Konuşan: Ali ASLAN
Son yıllarda yargı kurumu etrafında yaşanan “siyasi” krizler, Türkiye’de vesayetçi rejimin direnç noktasının ordudan yargıya kaydığı yorumlarını gündeme getirdi. Yapılan tartışmalarda ortaya çıkan, yargının bir yandan siyaset kurumunun alanını daraltan, diğer yandan kendi içinde sistemin çıkarlarına ve felsefesine aykırı davranan kişi ve kurumlara karşı yaptığı müdahalelerle rejimi kollama ve koruma görevini devraldığı yönünde. Öte yandan son dönemde gerek içeride iktidar ilişkilerinde yaşanan gelişmeler gerekse uluslararası toplumun demokratikleşme baskıları, Türkiye’de yargıyı da kapsayan bir yeniden yapılanmayı zorluyor. Günümüzde akademik ve siyasi gündem, sistemin yeniden yapılanmasının nasıl ve ne şekilde gerçekleştirileceği noktasında düğümlenmiş durumda. Bu bağlamda, yargı reformu ve sivil anayasa gibi öne çıkan meseleler başta olmak üzere Türkiye’de yargı kurumunun gelişimi, sorunları ve bu sorunlara ne tür çözümler üretilmesi gerektiği gibi konuları Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Serap Yazıcı ile konuştuk. 1995’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı’ndan doktora derecesi alan Yazıcı’nın, anayasa hukuku, demokratikleşme, askerî müdahaleler gibi konularda çalışmaları bulunuyor.
Cumhuriyet anayasalarından hangisinin daha özgürlükçü olduğunu düşünüyorsunuz? Bu anayasalar, yargıya nasıl bir rol yüklüyor?
Cumhuriyet anayasalarını özgürlükler yönünden karşılaştırdığımızda, bunlar arasında en özgürlükçü olanı 1961 Anayasası. Böyle olmakla birlikte, 1961 Anayasası da çoğulcu bir demokrasinin icaplarına uygun bir siyasal düzen yaratamadı. 1924 Anayasası, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının ihtiyaçları dikkate alınarak hazırlandı. Bu Anayasa’da geniş bir özgürlükler listesi yer almadı; sadece klasik özgürlüklere yer verildi. 1924 Anayasası, içerdiği özgürlüklerin sadece isminden söz ederek, bunları düzenleme yetkisini kanun koyucuya tanıdı. Böylece kanun koyucu, diğer bir deyişle parlamentoya hâkim olan siyasal çoğunluk, özgürlüklerin alanını belirlemekte mutlak ve sınırsız bir yetkiyle donatıldı. Bu bakımdan Anayasa’nın tümü dikkate alındığında, 1924 Anayasası Rousseau’cu düşünceden mülhem olan çoğunlukçu demokrasi anlayışına sahipti. Bu anlayış, meclis çoğunluğuna sınırsız yetkiler sunduğundan, günün birinde çoğunluğun istibdadına dönüşmesi kaçınılmazdı.
1961 Anayasası, 1924 Anayasası’nın çoğunlukçu demokrasi anlayışına tepki mantığıyla hazırlandı. Bu nedenle çoğulcu demokrasiyi inşa etmek amacıyla parlamentoya hâkim olan siyasal çoğunluğun yetkilerini sınırlayan mekanizmalara yer verdi. Bunlar hukuk devleti ilkesinden kaynaklanan mekanizmalardı. Anayasa Mahkemesi de esas itibarıyla, çoğulcu demokrasinin ve hukuk devletinin teminatı olarak ilk kez 1961 Anayasası’yla kuruldu.
1961 Anayasası esas itibarıyla özgürlükçü bir anayasaydı. Bu Anayasa’da klasik haklar yanında, geniş bir sosyal haklar listesi de yer aldı. Öte yandan Anayasa, tüm hak ve özgürlükleri geniş ve ayrıntılı olarak düzenlemek suretiyle, kanun koyucunun bu hak ve özgürlükleri, dilediği gibi sınırlamasını engelledi. Ne var ki, 1961 Anayasası’nın yürürlüğü döneminde, bu Anayasa’nın hedeflediği gibi özgürlükçü bir hukuk düzeni yaratılamadı. Bunu engelleyen en önemli faktör, Anayasa Mahkemesi’nin içtihatları oldu. Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası döneminde kabul edilen ve özünde Anayasa’ya aykırı olan çeşitli kanunları iptal etmek yerine, bu kanunların Anayasa’ya uygun olduğu yolunda kararlar verdi. Böylece, Anayasa koyucunun hedeflediği gibi, özgürlükçü bir hukuk düzeni oluşamadı. 1961 Anayasası 12 Mart muhtırasının yayınlanmasından sonra, 1971 ve 1973’te önemli değişiklikler geçirdi. Bu değişiklikler anayasal özgürlüklerin alanını büyük ölçüde sınırladı.
1982 Anayasası’na gelecek olursak.
1982 Anayasası’nın dayandığı felsefe yasakçılık, otoritarizm ve vesayetçilik gibi birkaç kavramla özetlenebilir. Bu şaşırtıcı bir tablo değil. Çünkü 12 Eylül müdahalesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi, müdahalenin hemen ardından Türkiye için yeni bir anayasanın kaçınılmaz olduğunu vurgularken, bu yeni anayasanın 1961 Anayasası gibi özgürlükçü bir zihniyete dayanmaması gerektiğini de vurguladı. Müdahale liderlerine göre, Türkiye’yi 1970’lerin ikinci yarısında terör ve şiddet olaylarıyla karşı karşıya bırakan en önemli faktör, 1961 Anayasası’nın içerdiği geniş özgürlüklerdi. Bu nedenle Türkiye’nin bir kez daha terör ve şiddet olaylarıyla karşı karşıya kalmaması, siyasal sürecin bir kez daha askerî bir müdahale yoluyla kesintiye uğramaması için özgürlük alanlarını sınırlayan yeni bir anayasaya ihtiyaç vardı. İşte 1982 Anayasası bu bakış açısının eseri olarak hazırlandı. Bu Anayasa, sadece özgürlükleri aşırı ölçüde sınırlamakla yetinmedi, seçilmiş organlara duyulan güvensizlik nedeniyle, bu organları denetleyecek güçlü vesayet mekanizmaları da yarattı. 1982 Anayasası sisteminde, Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesi, seçilmiş organları denetleyecek vesayet organları olarak tasarlandı. Aslında, genel olarak yargı organının demokratik değerlerin ve özgürlüklerin teminatı olarak değil, seçilmiş organlar üzerinde devletin kuruluş felsefesi ve resmî ideolojisi yönünde vesayet denetimi yapma geleneği 1961 Anayasası’yla başlamıştı; 1982 Anayasası bu geleneği kurumsallaştıran koşulları yarattı. Böylece 1982 Anayasası’yla gerçek bir vesayet yönetimi kuruldu. Bu nedenle Anayasa’nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana özgürlük alanlarını genişletmeye yönelik olarak yapılan anayasal ve yasal reformlar, kendilerinden beklenen sonucu yaratamadı. Gerçekten Türkiye, özellikle son on yıl içinde demokratikleşme ve sivilleşme yönünde yaptığı reformlara rağmen, demokratik bir anayasa düzenine kavuşamadı.
“Hukukun üstünlüğü” ve “yargının bağımsızlığı” ifadelerini sıkça duyuyoruz. Mevcut uygulamalara baktığımızda yargı organları ne ölçüde bu ilkelere göre hareket ediyor? Yargı kurumları neden belli dönemlerde -mesela 367 kararında olduğu gibi- açık bir şekilde yanlı ve çelişkili kararlar alıyor?
Bunu Türkiye’de hukuk devleti kavramının yanlış bir biçimde anlaşılmasıyla açıklamak mümkün. Hukuk devleti, devletin hukuka uygun davranmakla yükümlü olduğu bir sistemi ifade eder. Bu yükümlülük devletin tüm organ ve makamları açısından eşit derecede bağlayıcıdır. Yasama, yürütme ve yargı organlarıyla tüm idari makamlar, eylem ve işlemlerinde hukuka uygun davranmakla yükümlüdür. Ne var ki Türkiye’de hukuk devleti ilkesi, sadece yasama ve yürütmeyi sınırlayan bir kural olarak algılanıyor; yargının diğer devlet organları gibi hukukun sınırları içinde hareket etme yükümlülüğünde olduğu göz ardı ediliyor. Böylece, meşhur 367 kararında olduğu gibi, Anayasa’nın ve kanunların içerdiği hükümlerle açıklanması mümkün olmayan çeşitli yargı kararları ortaya çıkıyor. Öte yandan hukuk devletinin önemli bir unsuru olan yargının bağımsızlığı kavramı da evrensel anlamından koparılarak, yargının Anayasa’nın da üzerinde bir güç olduğu gibi yorumlanıyor. Oysa yargının bağımsızlığı, yargı gücünün yasama ve yürütme organlarından, hatta yargının kendi içinden gelmesi muhtemel müdahalelere karşı korunması gerektiğine işaret eder. Türkiye’nin siyasi koşullarında yargıya izafe edilen vesayet rolü, bu organın hukukun sınırları içinde hareket etme zorunluluğunu önemli ölçüde aşındırdı. Bu nedenle Türkiye’de hukuk devletinin evrensel anlamına uygun bir anayasa reformu kadar, aynı yönde köklü bir zihniyet değişikliğine de ihtiyaç var.
Türkiye’de yargının temel yapısal-kurumsal meseleleri nelerdir? Yargı reformu tartışmaları kapsamında bu meseleler nasıl aşılabilir?
Türkiye’de yargı fonksiyonunun icrasında ortaya çıkan en önemli problem, bu organa 1961 Anayasası’ndan bu yana izafe edilen vesayetçi roldür. Bunun aşılabilmesi için sadece anayasal reformlar yeterli değil. Hukuk fakültelerindeki eğitimi, hâkim ve savcıların tayin ve terfilerinde uygulanan esasları da içine alan köklü değişikliklere ihtiyaç var. Bu bağlamda Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı “Yargı Reformu Stratejisi” projesi, Türkiye’de yargı fonksiyonunu demokratik hukuk devletinin icaplarına uygun kılacak hedeflere yer veriyor; Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yeniden yapılandırılması, askerî yargının yetki alanının sınırlandırılması gibi. Böyle olmakla birlikte projede eleştiriye açık hususlar da mevcut. Örneğin proje, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin iki dereceli bir yargılama yapması şeklinde bir hedeften söz ediyor. Oysa Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin ilgası ve bu mahkemenin yetki alanındaki davaların Danıştay’a aktarılması gerekir.
Yargı mensuplarının zihniyeti de gündemdeki bir başka konu. Bir sivil anayasa yapılsa bile, kanunları yorumlayacak mevcut yargı mensuplarının zihniyetinin alınan kararları etkilemesi söz konusu olabilir mi? Bu problemin önlenmesi için neler yapılabilir?
Daha önce de işaret ettiğim gibi, Türkiye’de yargı kararlarının hukukun üstünlüğü kuralına dayanabilmesi için sadece yargı organına ilişkin anayasal reformlar yeterli değil. Hukuk fakültelerinin eğitim programları, hâkim ve savcıların göreve başlamadan önce geçirdikleri staj dönemi ve hatta vatandaşların hukuka uygun davranma kültürlerinin geliştirilmesi gibi kısa, orta ve uzun vadede gerçekleşmesi mümkün pek çok reforma ihtiyaç var.
HSYK’nın geçtiğimiz günlerde aldığı son karar, “sivil anayasa” tartışmalarını tekrar gündemin merkezine oturttu. Neden bir türlü sivil anayasa yapılamıyor?
Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana, akademik ve siyasi çevrelerde kabul gören bir düşünce olduğu halde, bu düşüncenin bir türlü uygulamaya konmaması gerçekten üzüntü verici. Aslında 22 Temmuz genel seçimlerinin ardından Türkiye’nin tümüyle yeni bir anayasaya sahip olacağı yolunda güçlü bir inanç ortaya çıkmıştı. Toplumun geniş bir kesimi bu yönde bir beklentiye sahip olduğu halde, özellikle statükocu çevrelerden yükselen duygusal tepkiler, bu ihtimalin gerçekleşmesini engelledi. Buna rağmen bu yöndeki tartışmalar sona ermedi. Hatta her geçen gün, asker-sivil ilişkileri, yargının vesayet denetimi gibi problemler bağlamında, çarenin yeni anayasa olduğu vurgusu daha da sık tekrarlanır oldu. Gerçekten bugün geldiğimiz noktadan geçmişe doğru baktığımızda, özellikle 11. Cumhurbaşkanı’nın seçimi sürecinden itibaren yaşadığımız 367 kararı, parti kapatma kararları, HSYK krizi, askerî yargının yetki alanının ne olması gerektiği gibi tartışmalar, çarenin yeni bir anayasa olduğunu gösteriyor. Nitekim pek çok kuruluşun sürekli olarak düzenledikleri yeni anayasa konulu bilimsel toplantılar da yeni bir anayasaya duyulan ihtiyacın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Teorik açıdan düşündüğümüzde elbette, yeni bir anayasanın nasıl hazırlanması gerektiği, bu anayasayı ne tür bir organın hazırlamasının uygun olacağı, kolayca cevaplanabilecek sorular. Ancak bunların uygulamaya konması, özellikle Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca yerleşmiş olan düşünce kalıpları içinde aynı derecede kolay değil. Bugün geldiğimiz noktada, sistemin bu vesayetçi müdahaleleri taşıma kapasitesinin sona erdiğini, bunun kısa aralıklarla gerçekleşen kırılmalara yol açtığını ve önünde sonunda yeni bir toplum sözleşmesi hazırlamanın kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Halen içinden geçmekte olduğumuz süreç, bizi bu toplum sözleşmesinin yapılacağı şartlara doğru ilerletiyor.
Yapılması planlanan sivil anayasa, genel itibarıyla nasıl bir kapsama sahip olmalı?
Eğer Türkiye, bu kırılma süreçlerini, yeni bir anayasanın yapılması fırsatını yaratacak biçimde tamamlarsa, elbette yeni anayasanın içeriğini halkın gerçek temsilcilerinden oluşan bir organın belirlemesi gerekecektir. Bizim asıl beklentimiz, bu organın, demokrasinin ve insan haklarının evrensel standartlarına uygun bir anayasa yapmasıdır. Yeni anayasa, hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerinde Türkiye’nin üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler gibi örgütler bünyesinde kabul edilen sözleşme hükümlerini esas almalıdır. Bu sözleşmelere Türkiye’nin de taraf olduğu düşünülürse, yeni anayasanın bu sözleşmeleri esas alması, sadece Türkiye’de hak ve özgürlük alanlarını genişletmeyecek, aynı zamanda uluslararası yükümlülüklerin de yerine getirilmesini sağlayacaktır. Öte yandan Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde ilerleme hedefi düşünüldüğünde, Kopenhag siyasi kriterlerinin icaplarının da dikkate alınması gerekecektir. Hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlık hakları, temsili demokrasinin icapları gibi unsurları içeren Kopenhag siyasi kriterleri, bir bakıma demokrasinin asgari şartlarını sağlayacaktır. Öte yandan yeni anayasa, hukuk devletinin gereği olarak, yargıyı da bir vesayet organı şeklinde değil, hukukun üstünlüğünün teminatı olacak biçimde düzenlemelidir. Özellikle HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin çağdaş emsallerine uygun olarak, demokratik meşruiyet esasına göre yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bütün bunlara ek olarak, parti yasakları, bu yasaklardan kaynaklanan siyaset yasakları gibi konuların da AİHM içtihatları ve Venedik Komisyonu raporları doğrultusunda kaleme alınması gerekir. Yeni anayasa, siyasi parti özgürlüğünü geniş olarak tanımalı, kapatma yaptırımını ancak istisnaen başvurulacak bir çare olarak düzenlemelidir.
Nihayet yeni anayasa, asker-sivil ilişkilerini de bu ilişkilerin demokratik modeline uygun olarak düzenlemeli; bu bağlamda 1961 Anayasası’ndan bu yana süregelen askerî otoriteye tanınan yetki ve ayrıcalıkları ilga etmelidir. Bu ayrıcalıkların ilgası, bir yandan temsili demokrasiyi güçlendirirken, diğer yandan TSK’nın siyasallaşmasını önleyecektir. Bu ise TSK’nın asıl görevi olan yurt savunması hizmetini yerine getirmesi için ihtiyaç duyduğu iç disiplini garanti edebilecektir. Unutmamak gerekir ki, kurum olarak ordunun siyasallaşması, sadece demokrasiyi değil, aynı zamanda ordunun iç disiplinini de ortadan kaldırmaktadır. Bu ise yurt savunması hizmetlerinde ciddi bir zaafa yol açmaktadır.
Eğer yeni anayasa, hak ve özgürlük alanlarını uluslararası standartlara uygun olarak genişletebilir, yargı organına demokratik hukuk devletinin gerektirdiği bağımsızlık ve tarafsızlık şartlarını sunabilirse, Türkiye’de çoğulcu demokrasinin asgari şartları gerçekleşebilir. Buna bir de asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesi eklenirse, temsili demokrasinin zemini de oluşabilir. Böylece uzun yıllardır kronikleşen anayasa sorunları çözülebilir. Bu ise hükümet, parlamento ve siyasal muhalefetin enerjisini toplumun ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına vakfetmesini sağlayabilir. Şüphesiz böyle bir ortam, tüm vatandaşların günlük hayatlarının normalleşmesine de katkı sağlayabilecektir.
Paylaş
Tavsiye Et