Konuşan: Ali ASLAN
Türkiye önemli bir siyasi dönemeçte. Rejim kültürel ve politik hegemonyasını kaybediyor. Geçmişe dair bilgilerimiz de buna paralel olarak altüst oluyor. Bu bağlamda, tartışmaların odağına rejimin asli unsuru olan ordu oturuyor. Ordu-siyaset ilişkisi ve bu zamana kadar gün yüzüne çıkmayan ordu-içi parçalanmalar her zamankinden daha cesur bir şekilde tartışmaya açılıyor. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Cemil Koçak ile tarihî bir perspektiften ordu-siyaset ilişkisini ve ordunun siyasetle yakın teması sonucu yaşadığı parçalanmaları konuştuk. Koçak’ın Türkiye’de Millî Şef Dönemi (2 cilt), Abdülhamid’in Mirası, Türk-Alman İlişkileri, Umûmî Müfettişlikler (1927-1952), Belgelerle Heyeti Mahsusalar, Demokrat Parti Muhalefeti, Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İkinci Parti adlarıyla yayımlanmış kitapları var.
Türkiye’de ordu ne zaman siyasette etkin olmaya başladı?
Ordu-siyaset ilişkisini, III. Selim döneminde Nizam-ı Cedid ile başlayan ve II. Mahmuddöneminde omurgalaşan süreçle başlatmak gerekir. Literatüre baktığımızda Yeniçeriler’in siyasetle ilişkisi bu sorunun kapsamına genellikle sokuluyor. Bu tamamıyla yanlış değil. Öte yandan modernleşmenin amaçlarından biri, merkezî iktidara bağlı ve bağımlı bir ordu inşa etmekti. Yeniçeriler gibi özerk ve kendi başına politika yapabilecek bir güç olmayacaktı. Çünkü modernleşme süreci, merkezî iktidarın kurulmasını amaçlıyordu. 19. yüzyıla gelinirken Osmanlı Devleti’nin göreli merkezî gücü dağıldı. Modern bir devlet olmak isteniyorsa muhakkak iktidarın paylaşılmaksızın tek bir merkezde tutulması gerekiyordu. Osmanlı’da merkez bunu yaparken, devlet iktidarının en önemli sacayağı olan orduyu da kendi merkezine çekmek ve orada zapturapt altına almak zorundaydı. Bunu yapamadığı sürece modernleşme projesini gerçekleştirme imkanı yoktu. Onun için buradan başlatmak lazım.
Bir yandan merkezin yeniden düzenlenmesi, diğer yandan merkezde farklı ideolojik gruplar arasında bir parçalanma söz konusuydu. Bu durum siyaset-ordu ilişkisini nasıl etkiledi?
Orduyu merkeze bağlama projesi gerçekleşti. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısında modernleşme güçleri ikiye bölündüler. Merkezî gücü savunan ve modernleşme aşamasında mutlak bir otokrasiyi gerekli gören Sultan Abdulaziz grubuyla; meşruti monarşiyi, anayasacılığı ve parlamentoculuğu savunan ve modernleşmenin muhakkak birazcık da demokratikleşme ayağı olması gerektiğini söyleyen Genç Osmanlılar arasında bir çatallaşma oldu. Genç Osmanlılar açısından bakıldığında yapılması gereken, mutlakiyetçi yönetimi devirip yerine anayasal bir monarşi kurmaktı. Genç Osmanlılar başka seçenekleri de gözden geçirdikten sonra, bunu yeni kurulan ordu aracılığıyla yapabileceklerine hükmettiler. Dolayısıyla orduya bir çengel atıldı. Ordu içerisinde de böyle bir çengel atılmasını bekleyen bir grup vardı. Sultan II. Abdülhamid’i yönetime getiren şey de bu ordu darbesidir. Abdülhamid, başkaları da aynı aracı kullanabilir diye, haklı olarak orduya karşı kuşku duydu. Korktuğu başına da geldi. Abdülhamid’in anayasal monarşiye, parlamentoyu toplantıya çağırmamak yoluyla fiilen son vermesinden sonra, Jön Türkler ideolojik liderliği ve siyasi bayrağı devraldı. Jön Türkler siyasi zihniyet itibarıyla başta orduyu siyasetin önemli bir öğesi olarak görmüyorlardı. Fakat onlar da aynı paradoksun içine düştüler. Abdülhamid otokrasisini devirmek için ordunun dışında bir destek ve güç olmadığı sonucuna vardılar. 1900’lerin başından itibaren Jön Türk ideolojisi yavaş yavaş orduya sızmaya başladı. Subaylar, Jön Türk ideolojisini, aldıkları askerî kültürle yoğurup ordunun siyasi ve modernleşmeci zihniyetine şırınga ettiler. Böylece Jön Türk ideolojisi melezleşmeye başladı. Ordunun ağırlığı arttıkça, tahmin edeceğiniz gibi, ideolojinin içinde orduya düşen yerin ağırlığı da artmaya başladı. 1908 darbesi bu anlamda tamamen bir ordu darbesidir.
1908 darbesinin ordu-siyaset ilişkisi açısından tam olarak önemi nedir?
1908’le birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti, eski Jön Türk kuşağının ortaya koymuş olduğu siyasi zihniyetten tamamen farklı bir ordu hareketi olarak gelişti. Hatta eski Jön Türklerin hiçbiri 1908 sonrasında kilit pozisyonlara gelemedi; ordunun siyasetteki ağırlığı her geçen gün biraz daha arttı. Ama burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, 31 Mart Vak’ası’nın aynı zamanda ordunun orduya karşı bir isyanı, yani ordu içi bir çatışma olmasıdır. Ordu bu süreçte kendi içinde bölündü. Darbeciler ordu aracılığıyla siyasi iktidara el koydu; ordu içinde iktidara el koyamamış gruplar, ideolojik ve politik olarak muhalefete geçti. 31 Mart, iktidara el koymuş gruba karşı iktidarın dışında kalmış grupların karşı atağı olarak görülebilir. 31 Mart’ın bastırılmasıyla birlikte bir terör rejimi başladı. Aynı zamanda ordunun 1908’de siyasete adım atmasıyla birlikte her defasında ordu içinde cuntalaşmalar oldu. Siyasi gruplar “Ordu içinde bir ağırlığımız olsun” diye orduya sızmaya çalıştı.
Siyasetin zemini ordu oldu diyebilir miyiz?
Evet. Ordu zemininde siyaset yapılmaya başlandı. Siyaset, ordunun ne kadar ağırlıklı kısmını yanımıza çekeceğiz mücadelesine dönüştü. Çünkü ordu içinde yeteri kadar gücü yanına çeken siyasi grupların, iktidara gelme şansları yükselmiş oldu. Haliyle ordu hiçbir zaman kendini bir bütün olarak muhafaza edemedi. Fakat enteresan olan nokta, ordunun kendisini monolitik bir blok olarak göstermeye çalışması. Mesela İttihatçılara sorsanız, bütün ordu İttihatçıdır. Öyle olmadığını onlar da biliyorlardı, ama öyle gösteriyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı İttihatçılar için hezimetle sonuçlandı. Bu, orduyu nasıl etkiledi?
Ordular büyük savaşlardan yenilgiyle çıktıktan sonra toplum üzerindeki prestijlerini kaybederler ve onu bir daha toparlamaları ya çok zordur ya da imkansızdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya, İtalya ve Japonya’da böyle oldu. Bizde de ordu, Birinci Dünya Savaşı’nda vermiş olduğu taahhütlerini yerine getiremediği için büyük prestij kaybına uğradı; toplum üzerindeki etkisini tamamen sıfırladı. Bir daha büyük vaatlerde bulunabileceği ve toplumun onun arkasından gidebileceği bir ortam kalmadı ordu için. Bu nedenle İsmet İnönü, topladığı subaylara “Bakın şimdi eve gidiyorsunuz, ama dünya kadar düşmanınız var; özellikle de milletten sakının, en büyük düşmanınız millettir” diyor.
Ordu prestijini tekrardan nasıl kazandı?
Milli Mücadele, ordunun içinden çıkan bir grubun, prestiji yerlerde sürünen orduyla kendisi arasına mesafe koyarak, kendisini ideolojik ve politik kadro olarak geçmişten sıyırarak ve böyle göstermeye çalışarak yeniden yetki talep etmesiyle başladı. 1918’den 1922’ye kadar olan dönemde esas itibarıyla bunun mücadelesi verildi. Eskiyi, bir anlamda topluma karşı reddetti; ama siyasi ve askerî kadrolar düzeyinde sahiplendi. Çünkü alenen sahip çıksa toplumdan destek alamayacaktı; sahip çıkmazsa kendi siyasi ve askerî kadrosunu kuramayacaktı. Dengeyi bu şekilde kurmaya çalıştılar, yani bıçak sırtında gittiler. Kurtuluş Savaşı da böyle bıçak sırtı bir durum üzerine kuruldu. Ordu yenilgiye uğrasa bir daha kendisini toparlayamayacaktı. Ordunun kendisini yeniden misyon sahibi olarak gösterebilmesinin tek yolu büyük bir başarıdan geçiyordu. Milli Mücadele işte bu başarıyı sağladı ve ileriki dönemlerde ordu, sürekli vurgu yaptığı bu başarıdan önemli oranda meşruiyetini aldı.
Cumhuriyet’i kuran askerî kadroların sivil hayata geçtiği ve Atatürk’ün o dönem ordunun siyasete karışmasına karşı çıktığı argümanları resmî tarih söyleminde önemli bir yer tutuyor. Yeni rejimi siviller mi inşa etti?
Bu doğru değil. Osmanlı anayasal sisteminde askerlerin milletvekili olması bugün olduğu gibi mümkün değildi. Zaten hiçbir yerde böyle bir şey olamaz. Birçok İttihatçı, askerî görevinden istifa etti, sivillerini giydi ve İttihatçı olarak Meclis’e girip siyaset yaptı. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu ise ordunun komuta kademesinde bulunan insanlardı. Meclis’e girmeleri mümkün değildi. Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, İsmet İnönü giremezdi. Onlar tercihlerini askerlikten yana kullandılar. Fakat Ankara’da Millet Meclisi toplandığı zaman, yani Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Ankara’ya taşınınca, bir kanun değişikliği yapıldı ve askerler de milletvekili olabildi. Milli Mücadele’yi yürüten esas grup buydu; askerler Meclis’e girmezse sivillerin bu işi beceremeyeceği ve bu işe ön ayak olmaları gerektiği inanışına sahiptiler. Dolayısıyla Milli Mücadele boyunca birçok komutan aynı zamanda Meclis üyesiydi. 1922’de savaş bittikten sonra bu uygulama devam etti. 1924’te İkinci Meclis’e gelindiğinde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kuruldu; Halk Partisi’nin genel başkanı da Atatürk’tü. Atatürk aynı zamanda muvazzaf bir mareşaldi; başbakan da muvazzaf bir orgeneral olan İsmet İnönü’ydü. Bunların karşısında bulunan muhalefet partisi TCF’nin genel başkanı Kazım Karabekir de muvazzaf bir korgeneraldi. Yani tamamen askerler karşı karşıya gelmişti; üstelik de orduda komuta yetkileri vardı. Bu durumda daha birçok asker bulunuyordu.
Bu durum ne zaman değişti?
Atatürk Nutuk’ta bunu şöyle anlatıyordu: “Bunlar orduda çalışmışlar, orduyu kendi yanlarına aldıklarını düşünmüşler, şimdi bizim karşımıza siyaset yapmaya çıkıyorlar.” Onun için kendi yanında ve kendisine sadık olduğunu düşündüğü komutanlara, “Siz milletvekilliğinden hemen istifa edin ve orduda kalın” talimatını verdi. 1924’te TCF’yle mücadele halindeyken buradaki arkadaşları hakikaten milletvekilliğinden ayrıldı ve orduda kaldı. Muhaliflerine “Bakın böyle bir usul getirdik, hem orduda komutanlık hem de milletvekilliği yetkiniz olamaz; eğer komutanlık yapmak istiyorsanız bu arkadaşlar gibi milletvekilliğinden ayrılınız ya da komutanlıktan ayrılıp milletvekili olarak kalınız” dedi. Muhalefet grubu da “Biz komutanlıktan ayrılıyoruz, milletvekili olmayı tercih ediyoruz” dedi. Önce orduyu tuttular anlayacağınız.
Atatürk’ün sıklıkla dillendirilen bir “siyasi deha” olmasını görüyoruz burada. Muhalifleri bu manevrayı göremediler mi?
Bunları göremeyecek kadar siyasetten anlamayan insanlardı. Atatürk’le siyasi mücadele neredeyse imkansızdı bu insanlar için. Atatürk çok daha gerçekçi bir şekilde bakıyordu siyasi mücadeleye. Fakat buradaki esas kritik nokta, söylenenin aksine hiç kimsenin ordudan ayrılmamasıdır. Genellikle kitaplarda bunların derhal askerlikten ayrıldığı yazılıdır. Oysa askerlikten ayrılmadılar, komutanlıktan ayrıldılar. Komutanlıktan ayrılsanız da asker olarak kalabilirsiniz. 1926’da İzmir İstiklal Mahkemesi’nde İzmir Suikastı Davası dolayısıyla muhalefet önderleri yargılanırken hem milletvekili hem de askerdiler. Asker olarak yargılandılar. Yargılama bitti ve beraat ettiler. Ağustos ayında Yüksek Askeri Şûra’da Kazım Karabekir korgenerallikten orgeneralliğe terfi etti; İsmet Paşa orgeneral olduğu için onun terfisi yoktu. Bu terfilerden sonra hemen 1927 sonbaharında Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele üçü birden aynı anda re’sen emekli edildi; Milli Savunma Bakanlığı’nın böyle bir yetkisi vardı. Ancak o zaman askerlikle ilişkileri bitti. Hemen arkasından da Atatürk ve İsmet Paşa emekliliklerini isteyip ayrıldılar. Ondan sonra bir kanun çıkarıldı, “Bundan sonra hiç kimse hem asker hem de milletvekili olamaz” diye.
Rejimin taşları yerine oturduktan sonra ordu içinde bir kıpırdanma söz konusu muydu?
Bunlar pek konuşulmaz. Cumhuriyet’in kuruluş tarzından ötürü rejim ve ordu arasında birebir bir ilişki var. 1927’deki o büyük kriz atlatıldıktan sonra 1945’e kadar tek parti rejimi boyunca ordu içinde bildiğimiz kadarıyla bir kıpırdanma yok. Daha doğrusu var ya da yok diyemeyiz; çünkü rejime ya da iktidara karşı ordu içinde bir cuntalaşma olup olmadığına dair hiçbir bilgiye sahip değiliz. O dönem tamamen kapalı bir kutu. Fakat 1945’te çok partili hayata geçişle birlikte ordunun yeniden hareketlenmeye başladığını biliyoruz. Toplumla birlikte ordu da politik rekabete açıldı. Bu sefer ordunun genç subayları muhalefetteki Demokrat Parti (DP)’yi, yüksek rütbeli subayları ise Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’ni desteklediler. Ordu içindeki bölünme hem dikey hem de yatay bir bölünmeydi, yani hem ideolojik hem de rütbe bazlı bir bölünme söz konusuydu. Yüksek rütbelilerin iktidarı neden desteklediklerini anlayabiliriz. Düşük rütbelilerin DP’ye kaymaları, ordunun içinde bulunduğu şartlardan memnun olmamalarından kaynaklanıyordu. Çünkü tek parti rejimi boyunca orduya hiçbir yatırım yapılmamıştı. Aynı siyasi tecrübeden geldikleri için tıpkı Abdülhamid gibi Atatürk de orduyu kasıtlı bir şekilde zayıf bırakmıştı.
Ordudan çekindi mi yani?
Evet. Çünkü güçlü bir ordu politikaya müdahale ediyordu. İttihatçıların en büyük hatalarından biri, orduyu çok güçlendirmeleriydi. Güçlendiriyorsunuz, fakat aynı güç size karşı dönebiliyor; onun için orduyu zayıf bırakmanız lazım. Atatürk bunu çok iyi bildiği için orduyu güçsüz bıraktı. Fakat bu, rahatsızlığa neden oldu. Onun için genç subaylar, yaşlı kuşak orduyu modernize edemez diye düşünüyordu. Oysa ordunun, İkinci Dünya Savaşı’nın da gösterdiği üzere süratle modernize olması gerekiyordu. Bir de tabii Amerikan yardımı başlamıştı, yeni silah teknolojisi geliyordu; bunu da ancak gençler öğrenebilirdi. Onun için gençler, üst rütbeler yani karar mekanizması boşalsın istiyordu. Şunu da belirtmek lazım, tek parti rejimi boyunca orduya hâkim olabilmenin yolu, yüksek askerî pozisyonları değiştirmemekten geçiyordu. Mesela Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ı hiç değiştirmediler. Ordu komutanları da hemen hemen hiç değişmedi. Onun için alttan başlayıp yukarıya doğru çıkmak şeklinde bir terfi sistemi yoktu orduda.
Bu noktada Demokrat Parti’nin rolü nedir?
Genç subaylar dediler ki, DP gelirse CHP’nin yapamadığı ordu modernizasyonunu sağlar, biz de üst rütbelere terfi edebiliriz. Bu sebeple 1946 seçimlerinde DP’yi desteklediler. Seçimlerdeki yolsuzluklar yüzünden CHP’ye karşı bir siyasi inançsızlık doğmaya başladı. Buna karşı ordu içinde ilk cunta, bildiğimiz kadarıyla 1946 seçimleri sonrası ortaya çıktı. Bu, DP’yi destekleyen bir cuntaydı. Eğer CHP bir sonraki seçimde de dalavere yapıp iktidarda kalırsa, DP lehine İsmet Paşa’ya karşı bir darbe yapmak üzere dört yıl boyunca hazırlık yaptılar. DP’nin ilk Milli Savunma Bakanı da o cuntacılar arasından çıktı. Fakat DP’nin iktidara gelmesiyle birlikte bu cunta dağıldı. DP’nin dört yıllık döneminde ordu modernizasyonu konusunda beklenen ümitler yeteri kadar karşılık bulmadı. Daha çok şey yapılsın, daha hızlı yapılsın istediler. Bunun üzerine 1954 seçimlerinden hemen sonra yeniden cunta kuruldu. Yeni cunta, direkt olarak siyaset ve siyasetçilere yönelik güvensizliğin sonucunda ortaya çıktı. “Hem CHP’yi hem de DP’yi denedik; bunların ülkenin gelişmesine bir katkıları yok; politika ve politikacılardan bir fayda gelmiyor, onun için iş bize düşüyor” diye düşünüyorlardı. Yani 1954’te kurulan cunta 1908 zihniyetinin mirasını devralmıştı. Artık “Sadece orduyu modernleştirelim” değil, bizzat “Ülkeyi kurtaracaksak biz kurtarırız” zihniyetini taşıyordu.
Biraz daha açarsak…
1954 cuntasının kuruluş amacı doğrudan doğruya DP’yi devirip iktidarı almaktı. 1954’te kurulmuş olması enteresan; çünkü 27 Mayıs’ın yapılış gerekçelerinin hiçbiri 1954’te yoktu henüz. DP’ye karşı ne bir toplumsal muhalefet ne de bir siyasi muhalefet vardı; varsa da yeterli değildi. Onun için 1954’ten 1960’a kadar bu cuntalaşma faaliyeti devam etti. 27 Mayıs 1960’a gelindiğinde cunta içinde de farklı fikirler vardı. Bir kısmı diyordu ki, “DP giderse işler yine normale döner. Önemli olan bizim DP’yi yıkmamızdır. Yerine daha namuslu ve idealist insanlar gelir; bu mekanizma bu şekilde devam eder ve bizim görevimiz orada biter.” Buna karşı, “Tersine, görevimiz tam da bu noktada başlar” diyenler vardı. Asıl varmak istediğim nokta, cuntanın 1954’te kurulmuş olması. Bu bizi, ordu-siyaset ilişkisinin sunulduğu gibi, ordunun son dakikada ve artık yapılacak hiçbir şey kalmayıp da müdahale ettiği portresinden uzaklaştırıyor. Önce örgüt kuruluyor. Örgütün belirli bir amacı var. Örgüt genişliyor. Sonra uygun bir konjonktürde darbe yapılıyor.
Sonuçta ordu iktidarı yine sivillere teslim etti.
Evet. Darbeden sonra yine bir bölünme oldu. “Demokratları attık, bir an önce gidelim” diyenler ile “Siz 27 Mayıs’ın ruhunu anlayamamışsınız” diyenler arasında büyük bir kavga çıktı. “27 Mayıs’ın ruhunu anlamamış olanlar” iktidarda kaldı; diğerleri, yani 14’ler yurtdışına gönderilerek tasfiye edildi. Milli Birlik Komitesi (MBK)’nin duruma hâkim olması beklenirken, aksine ordu üzerindeki iktidarını tamamen kaybetti ve ordu içinde Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) diye ayrı bir cunta oluştu. SKB cuntasıyla MBK’dan geri kalanlar arasında mücadele başladı. 27 Mayıs’tan sonraki bütün ordu müdahalelerinin, belki 12 Mart’a kadar, kesintisiz bir süreç olarak görmek gerektiği eğilimindeyim. “27 Mayıs’a ihanet edenler”e yani MBK’ya karşı, “gerçek 27 Mayısçılar”ın yani cuntaların mücadelesi başladı. Tasfiye edilen “gerçek 27 Mayısçılar” geri dönerek, “gerçek 27 Mayıs”ın sapmış olduğu yola tekrar Türkiye’yi sokmaya çalıştılar. Ordu ortasından parçalandı 27 Mayıs’tan sonra. 1962 ve 1963 ayaklanmalarında Harp Okulu’nu bombalamakla tehdit ettiler. Birçok asker ve subay Ankara sokaklarında birbirlerine ateş açtı.
Bu parçalanma 12 Mart (1971) sürecinde de devam etti mi?
9 Martçılarla 12 Martçıların arasında gözle görülür bir ideolojik ve politik kırılma söz konusuydu. İktidar programları farklıydı; ama ikisi de aynı yöntemleri kullanıyordu, anlayışları ortaktı. Onun için 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin gelişim çizgisi çok daha farklı oldu. Bunları birbirlerinden dikkatle ayırt etmek lazım. Fakat bunu yaparken de araya Çin Setleri koymanın manası yok. Sürekliliklere de dikkat etmek lazım.
Burada asıl dikkat etmemiz gereken nokta, ordu siyasete yakınlaştıkça, ordu içinde kırılma yaşanıyor, mücadele ve ayrışma da sertleşiyor. Ordunun paradoksu, hem bütünlüğünü korumak hem de politika yapmak istemesinde. Anlayamadığı şey, ikisinin bir arada olma imkanının bulunmadığı.
1908’den itibaren siyasetin zemini ordu olmuştu. Bunu sağlayan en önemli etken, ordunun toplumun en gelişmiş ve en iyi eğitim almış kesimini oluşturmasıydı. Günümüzde toplumun, sivil güçlerin orduyla karşılaştırıldığında belli bir gelişmişlik noktasına ulaştığını görüyoruz. Dolayısıyla siyasetin zemininin yeniden ordudan sivil kesime geçmesi yönünde bir değişim söz konusu mu?
Ortadaki paradoks şu: Ordunun esas amacı modernleşme. Fakat modernleşme süreçlerinin sonuçlarına katlanmaya tahammül edemiyor. Aslında Kemalist ideolojinin temel problemi, hem modernleşmeyi sağlamaya çalışması hem de bunun getirebileceği sonuçlara karşı hazırlıksız ve kırılgan olması. Modernleşmenin sonucunda arzu edilen toplum modeli doğmadı. Kemalist ideolojinin modernleşme konusundaki beklentilerinin çıkmamasının nedeni, ideolojinin kendisindeki yanlışlık değil; bu ayrı bir tartışma konusu. Burada vurgulamak istediğim asıl nokta, modernleşmeyi tanımlamasındaki problem. Modernleşmeyi kendine göre tanımlıyor ve modernleşmenin olası sonuçlarına karşı hazırlıklı değil. Modernleşmenin, tıpkı kendisine benzeyen bir toplum yaratacağına inanıyor. Fakat bugün modern bir toplum, esas itibarıyla demokratik bir toplum olmak zorunda. Demokratikleşme çok daha farklı süreçlere yol açmaya başlayınca buradan rahatsızlıklar doğdu. Onun için demokratikleşmeden vazgeçme eğilimi ağır basmaya başladı.
İçinden geçtiğimiz süreci nasıl tanımlıyorsunuz?
Rejimin iktidarı zayıflıyor, toplumsal özgürlük alanı ise genişliyor. Özgürlük alanı genişledikçe tartışma alanı ve imkanı da genişlemeye başlıyor. Bu alan genişledikçe rejimin iktidar alanı daha da daralıyor. Tartışmaya açılmasıyla hem iktidarlarının eskisi kadar güçlü olması engelleniyor hem de ideolojik olarak yıpratılıyor. Toplum üzerindeki ideolojik hâkimiyetini yitirmeye başladığı andan itibaren gerçek siyasi hâkimiyetini de kaybediyor. Vesayetçi rejimin iktidar dayanakları daralıyor.
Bu süreçte resmî tarih tezinin de yara aldığını görüyoruz. Geçenlerde medyada “Türkler asker millettir” tartışması yaşandı. Biz asker millet miyiz?
Bu tür ifadeler hâkim ideolojinin popülist tezahürleri. Öğretilmiş şeyler. Asker doğulduğunu Türkler Almanlardan öğrendiler, Abdülhamid’in son zamanlarında. “Savaşçı millet” gibi dolaşımdaki birçok kavram Alman askerî doktrinine ait. Acı olan, başkalarından öğrendiklerimizi kendi kendimize satmamız ve bunlarla gurur duymamız.
Bir de savaş meydanında kazanıp masada kaybediyoruz söylemi var…
Bunu da Almanlardan öğrendik. Zamanında Almanya’yla olan yakın münasebet, orada orduyla ilgili çok sayıda ideolojik destek ve argüman sağladı. Bütün bunlar, daha önce de söylediğim gibi, ordunun prestijini kurtarmak için tedavüle sokulmuş argümanlar. “Birinci Dünya Savaşı’nda yenildik mi yoksa yenilmedik mi?” meselesi de oradan kaynaklanıyor. Yani ordu kendi geçmişine sahip çıkıyor ve hiçbir zaman onu reddetmiyor, reddetmeyecek de. O yüzden Cumhuriyet ile öncesi arasındaki gerilim hattı hep böyle devam edecek. “Ne kadarını reddediyoruz ne kadarını kabul ediyoruz?” meselesi, bütün tarihsel ve güncel tartışmaların ana noktası.
Geçmişini ideolojik olarak reddeden bir rejim için bu bir çelişki değil mi?
Resmî ideolojilerin en büyük özelliği, tutarlı olmak gibi bir gayretlerinin olmamasıdır. Bunlar geçmişi işine geldiği şekilde kullanır. Mesela Kanunî nasıldı? Müthişti. Fatih nasıldı? Keşke başa geçse… Ama bir yandan da “Padişahlar halkı sömürdüler”, “Sultanlık kurumu bizi geri bıraktı” gibi argümanlar sürekli olarak dillendirilir.
Son olarak, Türkiye’de siyasetin geleceğine dair öngörünüz nedir?
Mevcut koşullar değişmezse, vesayetçi rejim açısından olumsuz bir süreçten geçiyoruz. Eskiden daha tek tüktü bu ideolojiye uygun davranmayanlar, şimdi daha fazla. Bu şekilde devam ettiği sürece, ne kadar korunabilirse korunsun, ne kadar zaman kazanılırsa kazanılsın rejimin sonu yaklaşmıştır. Belki 10, belki de 25 yıl sonra vesayetçi rejim tarihe karışabilir. Bu birinci senaryo. İkinci senaryo ise vesayetçi rejimi ayakta tutmaya çalışan gruplar buna çok sert bir tepki verebilir. Bu da ancak daha önceki askerî darbelerden çok daha şiddetli bir darbe ile olabilir. Mevcut süreci durdurmak adına “balyoz” olmaz, “çekiç” olur.
Paylaş
Tavsiye Et