Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Murat Menteş: “Aşk söz konusu olduğunda ulus-devlet zayıftır”
Konuşan: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
Dublörün Dilemması’nda yakaladığınız “Her hayat bir isimde saklıdır” anlayışı, Korkma Ben Varım’da da devam ediyor. Koyduğunuz isimler sanki yazarı, kahramanını tasvir etmekten kurtarmak için gibi… Mesela Kader Güler, İsmail İnşallah ile evleniyor ve şah iken şahbaz oldu hesabı Kader Güler İnşallah’a dönüşüp isminde bir şarkının sözlerini taşır hale geliyor (Erkin Koray, Fesuphanallah). Bu post-modern edebiyatın cilvesi midir yoksa ismiyle müsemma anlayışının çağdaş versiyonu mu?
Anne-babanın evladına karşı öncelikli sorumluluğu, ona iyi bir isim vermektir. Ahirette de dünyadaki isimlerimizle çağrılacağız. Tarihte bazı kültürlerde insanlara karakterlerini açığa vuracak bir iş ortaya koyduklarında isim verilirdi; Dede Korkut’ta geçen Boğaçhan hikayesinde anlatıldığı gibi. Günümüzde de bazı düşünürler, bir kimsenin adını kendisinin seçmesi gerektiğini söylüyorlar. Ayrıca, psikanalistler, insanın ismiyle hayatı arasında bir paralellik olduğunu savunurlar. Mesela Vural Savaş’ı düşünün: Demokrasinin bile militanca olanından yana; vurmak, almak, savaşmak gibi agresif çağrışımlar içeren bir ismi olduğundandır belki. Barış Manço herkesle barışıktı. Atıl Yüksel mesleğinde en iyilerdendir; adeta atılım göstermiş ve yükselmiştir. İsmiyle müsemma olmamak zordur belki de. Roman kahramanlarına gelince, hemen hepsinin isimleri cisimlerinden daha belirgindir. Ben de “adıyla yaşasın” diye en uygun adı vermeye gayret ediyorum kahramanlarıma. Post-modern edebiyatın bir cilvesi gibi düşünmedim bu konuyu.
 
Romanınız şarkılara, filmlere, Çin atasözlerine yaslanıyor. Bir hikmeti aramak üzere değil, ironiyi peşi sıra sürükleyen bir yaslanma bu. Kendinizi de içine katarak söyleyecek olursanız Dosto’nun hayatı ile çağdaş post-modern yazarın hayata bakışında, insanı kavrayışında ne değişmiştir?
Romanlarım esasen edebî anlatıma ve hikayenin akışında ortaya çıkan sürprizlere yaslanıyor. Şarkılar ve filmlerden bahsediyorum evet, ama bunlar romanlarımın temelini teşkil etmiyor. Her adımda hikmete temas etmeye çalıştığımı da bütün saygımla belirtmek isterim. İroni ile hikmetin birbirini sertçe dışlayan kategoriler olduğunu da düşünmüyorum. Dostoyevski’nin hayata bakışıyla bugünkü hayata bakış arasında fark olması normaldir. Dostoyevski 1881’de öldü. Yani mesela hiç televizyon seyretmedi. Dostoyevski’den sonra dünyanın kendisi de algılanışı da insanın konumu da çok ama çok değişti. İfadenin formülleri, biçimleri, nitelikleri cidden çok değişti. Yani Dostoyevski bugün yazsa, Dostoyevski gibi yazmazdı bence. Ben çağdaş bir yazarım evet, fakat post-modernist bir edebiyatçı değilim. Romanlarımdaki alıntıların, farklı biçimlere yer verişimin anlamsal bir gerilemeyi kabul ediş gibi görünmesine izin vermiyorum. Sizin “post-modern” tanımınız farklı olabilir, sadece “modern sonrası” edebiyatı kastediyor olabilirsiniz. Fakat her halükarda ben manayı göz ardı etmeden yazdığımı belirtmeliyim.
 
Görsel zekayı devrede tutmak istiyorsunuz. Kitaba efekt olarak eşlik eden Ersin Karabulut’un desenleri sizin muhayyilenizle tam bir uyum içinde mi? Çizgi mi önceliklidir, kelimeler mi?
Ersin Karabulut’un çizgileri öyle harika ki, benim hayalimi her defasında aşıyor. Çizgi ile kelimelerin ahbap olduğunu düşünüyorum. Dikkat ettiyseniz, çizgiyle anlatılan bölümde romanın asıl kahramanlarının hiçbiri görünmüyor. Yani romanın ana caddesinde kelimelerin hâkimiyeti var. Ve tabii ki kelimeler ile çizgileri karşı karşıya getireceksek, kimin kelimeleri ve kimin çizgileri olduğuna bakmak gerekir.
 
“İntikam; sosyolojinin, mantığın, hukukun kısacası medeniyetin sınırlarını ‘insanlık namına’ ihlal etmektir. İntikamcı, bir kabadayıdan kesin çizgilerle ayrılır. Bir olgunluk imtihanıdır intikam. Haysiyetimizin kesinlik kazanmasıdır. Kindarlıkla değil salihlikle; sapkınlıkla değil itidalle; toylukla değil kemalle alakalı bir olgudur. Savunmasızlığın, biçareliğin ve kısırlığın püskürtülmesidir. Kalbin, ruhun ve vicdanın havzasında meşruiyet tortusudur. Hakikatin muazzam cilvesidir. Merhametin mevcudiyetinin, nüfuzunun ve itibarının sağlanmasıdır. Aşkla bilgelikle sanatla çelişmez.” Yaşasın intikam mı diyorsunuz böylelikle?
İntikam, sertçe de olsa ödeşmenin bir yoludur. İntikamsız bir dünya hakikaten yaşanmaz olur bence. Eski bir roman vardır, adı En Güzel Şey Ödeşmek. Hakan Albayrak da “En sevdiğim Fransızca kelime rövanş” diyordu. Zulme uğratıldıktan sonra intikam almak Kur’an’da da övülmüştür.
 
“1970’ler… 20. yüzyılın en güzel yılları. Henüz tam uygarlaşmamışız. Değirmenlerle savaşa yenilmemişiz. Yedi kat yalnızlığa gömülmemişiz. O zamanlar aşklar bir ömür sürerdi. En büyük hazine kalbimizdeydi. Fakir ama onurluyduk… 1970’lerde Allah bizimleydi. Seyrettiğimiz filmlerdeki yetim çocukların, yoksul kızların, bahtsız annelerin, mazlum delikanlıların, yorgun babaların hallerine hüngür hüngür ağlardık. Haysiyet, namus, vicdan gibi kelimeler tedavülden kalkmamıştı. Komşuluk ölmemişti. Komşular sağdı. Zayıftık fakat güçsüz değildik… Stres yoktu. Nostalji yoktu. Depresyon yoktu. Alın teri mukaddesti.” Bu satırları 1980’lerde, 90’larda doğmuş biri ile ilk gençlik yıllarını 70’lerde yaşamış biri nasıl okur/okuyor?
1970’leri tam olarak neden sevdiğimi ben de bilmiyorum. Çünkü 70’leri hatırlamıyorum bile. Fakat teknolojik denetimin, katı bireyselliğin, bencilliğin, iletişimsizliğin, azılı rekabetin, kronik stresin, majör depresyonun öncesinde insanlar başka bir hayat yaşıyorlardı. 1970’lerde İstanbul’un en kalabalık muhitlerinde insanlar her akşam birbirlerine misafirliğe gidiyorlardı. Türk sinemasının da Amerikan sinemasının da en güzel filmleri o dönemde çekildi. Genç arkadaşlar bunları algılamakta sanırım zorluk çekiyorlardır. Ben de 1950’lerin o resmî güleçliğini anlayamıyorum. Küreselleşme karşıtlarının meşhur bir sloganı var: “Başka bir dünya mümkün.” Başka bir dünya vardı zaten.
 
Aşkın, bir ideoloji haline gelmesinde sizinle hemfikiriz. Siz ideolojiyi devletin bir parçası haline getirmişsiniz AŞKART ile… Bir nevi “n’olacak bu memleketin hali”nden “n’olacak bu aşk sıkıntısı”na geçilmiş gibi. Sonunda aşk devletin güvencesine emanet ediliyor. Ulus-devletin gücünün zayıfladığı bir çağda aşkı devlet güvencesine emanet etmek ne anlama geliyor?
Korkma Ben Varım’da hükümet iyi niyetli bir şekilde Gönül İşleri Bakanlığı ihdas ediyor. Fakat bu iş tutmuyor. Devlet, aşkı tanımlama, onaylama, destekleme konularında yetersiz kalıyor. Aşk söz konusu olduğunda ulus-devlet de imparatorluk da zaten zayıftır. Ben de bunu anlatıyorum zaten. Devletin gücü ya da bekası ile aşkın yüceliği ya da sonsuzluğu gibi şeyleri birbiriyle kıyaslamıyorum.

 


Paylaş Tavsiye Et