Konuşan: Ebru AFAT
Türkiye’de sol hareketlerin toplumsal ve siyasal hayatta en etkili oldukları dönem olan 1970’li yıllar, aktivizmin yoğunlaştığı bir ortamda düşünsel boyutta derinleşmenin önemini vurgulayan isimlerin de yazın hayatına başlamasına tanıklık etti. Bu isimler arasında yer alan Ömer Laçiner’in 1975’te Murat Belge ile birlikte çıkarmaya başladıkları aylık sosyalist kültür dergisi Birikim, Türkiye’nin düşünce haritasının en önemli parçalarından biridir. Ekonomizm temelli, devletçi ve totaliter sosyalist anlayışa karşı eleştirel bir duruş sergileyen veülkedeki entelektüel ortama akademi dışından ciddi bir katkı sağlayan Birikim, istikrarlı yayın hayatı ile Türk dergicilik dünyası içinde çok önemli bir örnek teşkil etmektedir. Türkiye’de son aylarda yoğunlaşan İslam-sol ilişkileri tartışmalarının da platformlarından biri olan Birikim’in yıllardır bütün yükünü omuzlayan Ömer Laçiner ile sosyalizmin Türkiye’de ve dünyada teorik ve pratik açıdan içinde bulunduğu durumu konuştuk. 1966’da Kara Harp Okulu’ndan mezun olan ve 1971’de siyasi nedenlerle ordudan atılan Laçiner, halen Birikim’in genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Henüz Vakit Varken (1991), Sosyalizmin Bunalımı: Ne Yapmalıydık? (2007) ve Sosyalizmde Devrim (2007) isimli kitapları bulunan Laçiner şimdiye kadar yüzlerce makaleye imza atmıştır.
Türkiye’de solla ilgili sorulacak çok şey var ama ben söyleşimize, sizin Murat Belge ile birlikte, 1975’ten bugüne dek, 1980-89 dönemindeki kesinti haricinde, aylık periyodlarla yayınladığınız Birikim dergisi ile başlamak istiyorum. Şubat 2010’da 250. sayısı yayınlanan Birikim ile ne yapmayı hedeflemiştiniz? Bugün nereye ulaştınız?
Biz Birikim’i aklımızın, fikrimizin ve azmimizin yettiği kadar, odağında sosyalizmin, onun etrafında da Türkiye’nin ve bütün bir dünyanın meseleleriyle uğraşan, bunlarla ilgili bilgilendirme, analiz, tanıtma ve tartışmalar yapan bir platforma dönüştürmeye çalıştık. Başından beri amacımız sosyalist düşüncenin kendini yenilemesini sağlamaktı, hâlâ da bunu yapıyoruz ama aynı zamanda da içinde yer aldığımız genel fikir dünyasının da sağlığı ve zenginleşmesi için uğraşıyoruz.
Murat Belge derginin 250. sayısında kendisiyle yapılan röportajda, Birikim’i çıkarırken İngiltere’de yayınlanan saygın sosyalist dergi New Left Review’ü örnek aldığınızı söylüyor. Bu bağlamda Birikim, Türkiye’nin New Left Review’ü diyebilir miyiz?
Tam diyemeyiz. Biz nevi şahsına münhasır bir dergiyiz. Tabii ki ciddi bir organ olduğumuz için benzerliklerimiz vardır. Ama mesela New Left Review bizim kadar düzenli şekilde İngiltere’de ve dünyaki güncel meseleleri sıcağı sıcağına analiz etmez. Oysa Birikim’in Türkiye’nin Birikimi isimli bir bölümü vardır ve burada hem Türkiye hem de dünyayla ilgili önemli problemleri, olabildiği kadar kendi perspektifimiz dâhilinde yorumlamaya çalışırız. Tabii aynı zamanda dünya entelektüel ortamını da takip ediyoruz. Solun yanında İslami ve liberal düşünce de bizim gelişmelerini yakından takip ettiğimiz alanlar. Bunlar içinde Türkçe okuyanların bilmeleri gerektiğini düşündüğümüz makaleleri tercüme ederek yayınlıyoruz.
Birikim’in çizgisi demokratik sosyalist olarak tanımlanabilir mi?
Dışarıdan bakan insanların kafalarında genel bir sosyalizm tarifi var. Bizi de o tarife göre değerlendiriyorlar. Öyle olunca da çok gevşek sosyalistler olarak gözükebiliriyoruz ama çok katı sosyalistleriz aslında. Fakat bizde onların anladığı anlamda bir katılık yoktur. Biz sosyalizmin, mesela eşitlik ve dayanışma gibi bir takım temel değerleri olduğu varsayımından hareket ediyoruz ve hiç kimsenin yapmadığı kadar bu değerlere referansla bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz.
Mevcut sosyalizm pratiğinde demokrat ve devletçi olmayan bir örneğe rastlanmadığı için böyle algılanabiliyor olabilir. Çünkü insanların aklına ilk önce Sovyetler Birliği modeli ve sosyalizmin Stalinist yorumu ve uygulamaları geliyor.
Hâlbuki sosyalizmin amacı devleti ortadan kaldırmaktır. Marks’tan beri bütün sosyalist düşünürler, devletin başlı başına bir sorun olduğunu söylemişlerdir. İnsanların devlete ihtiyaç kalmadan kendi aralarındaki problemleri çözebilecekleri bir olgunluk düzeyine varmaları ideal durumdur. Ama siz ideali bu olan bir ideolojiye dayanarak dünyanın en güçlü devletini kuruyorsunuz. Bu büyük bir çelişkidir. Tabii mevcut örnekler için onlarca mazeret bulabilir, koşulların gereğinden bahsedebilirsiniz. Ama düşüncenin kendisinin devleti bir engel hatta bozucu unsur olarak gördüğü de apaçık. Başka türlü sosyalizm olmaz. Sosyalizm devletin ortadan kaldırılmasını amaçlamadıkça sosyalizm değildir. Yaşanan örnekleri başkaları sosyalistlere dayatmadı, bu herşeye kadir parti ve devletleri sosyalistler yarattı. Sosyalistlerin buradaki büyük çelişkiyi görememeleri bizim için çok ağır bir sorun.
Sovyetler Birliği’nin 1989’daki çöküşünün altında bu çelişkinin yattığını söyleyebilir miyiz?
Gayet tabii. 1989’dan on sene önce Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ancak bir dünya savaşında mümkün olabileceğini düşünebilirdiniz. Oysa Sovyetler çok kolay çöktü. Ve bu çöküşün nedeni de güçsüzlükleri değildi.
Belki de fazla güçlü olmalarından dolayı bu kadar kolay çöktüler.
Evet, zira artık bu çelişkiyi kaldıramayacak kadar güçlenmişlerdi. Bu devlet sosyalist değildi artık. Sovyetler burjuvaları, büyük mülk sahiplerini ortadan kaldırdı, ama onun yerine bürokrasiyi ve polütbüroyu koydu. Sınıf çelişkisiyse sorun, bu da bir başka sınıf çelişkisi. İnsanları eşitlemek için yola çıktı, ama kendisi de ağır bir eşitsizlik durumu yarattı. Yani sonuçta iş yine insanın insan tarafından sömürülmesine geliyorsa orada sosyalizm yoktur. Birikim’in çıkış nedeni de bu tespittir.
Türkiye’deki sol hareketlerin görece güçlü olduğu ve Soğuk Savaş’ın devam ettiği 1970’lerde de aynı tespitleri yapıyor muydunuz?
1975’te Birikim’i çıkarmaya başladığımız sıradaki tespitlerimiz de aynen buydu. Birikim’in 1976-77 yıllarına ait sayılarına bakarsanız, sosyalizmin ağır bir bunalım yaşadığını ve yeniden tanımlanması gerektiğini söylediğimizi görürsünüz. Yaşanan bunalımın kaynakları üzerinden sorunu teşhis edebilmek, yeniden sosyalizmi tanımlamaktan bahsettik. Biz sosyalizmi eleştirmek için 1989’u beklemedik. Birikim’in çizgisinin demokratik sosyalist olup olmadığını sormuştunuz. 1970’lerde Avrupa’daki komünist partiler, “proleterya diktatörlüğü kurmak” hedefini programlarından kaldırdılar. Türkiye’deki sol çevreler, proleterya diktatörlüğünün sosyalizmin en önemli amacı olduğunu söyleyerek bunun Avrupa’daki parti programlarından kaldırılmasını eleştirdiler. Biz de bu uygulamayı eleştirdik, zira proleterya diktatörlüğü kavramı, diktatörlüğü anlatmaz; aksine mutlak ve tam demokrasiye vurgu yapar.
Ama teoride öyle olsa bile uygulamada proleterya diktatörlüğü gerçekten diktatörlük gibiydi.
Tabii ki. Millet de işin bu diktatörlük tarafını seviyordu çoğu zaman. Biz de zaten teori ile uygulama arasındaki bu çelişkiden hareket ediyor, proleterya dikatatörlüğünün gerçek anlamıyla anlaşılması ve bir hedef olarak kalması gerektiğini ifade ediyorduk. Kaldı ki bu kavram vaktiyle üretilirken, demokrasi ve diktatörlük kavramları bugün bildiğimizden daha farklı algılanıyordu. Ayrıca kavram üretilirken “diktatörlük” değil “devrimci diktatörlük” ifadesi kullanıldı. İnsanlar bu devrimci lafının sadece uygulayanların sıfatı olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki “devrimci diktatörlük” dediğimiz olay mutlak demokrasidir.
Peki, bu dedikleriniz, Türkiye’nin o zamanki sol çevrelerinde tam olarak anlaşılabildi mi?
Anlaşılamadı, daha doğrusu zaten anlaşıldığı, bilindiği kadarıyla anlaşıldı. Ama bizler o zaman da demokrasinin asla küçümsenecek bir olgu olmadığını savunduk. Sosyalistler başlangıçta kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlıyorlardı. Dünyada demokrat sıfatı henüz kullanılmazken, sosyalistler sosyal demokrat sıfatını kullanıyorlardı. Lenin’in yazdıklarında komünist lafı geçmediği gibi, partilerinin ismi de Rus Sosyal Demokrat Emek Partisi’ydi. 1914’te Avrupa’daki sosyal demokrat partiler, ülkelerinin 1. Dünya Savaşı’na katılmasına onay verince, Lenin ve arkadaşları da kendilerinin Avrupalı sosyal demokratlardan farklı olduklarını belirtmek için komünist olduklarını söylediler. 1917 Ekim Devrimi ile iktidara geldikten sonra partilerinin adını Rus Komünist Partisi olarak değiştirdiler. Dolayısıyla demokratlık, burjuva demokrasisi derken demokrasinin sınırlılığına da gelebiliriz. Burjuva demokrasisi, demokrasinin sınırlı ve kısıtlı bir halidir. Bunun tam demokrasi haline gelebilmesi yani yöneten-yönetilen ilişkisini ortadan kaldırmış bir insanlık durumunun ortaya çıkması ise mutlak demokrasidir. Marks’ın da, Lenin’in de devlet analizlerinin merkezinde bu vardır. O zaman devlet ve demokrasi ortadan kalkacaktır, çünkü artık insanlık yönetilme ihitiyacının ortadan kaldırıldığı bir olgunluk düzeyine varacak ve bu durumda da tabii ki devlete ihtiyaç olmayacaktır.
Ama bu ideal olan görüş. Hatta birçok insan için tam bir ütopya.
Zaten sizin neye nasıl bakacağınızı da belirleyen de bu ideal görüştür. İdeal, bugün siz onun tam tersini yaparken ileride bilinmedik bir zamanda şartları birdenbire oluşacak bir şey değildir. Bugünden yarına onun koşullarını hazırladığınız ve yavaş yavaş ona yaklaştığınız bir durumdur. Siz bir sosyalist olarak eğer kendi davranışlarınızda böyle otoriter bir üslup kullanıyorsanız ve otorite ilişkilere dayanarak iş yapıyorsanız doğru bir noktaya varamazsınız.
O zaman söyledikleriniz de inandırıcı olmaz.
Böyle bir durumda inandırıcı olmanız mümkün mü? Efendim şimdilik şartlar vs. nedeniyle otoriter olmak zorundayız diyemezsiniz. Sosyalistler koşullara ve şartlanmışlıklara karşı mücadele ederler. Bugünün bütün gerçeklik dediğimiz koşulları, sizi belli bir şekilde davranmaya davet eder. Ama siz gerçekliği dönüştürmek zorundasınız. Bugün herkes kalkıp da sokakta linçe koştuğu vakit o da bir gerçekliktir. Ama siz de kalkıp o kalabalığın önünde durursunuz. Hiç kimsenin kimseyi linç etme hakkı yoktur dersiniz. Bunu yapmazsanız da kendi kendinize suç işlemiş olursunuz. Bizi yöneten değerlerdir. Biz insanız, içgüdülerimizle davranamayız. O bakımdan ben kendi kurallarımdan sorumluyum. Benim kurallarım da böyle bir insanlık durumuna varılması gerektiğin bana söylüyorsa, ona göre davranmak zorundayım. Şartlar ne derse desin. Şartları ancak ikinci üçüncü planda dikkate alırım. Şartlar bana neyi konuşacağımı söylemezler, nasıl konuşacağımı söylerler. Tarzımı belli ederler, esası değil.
Birikim’in ikinci yayın hayatına 1989’da başlaması, tam da Sovyet sosyalizminin çöktüğü bir döneme denk geldi. 1989’dan sonra küreselleşmenin etkisiyle de yaygınlaşan neo-liberal politikalar genel itibarıyla sorgulanmıyordu. Oysa 2008 küresel ekonomik krizi ile birlikte Batı’daki neo-liberalizm yanlısı medya organlarında bile mevcut ekonomik sistem eleştirilmeye başlandı. 2008 kriziyle birlikte dünyanın girdiği ekonomik koşulların, sosyalist düşüncenin yeniden rağbet bulması için uygun şartlar oluşturduğunu düşünüyor musunuz?
Kafamızdan şunu bir atalım. Sosyalizm sadece bir iktisat alternatifi ya da iktisat politikası değildir. Sosyalizm bir dünya görüşüdür, bir var oluş biçimidir.
Dolayısıyla varlığını her daim sürdürür mü diyorsunuz?
Varlığını sürdürmesinden ziyade iktisata indirgenemez demeliyiz. Sosyalizm insanları ve insanlar arası ilişkileri esas alır. Eşitlik iktisadi bir kategori değildir, bir ilişki durumudur. Sosyalistler insanların birbirleriyle gerçekten her bakımdan eşit oldukları ve eşdeğer sayıldıkları bir toplumun, ancak ve ancak insani olarak yüceldiğimiz noktada teşekkül edeceğini bilirler. Donanımsız insanlar eşitliği zaten kabul edemezler. Çünkü donanımsız insan, güdülerine göre hareket eden, doğal ihtiyaçlarına öncelik veren insan demektir. Doğayı ve doğal güdüleri eşitlik olarak kabul etmiyoruz. Doğa eşitliğin tersidir. Sosyalizm dışındaki diğer bütün ideolojiler de, insan dediğimiz varlığın özelliklerini sınırlı sayan din de eşitlikten bahsetmez, kabul edilebilir bir adaletten bahseder. Sosyalizm ise bunun ötesinde insanın gerçekten eşitliğinden, eş değerliğinden söz eder.
Adaleti temel almak da sonuçta eşitliğe yaklaşan bir duruma götürmez mi insanlığı?
Adalet, eşitlik olmadığı gibi eşitlik de sadece malların paylaşılmasından ibaret değildir. Eşitlik ve eş değerlik durumu bir ideal olduğu vakit bizim onun koşullarını ve imkânlarını hazırlamamız söz konusudur. Oysa bugün eşitliği kabaca bir şeyleri paylaşma olarak görüyoruz. Senin iki, benim de dört tane gömleğim var. Ben gömleklerimden bir tanesini sana verdiğimde eşitlik sağlanır deniyor ama mesele bu değildir. Hatta bu, solun derdi bile değildir.
Mesele algılama açısından mı eşitliktir?
Eşitlik, benim kendime verdiğim değeri sana da veriyor olmamdır. Bunun davranışlarıma sinmiş olmasıdır. Herkes için fırsat eşitliğinin olmasının ötesinde, insanların bu fırsatları kullanma kapasitelerinin de eşit olması lazım. İnsanların fırsatları kullanma kapasitelerinin eşitliği önünde doğal yani yaratılıştan engeller olduğu söyleniyor. Bir insanın kadın ya da erkek olarak yaratılmış olması; o kadın ve erkeklerin bazılarının aptal veya doğuştan bir takım zihnî hastalık ya da eksikliklerle malul olmaları söz konusu. Sonuçta bunlar bir realite ve bu tabiat için bir sorun da değildir. Tabiat düzeni böyledir, orada zayıflar daima elenir. Ama insan için bu bir sorundur. Benim insan kardeşimin bir şeyinin eksik olması benim sorunumdur ve insanlar bunu gidermek için tarih boyunca uğraşmıştır.
Özetle sol düşüncenin tarih boyunca var olduğunu; sosyalizmin bu düşüncenin modern zamanlardaki örneği olduğunu söylüyorsunuz. Tam bu noktada, Birikim’in de 250. sayısındaki sol-ilahiyat dosyasıyla dâhil olduğu son günlerdeki İslam-sol ilişkileri ve Müslüman bir solun olabilirliği yönündeki tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’deki ve dünyanın başka bölgelerindeki Müslümanların bir kısmı, yani İslamcılık olarak adlandırılan ideolojiyi savunanlar, uzunca bir süredir “Sosyalizm vardır, kapitalizm vardır, bir de İslam vardır” şeklinde bir söylem kullanıyorlardı. Bugün insanlığın büyük bilimsel keşifler yaptığı, bu keşiflerin sonucu olan teknolojilerin hayatlarımızı değiştirdiği bir dünyada İslamcı düşüncenin gerçekten bir alternatif sunabilmesi için iki soruyu cevaplandırması gerekiyor: Bu imkânlar çerçevesinde nasıl yaşamak gerekir ve bu yaşama ne türden bir katkı yapılabilir? Tamam, elbette bir Müslüman mevcut teknolojilere göre hayatını yaşar ama sen de icat yapabiliyor musun? Sen de bu teknolojiye katkıda bulunabiliyor musun? Yani mevcut imkânların yararlanıcısı ve seyircisi misin yoksa bu sürecin aktif gücü müsün? Müslümanlar eğer alternatif olmak istiyorlarsa, mevcut imkânlar ve bu imkânların daha da çoğalacağı bir gelecek dâhilinde İslam’ın nasıl bir yaşam tarzı ve ilişkiler biçimi ön gördüğü sorusuna cevap verebilmeliler ve bu cevabın da bir farklılığı ve çekiciliği olmalı. Ayrıca mevcut imkânları arttırabilmek için ne sunduklarını da ortaya koyabilmeleri gerekiyor.
Bu bağlamda solcular ile İslamcıların işbirliği yapmaları, ideolojik açıdan sosyalizm için mi yoksa İslamcılık için mi daha faydalı olur?
Ben İslam-sol ilişkisine bir yarar ilişkisi olarak bakmıyorum. Biz kendi yazdığımız yazılarda da bunları gayet samimi olarak söylüyoruz. Öncelikle biz genel olarak dinî düşünceyi, insanlığın başından beri var olan bir durum olarak görüyoruz. İnsanlığın kendi problemlerini, içinde düşündüğü perspektiflerinden birisidir dinî düşünce. Bizim de içinde bulunduğumuz ve lâdinî dediğimiz düşünce dünyasında ise, ben insan olarak sorunlarımı sadece kendime refere ederek, kendi deneyim ve idrak kapasitem çerçevesinde çözerim. Çünkü dinler öyle ya da böyle mutlaka bir ilahi referans gösterirler. Sorunlarımızın cevabını, Yaradan’ın gönderdiği Kur’an-ı Kerim doğrultusunda arayacağımızı söyler din. İnsanı temel alan lâdinî görüş ise bizim dışımızda bir referansın olmadığını, insanın hangi kıstaslara göre davranacağını kendisinin belirlediğini savunur, insanın anlama ve yapma gücüne gönderimde bulunur. Bu iki eğilim hep vardır. Bu iki eğilimden insanın yapma gücünü öne çıkaran lâdinî düşünce, modern döneme kadar dinî düşüncenin egemenliği altındaydı, onun içindeydi. İslam tasavvuf geleneği içinde yer alan, “İnsan, Tanrı’nın halifesidir” ya da “İnsan, eşref-i mahlûkattır” tarzındaki ifadeler buna örnektir.
İslam içerisinde insan merkezli bir yaklaşıma dayalı sol bir damar vardır diyebilir miyiz?
Tabii ki. Çünkü dinî düşünce içindeki bu lâdinî düşünce damarı, modernizm süreci ile birlikte tarihte ilk defa hâkim düşünce haline geldi. Modernizm öncesinde dinin içinden kendine bir kanal bulan lâdinî düşünce, modernizm ile birlikte hegemonyasını kurdu. İnsanlık tarihi içinde bir kırılma gerçekleşti ve din büyük ölçüde modernin getirdiği kıstaslara kendini uyarlamak ve ürettiği sorulara odaklanmak zorunda kaldı. Bugün de durum böyle devam ediyor. Din tabii ki başlangıçta modern zihniyetin, lâdinî düşüncenin karşıtıydı ve ona karşı her tarafta ciddi bir mücadele verdi. Modernizm, içinde geliştiği Batı’da Hıristiyanlık, Batı dışı coğrafyalarda da İslam ve Budizm ile mücadele etti. Bugün gelinen noktada, tıpkı geçmişte lâdinî düşüncenin dinî düşünce çerçevesinde kendini ifade etmesi gibi şimdi de dinî düşünce modernin getirdiği sorulara yine modernin içinden cevaplar veriyor. Dolayısıyla İslami düşünce bugün ancak modern dünyanın bizim önümüze koyduğu problemlere dair bir şeyler söylediği vakit ilgi çekiyor. Mesela ben, neo-liberalizm karşısında İslam’ın ne dediğini merak ediyorum ve bu konuda bir cevap ile karşılaştığımda bunu dinliyorum. İslam yüzyıllar boyunca medreselerde, “Tefsir usulleri vb. nasıl olmalı?” şeklinde tartışıldı. Ama bugün İslami bir tartışmanın kamuya mal olabilmesi için bugünün dünyası hedef alınmalı ve bu bağlamda yeni bir şeyler söylenmelidir.
Dinin içindeki sol damarın su yüzüne çıkarılması çabaları Türkiye’de son aylarda yoğunlaştıysa da, daha 1960’larda Müslüman düşünürler arasında bu yönde tartışmalar yapılıyordu. İranlı düşünür Ali Şeriati’de en güçlü şekliyle, hatta belli ölçülerde Seyyid Kutub’da İslam düşüncesi içerisindeki sol damarı öne çıkaran vurgulara rastlayabiliyoruz.
Elbette, Ali Şeriati İslam-sol tartışmalarında çok önemli bir yerde duruyor. Bu arada Ali Şeriati’yi memlekete ilk defa tanıtanlar da bizlerizdir. İslam ile Marksizmi uyuşturmaya çalışan isimlerin yazdıkları, çizdikleri 1970’lerin başında Türkiye’de hiç bilinmezdi.
1990’lı yıllarda Türkiye’de İslam-demokrasi tartışmaları oldukça yoğundu. Ardından 28 Şubat ve AKP iktidarı geldi. Müslüman bir solun mümkün olabilip olamayacağının Türkiye’de bugünlerde yeniden sorulmasının sebepleri nedir? Sınıf çelişkileri dindar kitleler arasında daha mı belirginleşti?
Sınıf çelişkileri hep vardı ama dindarlar arasında ancak şimdi konuşulabilir hale geldi.
Tam da buradan Türk soluna geçelim. Türk solu, dinî inancı ya da etnik kökeni ne olursa olsun, Türkiye’de yaşayan bütün insanları yatay kesen, sınıf çelişkileri temelli bir söylem üretemediği için mi acaba insanlar sol söyleme rağbet etmiyorlar?
Demin de söylediğim gibi, Türk solunda, daha doğrusu sadece Türkiye’de değil bütün dünyada sosyalizm dediğinizde herkes aşağı yukarı zenginliğe karşı olmayı, paylaşım eşitliğini sağlamayı, insanlara diğerlerinden daha fazla ekonomik avantajlar sağlayan büyük mülkiyetin sınırlandırılması suretiyle büyük sermayenin kontrol altına alınmasını hatta devletleştirilmesi ve millileştirilmesini anlıyor. Ama insanların sosyalizmin mülkiyet kavramına genel olarak sempatiyle yaklaştığı söylenemez. Oysa mülkiyet kavramı sosyalizmin merkezindeki bir kavram değildir. Marksizmin kaynaklarına inen insanlar bilirler ki mülkiyet sorunu, üretim ilişkileri sorununun hukuki ifadesidir. Sosyalizm temelde mülkiyetten değil üretim ilişkilerindeki sorundan söz eder.
Türkiye’deki sol partilerin üretim ilişkilerini önceleyen bir söylemleri yok mu?
Hayır, yok. Türkiye’deki sol partiler üretim ilişkilerinden bahsediyorum deyip insanlara paylaşım ilişkilerini anlatıyorlar. Hâlbuki bu ikisi farklı şeylerdir. Ciddi bir Marks okuması yapan herkes, Kapital’in başında bütün bunların kavram kavram anlatıldığını bilir. Sadece işçilerin günlük hayatta yaşadıkları haksızlıklardan bahsetmek de fazla karşılık görmez. Bunları insanlara anlatmanın bir gereği yoktur çünkü insanlar zaten bunları yaşıyorlar. Neyin ne olduğunu senden benden daha iyi görüyorlar.
O zaman neden sol partilere oy vermiyorlar?
Vermezler. Çünkü sosyalizmin dili o insanları özne yapan bir dil değil. Bu toplumun geleneksel bir siyasal kültürü var. Türkiye’de insanlar kendilerini, olayların ve kendi sorunlarının çözümünün aktörü olarak görmezler. Çünkü içinde yaşadığımız toplum, baş eğdirilmiş bir toplum. Özne olma bilinci yoktur burada. Yani birilerinin insanlara bir şeyleri ihsan etmesi, bir kurtarıcının çıkıp onların adına bir şeyleri yapması zihniyeti vardır. Kendi problemimi kendim çözerim diyen bir anlayış, yeni yeni filizleniyor. Türkiye’de sol haraketler, en popüler oldukları 1970’lerde dahi insanlara hep, “Biz gelip sizi kurtaracağız” havasını verdiler. Kimse kimseyi kurtaramaz. Siz kendinizi kurtaracaksınız. Biz hep beraber kurtulacağız. Belki sol söylemin içeriğinde insanın bilinçlenerek kendi kendini kurtarması durumu da vardı ama fiiliyatta sosyalizmin büyük kahramanları vardı. Halk için kendini feda eden adamlar, örnek gösterilen insanlar vardı. Tamam, o insanlar gerçekten de öyleydiler. Sosyalistler bu anlamda son derece yiğit insanlar çıkarttılar. Ama bu sosyalizm değildir. Sosyalizm sıradan insan adına yiğitlik yapılması değil, sıradan insanın yiğitleşmesidir. Türkiye’de sosyalistler bunu yapamadığı yani sıradan insanları yiğitleştiremediği için bu noktaya geldiler. Devlet 12 Eylül’de bütün hışmıyla sosyalistleri ezince, insanlar da “Ben bunların edebiyatına niye kanayım?” demeye başladılar. Ve kendileri için daha ehveni şer yollara gittiler. Eğer biz insanların sorunları çözmek için aktör olarak öne çıkmak yerine insanların kendilerini aktör yapabilmek konusunda daha büyük gayret gösterebilseydik, o damarı işleyeseydik, hem solun hem de Türkiye’nin durumu çok daha farklı olabilirdi.
Bu damar nasıl işlenebilir? Bireyi özneleştiren bir zihniyet değişikliği bu siyasal kültür içinde nasıl mümkün olabilir?
Bunu değiştirebilmek, insandaki kapasiteyi harekete geçirebilmek için solun mevcut dilinden bambaşka bir dile ihtiyacı var. Ve bu dilin iktisatla da fazla ilgisi yoktur. İktisat teferruattır. Mesela bizim Birikim’de iktisada çok az yer verdiğimizi görürsünüz. Biz hep toplumsaldan hareket eder, sorunların daha ziyade moral-etik yaklaşımlar çerçevesinde yorumlanması üzerinden gideriz. Çünkü bizim için sosyalizm bir hayat tarzı, bir var oluş biçimidir. Türkiye’de de, dünyada da sosyalistler, kendilerinin sosyalizmi tabii ki çok iyi bildiklerini sadece onu başkalarına anlatmakta bir takım problemlerle karşılaştıklarını düşünüyorlar. Onlarar göre ortam müsait değil. Eskiden bu söylemler ne güzel tutuyordu şimdi tutmuyor. Bizde diyoruz ki, hayır kardeşim asıl o söylemin kendisi sakat. O söylem sosyalizm değil. Sosyalizmin hitap ettiği insani ihtiyaçlara bugün de seslenebilmek için sosyalistlerin yapması gereken iki şey var: Bir, bu iktisat dilini bırakın. İkincisi de bu kurtarıcı üslubunu bırakın. AKP kendini kurtarıcı olarak ortaya koyabilir zira o geleneksel bir siyasi anlayışı temsil ediyor. CHP bütün insanları kurtaracağını iddia edebilir. O da onların meselesidir. Biz ise insanlara, kibarlık olsun diye değil öyle olması gerektiği için öncelikle “Siz kendinizi kurtarın” demeliyiz. “Ben bu konuda bir gayret gösteririm ama benim çocuğum bunu benden daha fazla anlayacaktır çünkü o daha donanımlı olacaktır, daha doğrusu öyle olması gerekir” derseniz, sürekli gelişmenin insanın ayrılmaz bir vasfı olduğunu kabul ettiğinizi gösterirseniz işte o zaman köklü bir şey söylüyorsunuz demektir. Bunu yaptığınızda insanların kendilerini kavrayışlarında bir devrim yapmış olursunuz.
Paylaş
Tavsiye Et