli numarasına muhatap kalıp destek yerine genellikle engel görüyor.
Pratiğe baktığımızda ise “güçlü meslek bilgisi” bugünkü medya ortamında aslında pek de gerekli görülmüyor. İktidar odağındaki kişilerden telefon ya da mail aracılığıyla alınan açıklama ya da belgeler, herhangi bir denetim süzgecinden geçirilmeden, farklı bakış açıları -özellikle de karşı görüş- ve arka plan bilgisi eklenmeden olduğu gibi haber kılığında sunuluyor. Dolayısıyla bugün Türkiye’deki egemen medya manzarasında makbul olan, meslek bilgisi derin ve zengin olan gazeteci değil, siyasi, iktisadi, ideolojik ya da askerî iktidar odağındaki kişilerle iyi ilişkileri bulunan ve o ortamların görüşlerini allayıp pullayarak aktaran gazeteciler. Meslek bilgisi güçlü gazeteci ise yazı işlerinde sorun çıkaran olarak algılanıyor.
Kamu Çıkarı Ne Kadar Gözetiliyor?
Günümüzde, çeşitli sınai, ticari ve ekonomik alanlarda faaliyetlerde bulunan holdinglerin bir alt kolu olarak işleyen medya şirketleri, yapıları gereği, haberciliğin en temel unsuru olan kamu çıkarını savunmaya teşne değil. Çünkü holding sahiplerinin, medya organlarını kendi holdinglerini hem siyasi-iktisadi iktidara hem de tüketicilere karşı daha iyi korumak ve güçlendirmek amacıyla kurduğu bir yapıda medya grubu, holdingin iç işleyişinde kaptan köşkünde değil, en fazla iskele ya da sancakta çığırtkanlık yapan miço konumunda. Somut örnek vermek gerekirse, bir bankası, bir cep telefonu şirketi ve bir inşaat şirketi olan holdingin bünyesinde yer alan medya grubu, yayın politikasını banka, cep telefonu ve inşaat şirketlerinin çıkarları doğrultusunda belirlemek zorundadır. Mesela, baz istasyonları kamu sağlığına zararlı bile olsa, bu holdingin gazetesinde ya da televizyonunda bu bilgi ya hiç verilmez ya da tahrif edilerek verilir; ille verilecekse de çok küçük bir haberle aktarılır. Ya da kamu çıkarı, çevreye saygılı, sağlığa uygun inşaatları ve bunlara uygun bir inşaat yönetmeliğini talep etmesine rağmen inşaat şirketi en ucuz malzeme ile ürettiği en düşük kaliteli binayı en pahalıya satmanın derdinde olduğundan, maliyeti artırıcı yönetmelik ve uygulamalar grubun medya organlarında pas geçilir; buna karşılık binaların ne kadar şık, kaliteli ve ucuz olduğu, çoğu zaman reklam bazen de haber görünümlü reklam şeklinde okura iletilir. Medya organları, holding bünyesindeki şirketlerin politikaları üzerinde herhangi bir söz ya da yetkiye sahip değilken bu şirketler grubun medyasının yayın politikasını belirler. Dolayısıyla gazetecilik dışında çeşitli sınai, ticari, ekonomik çıkarları olan holdinglerin medya kuruluşları çoğu zaman bu çıkarlarla çatışan kamu çıkarını savunamazlar. Kamu çıkarı ile özel çıkarın kesiştiği ise çok nadir görülür.
Bu nedenle, ancak ve ancak gerçekten kamu mülkiyetindeki bir medya organı kamu çıkarını savunabilir. Örneğin, bizde TRT’nin habercilik dışında bir misyonu ve faaliyeti olmadığı gibi, bütçesini reklam gelirinin yanı sıra yurttaşların vergisi ve harç pulları ile oluşturduğu için teorik olarak haberlerinde kamu çıkarını savunmamak için herhangi bir engelle karşı karşıya değildir. Ne var ki, TRT’de özerklik berhava edildiğinden bu yana, ayrıca Türkiye’de devlet=kamu şeklindeki yanlış anlayış nedeniyle, TRT’nin uzun yıllardır gerçek anlamda kamu yayıncılığı yapamadığını, daha çok hükümet yanlısı bir yayın kurumu haline geldiğini saptamak gerekir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, geçmişte pek rastlanmayan bir uygulama ile TRT içinde bazı farklı ses ve isimlere de yer verilmesi kuşkusuz olumlu bir gelişme olsa da bu, TRT’nin esas olarak hükümet yanlısı bir medya grubu olmasını ne yazık ki engellemiyor. Çünkü kamu çıkarı ile hükümet çıkarı kimi zaman çakışsa da çoğu ortam ve vakada pekâlâ çatışıyor.
Yayınların Değeri
Türk egemen medyası haliyle, hem işlevi hem de doğası gereği egemen değerlerin esas olarak yaygınlaştırıcısı, tali olarak da üreticisi olarak faaliyet yürütüyor. Egemen medya organlarının haber ve yorumlarında -tabii ki söyleşi, karikatür ve fotoğraflarında da- yaygınlaştırıp güçlendirmeye ve meşrulaştırmaya çalıştığı değerler, Türk egemenlerinin değerleridir. Aslında bu teorik saptamanın hemen ardından mevcut duruma baktığımızda, medya manzaramızda kaçınılmaz olarak iki farklı değer zincirine rastlıyoruz: Bir kanatta eskiden beri süregelen ve bugün de devam eden ağırlıkla militarist, milliyetçi, devletçi, özel sektörcü, sermaye yanlısı, erkek egemen, magazinci ve zaman zaman porno düzeyine ulaşan müstehcen değerler haberlere damgasını vuruyorken; diğer tarafta ise AKP’nin iktidara gelişinden bu yana siyasi iktidar yanlısı medya organlarında, militarizm, milliyetçilik, devletçilik ve belki de magazin, özellikle de müstehcenlik gibi değerlerin güç kaybettiğini, buna karşılık dinsel değerlerin ve bazen cemaat vurgusunun öne çıktığını görüyoruz.
Teknik olarak baktığımızda ise tüm alanlarda dayanışmanın yerini rekabet aldığı için habercilikte de haberin içeriği, kalitesi, derinliği, perspektifi gibi temel boyutlardan ziyade sözüm ona yeniliği, ilginçliği, çarpıcılığı ön plana çıkarılmak isteniyor. Ayrıca son yıllarda sadece Türkiye’de değil bütün dünyada solculuğun ve muhalifliğin gerilemesi nedeniyle, haber üretiminde sağcılık, muhafazakârlık ve iktidar yanlılığı önemli değerler haline geldi. Sonuç olarak, meslekî bilginin pabucunun dama atıldığı, kamu çıkarının es geçildiği, muhafazakâr ve statükocu değerlerin yanı sıra neoliberal -hızlı, yüzeysel ve içi boş ama paracı- eğilimlerin ağır bastığı bir değişim sürecinden habercilik de, söz konusu sürecin hem yansıdığı bir alan hem de bir yansıtıcısı olarak, geri kalmıyor.
Paylaş
Tavsiye Et