29 EKİM 1923’ten günümüze Türkiye’de on cumhurbaşkanı görev yapmıştır. Cumhurbaşkanlarının altısı (Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk ve Kenan Evren) asker kökenli; dördü ise (Celal Bayar, Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer) sivildir. Bu kompozisyon Türk siyasal yaşamında ordunun büyük bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor. Ayrıca sivil ve asker kökenli cumhurbaşkanlarının göreve geliş sıralaması da Türk siyasal yaşamının seyri hakkında önemli ipuçları barındırıyor. Buna göre 1923-1950, 1950-1960, 1961-1989 ve 1989-2007 olarak dört dönem söz konusudur. 1. ve 3. dönemde asker kökenli, 2. ve 4. dönemde ise sivil cumhurbaşkanları görev başındadır. 84 yılda asker kökenli olanların cumhurbaşkanlığı yaptığı süre yaklaşık 56 yıl, sivil cumhurbaşkanlarının süresi ise bunun yarısı kadar yani 28 yıldır. Ordu, 1960 ve 1980’de iki defa darbe yaparak siyasete doğrudan müdahale etmiş; 12 Mart ve 28 Şubat’ta ise dolaylı müdahalede bulunmuştur. Bu yazıda Türk siyasetinin tarihsel arka planı göz önüne alınarak Türkiye’de cumhurbaşkanı olmanın ne anlama geldiği tartışılacaktır. Türk modernleşmesinin niteliğine ve tek parti yönetiminden demokrasiye geçiş biçimine odaklanmak bu konuda oldukça yardımcı olacaktır. Çünkü özellikle Batı’daki modernliğin ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlarda radikal değişikliklere yol açmasına ve toplum ve devlet yapısını muazzam ölçüde dönüştürmesine karşın, Türk modernleşmesi çoğunlukla ulus-devletin kurulması ve korunmasına odaklanmıştır. Dar anlamda bir siyasal ve idari modernleşme, yani ulus temelinde merkezî bir devletin kurulması hedeflenmiş; modernleşmenin özellikle “yukarıdan aşağıya” doğru uygulanışı ise demokrasinin kurumsallaşmasını engellemiştir. Bu bağlamda siyasetin toplumsallaşamamış olması, dolayısıyla dar bir çerçeve içinde kalması, bu zaafın derinleşmesine ve siyasal, bürokratik ve askerî elitle halk arasındaki karşıtlığın kronikleşmesine yol açmıştır. Cumhuriyet kavramı bu süreçte büyük ölçüde anlam kaymasına uğrarken cumhurbaşkanlığı da sürekli tartışmaların merkezinde yer almıştır.
Tek parti dönemindeki modernleşme anlayışı büyük ölçüde Osmanlı modernleşmesinden etkilenmiştir. Art arda gelen askerî yenilgilerden sonra Osmanlı yöneticileri Batı dünyasından yeni askerî teknikler uyarlayabildikleri takdirde devleti koruyabileceklerini fark etmişler; bunun sonucunda Batı’ya yönelmişlerdi. Bu bir yandan Avrupa’nın askerî meydan okumasını durdurma amacı taşıyor, bir yandan da Batı dünyasının üstünlüğünün kabulü anlamına geliyordu. Benzer şekilde, Cumhuriyet döneminde Batı ve Batılılaşma, elit tarafından güçlü bir devlet inşası olarak yorumlandı. Milli Mücadele Hareketi, Batı’ya karşı yapılmıştı; ancak sonrasında Batılılaşmayı hedefledi. Dolayısıyla Osmanlı’daki güçlü ve âli devletin muhafaza edilmesi fikri, Cumhuriyet elitinde güçlü devletin oluşturulması ve korunması projesine dönüştü. Bu doğrultuda, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda dile getirilen “Hakimiyet bilâkaydü şart milletindir” ilkesi yurttaşlar arasında uygulanacak demokratik yönetimden ziyade Türkiye’nin bağımsızlığına ve egemenliğine vurgu yapıyordu. Cumhuriyet elitinin hem öncelikleri hem de kökeni, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin neden demokratikleşmeyle paralel gelişmediğini anlaşılır kıldığı gibi, ordunun daha sonraki dönemlerde siyasete müdahale edeceğinin işaretini de veriyordu. Cumhuriyet eliti yukarıdan modernleşme ve Batılılaşma nosyonuna sahipti; ancak demokratikleşmeyi de içeren kapsamlı bir modernlik kavramına vâkıf değildi. Bu elitin köken itibariyle çoğunlukla asker olması da yeni devletin formunu ve önceliklerini derinden etkiledi. Dolayısıyla devlet, ulusal güvenlik ve birlik kavramlarına ve devletin iç ve dış düşmanlara karşı güvenliğinin sağlanması esasına göre inşa edildi.
Elitin güçlü veya bağımsız bir devletin yaratılmasına yönelik programı ve yeni devletin/rejimin yerleşmesi sırasında çoğunlukla başvurduğu neo-patrimonyal mekanizmalar kendi içinde birçok çatışmayı da taşıyordu. Çatışmaların dozu yukarıdan modernleşmenin bir ürünü olan merkez-çevre arasındaki karşıtlıkla arttı. Devletin kurulmasına ve korunmasına öncelik verildiği için ekonomik, toplumsal, siyasal ve etnik alanlardaki mevcut veya potansiyel bütün çatışmalar göz ardı edildi. Sınıfların varlığı ve çoğulcu toplum yapısı reddedildi; solidarist mekanizmalar benimsendi. Köylü, esnaf, işçi, tüccar, zanaatkâr, memur arasında çıkar farklılığı yoktu/olmamalıydı; tam aksine bütün kesimler ulusal güvenliğin bir gereği olarak ve devletin varlığını sürdürmesi için çıkar birlikteliği yapmıştı/yapmalıydı. Bu bağlamda güçlü bir siyasal ve kamusal alanın, demokratik ve katılımcı bir yönetimin gelişmesi yerine; güçlü, egemen ve üniter bir devletin yaratılmasına çaba harcandı. Sanki birey ve toplum ne kadar zayıf olursa, devlet o kadar güçlü olurmuş gibi.
Yüksek dozda otoriter nitelik taşıyan yukarıdan modernleşme 1940’lı yılların ortasına kadar uygulandı. Hem ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk hem de ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda radikal değişikliklere çaba harcadılar. Ancak bu süreçte kişisel yönetimlerini ve konumlarını güçlendirmekten de geri kalmadılar. Devrimler neo-patrimonyalizmin derin izlerini taşıdı; örneğin şeyh, ağa, bey, paşa gibi statü farklılıklarını simgeleyen unvanların kaldırılması modernleşmenin; Mustafa Kemal’in Atatürk soyadını, İnönü’nün ise “Milli Şef” unvanını alması patrimonyalizmin göstergeleriydi.
Cumhuriyet’in ilan edilme süreci ve gerekçesi de neo-patrimonyal özellikler taşıyordu. Mustafa Kemal Nutuk’ta Cumhuriyet’in ilanına tek başına karar verdiğini ve milletvekillerini davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmediğini ifade ettikten sonra, Cumhuriyet’in ilan edilme gerekçesini şöyle açıklıyor: “Gerçekten de, yürürlükteki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’na göre, bir hükümet kurmaya teşebbüs ettiğimiz zaman, bütün arkadaşların her biri bakanları ve hükümeti seçmek mecburiyeti ile karşı karşıya kalıyor. Hepinizin birden hükümet üyelerini seçmek zorunda kalmanızda görülen güçlüğün giderilmesi zamanı gelmiştir. Geçen dönemde de aynı şekilde güçlükle karşılaşılıyordu. Görülüyor ki, bu usul bazen birçok karışıklıklara yol açıyor… Teklifim kabul edilirse, kuvvetli ve kendi içinde uyumlu bir hükümet kurmak mümkün olacaktır.” Cumhuriyet’in ilanı ile TBMM’nin hükümet üyelerini tek tek seçmesi uygulamasına son veriliyor, yürütmenin yasamadan ayrıştırılması ve böylece yasamaya karşı güçlendirilmesi yoluna gidiliyordu; Cumhurbaşkanlığı kurumunun tesis edilmesiyle bir anlamda Mustafa Kemal’in kendi konumu da güçlendiriliyordu. Siyasal literatürde genel olarak cumhuriyetin amacı, monarşi gibi tüm güçleri kendisinde toplayan keyfî yönetimleri dizginlemek ve özellikle yürütme erkini sınırlandırmak şeklinde tanımlanır. Halbuki Türkiye’de Cumhuriyet’in ilan edilmesinde ironik bir yön bulunmaktadır: İlan edilme biçimi bir yana, yürütmeyi yasamaya karşı güçlendirme amacı taşıması dikkat çekicidir.
Türkiye’de tek parti yönetiminden demokrasiye geçiş sırasında büyük çatışmalar olmamıştır; çünkü askerî-sivil bürokrasi ve CHP, rejimdeki bir değişikliğin kendi pozisyonlarını ve Kemalist reformları etkilemeyeceğini düşünmüşler, bir anlamda demokrasiye koşullu izin vermişlerdir. Ancak yukarıdan modernleşmede olduğu gibi, demokratikleşme de ‘yukarıdan’ başlatılmış, dolayısıyla gerçek bir toplum sözleşmesine dayanmamıştır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat tarihlerindeki darbe ve muhtıralar ise bu geçiş biçiminin zayıf olduğunu kanıtlamıştır.
Peki, cumhurbaşkanı seçimlerinde neden sürekli kriz yaşanıyor? Bunda yukarıda değindiklerimize ek olarak, cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinin çok geniş olması başat rol oynamaktadır. Anayasanın 104. maddesine göre, Cumhurbaşkanı Devlet’in başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Cumhurbaşkanı, örneğin yasama alanında, kanunları tekrar görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderir; Anayasa değişikliklerini halkoyuna sunar; Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açar. Yürütme alanında Başbakan’ı, Bakanları, Genelkurmay Başkanı’nı, Devlet Denetleme Kurulu’nun üyelerini ve başkanını atar; Yükseköğretim Kurulu üyelerini ve rektörleri seçer; değişik kurullara başkanlık eder; TBMM adına TSK’nın Başkomutanlığı’nı temsil eder; TSK’nın kullanılmasına karar verir. Yargı alanında, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Vekili’ni, Askeri Yargıtay üyelerini, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçer.
104. madde dikkate alındığında, Türkiye’de cumhurbaşkanı olmanın ne anlama geldiği ve her cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında neden yoğun tartışmalar yaşandığı açıkça ortaya çıkar. Ancak unutmamak gerekir ki, demokrasinin temel unsurlarından biri, farklılıklara, diğerlerinin görüşlerine tahammül göstermek ve siyasal iktidara gelirken ve ayrılırken demokratik yollara sadık kalmaktır.
Paylaş
Tavsiye Et