“SON dört ayda yaşadıklarımız, Türkiye’yi öyle bir noktaya getirdi ki, şapkamızı önümüze koyup, aklımızı başımıza devşirmediğimiz taktirde, tüm hayal ve ideallerimize veda etmek ve 50 yıl geriye gidip her şeye yeniden başlamak zorunda kalacağız. Bu yüzden, bugün, düşündüklerimizi ve inandıklarımızı bütün çıplaklığıyla ortaya koymak istiyoruz”. Bu sözler, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan tarafından 26 Mart’ta “Bağımsız Düzenleyici Kurumlar ve Türkiye Uygulaması Raporu”nun tanıtım toplantısında sarfedildi. Aslında bu, büyük sermayenin siyasi iktidara yönelik ilk eleştirisi değil. Özilhan konuşmanın devamında her ne kadar, yıllarca siyasi istikrarsızlığın ekonomik gelişme önündeki en büyük engel olduğunu savunmuş bir kuruluş olarak, görüş ayrılıklarına rağmen, bu hükümete istikrar adına destek verdiklerini söylüyorsa da anlaşılan bu destek pek de uzun ömürlü olmamış. 3 Kasım seçimlerinin ardından şekillenen 58’inci ve 14 Mart’ta kurulan 59’uncu Hükümetler, göreve başlamalarından kısa bir süre geçtikten sonra iş çevrelerinin temsilcisi sivil toplum kuruluşları ve bazı köşe yazarları tarafından; tek parti iktidarı gücüyle toplumsal uzlaşma zemini yaratmak yerine popülist söylem ve uygulamalara gittikleri, istikrar programının gereklerine uymayan icraatları hayata geçirmeye çalıştıkları, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel finansal sistemin güçleriyle gereksiz gerilimler yarattıkları için sert biçimde eleştirildiler. Bu çerçevede; nema ödemelerinin mümkün olan en kısa vadede yapılması, asgari ücretin gözden geçirilmesi, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinin maaşlarının iyileştirilmesi, kamu yatırımlarının canlandırılması gibi uygulamalar hükümetin popülist yaklaşımına örnek gösteriliyor. Irak operasyonunda destek vermeyerek “ABD gibi 50 yıllık bir müttefikimizle ilişkilerin onarılması güç bir noktaya getirilmesi” ve iktidara geldiğinde bir süre “ille de benim programım” diye tutturması (ifade aynen böyle), yani IMF programını revize etmek istemesi de Batı dünyası ile ilişkileri kopararak Türkiye’yi “otoriter ve düşük gelirli bir Orta Doğu ülkesi” haline getirmeye matuf girişimin açık delillerini teşkil ediyor. Popülizm, Fransızca’da “halk” anlamına gelen peuple kelimesi ve Türkçe’de “–cılık” ile karşılanabilen “–izm” ekinin birleştirilmesiyle türetilmiş bir kavram. Dilimizde hem “halkçılık”, hem de anlam kötüleşmesine uğrayarak “ucuz halkçılık” veya “halk yardakçılığı” karşılığında kullanılmakta. Şüphesiz, uzun vadede toplumun genelinin zararına olabilecek uygulamalar ile kısa vadede göz boyayarak prim elde etmek siyasi etik açısından da toplumsal sorumluluk açısından da kınanması gereken bir davranış. Bununla birlikte ekonomik kaynakların ve değerlerin toplumun hangi kesimleri arasında nasıl ve hangi ölçüye göre paylaşılacağı noktasında siyasal otoritenin bazı çevrelerden farklı ve söz konusu çevrelerin aleyhine olabilecek tercihler sergilemesini doğrudan popülizm olarak değerlendirmek nesnel bir yargı olamaz. Bu bağlamda, toplumun neredeyse dörtte biri insanlık şerefi ve haysiyetiyle bağdaştırılamayacak ekonomik ve sosyal şartlara mahkum edilmişken, bu alanda yapılan iyileştirmelere karşı çıkmak, ama kamu kaynaklarını çok daha vahim bir biçimde hem de ekonomiye hiçbir katkı sağlamadan tahrip eden reel faizlere hiç değinmemek acaba oligarşizm veya rantiyerizm olarak isimlendirilebilir mi? Tartışma konusu olan “kamu kaynaklarının israf edilmemesi ve mali disiplinin sağlanması” ise acaba neden bütün tasarrufların belli toplum kesimleri tarafından yapılmasının bir zorunluluk olarak görüldüğü doğrusu izaha muhtaç. Söz gelimi, enflasyonun en kötü ihtimalle bile 30 puan seviyelerini aşmasının beklenmediği bir ortamda hala %60’lı seviyelerle borçlanmak da neden acaba aynı çerçevede mütalaa edilmez? Bir takım siyasetçi, bürokrat ve iş adamı kisvesindeki soyguncunun yaptığı yolsuzlukların milyarlarca doları bulan bedeli vergi mükelleflerinin sırtına yüklenirken bu politikaları ekonomik istikrar adına alkışlamak, sıra başka toplum kesimlerine gelince çok daha önemsiz bir gelir transferini popülizm nitelemesiyle eleştirmek en hafifinden çifte standart olur. Ayrıca, ekonominin talep genişlemesine ihtiyacı varken, bütün dünyada ekonomik durgunlukla mücadele yolları aranırken “reel” iş adamlarının yurt içi talebi sağlıklı ve toplumsal barışı tesis edecek tarzda canlandırmaya yönelik uygulamalara karşı çıkmasını anlayabilmek için her halde ekonomi rasyonalitesinin sınırlarını bir hayli zorlamak gerekir.
“Toplum, hükümetten tek parti iktidarının gücüyle, toplumsal uzlaşma zemininde, istikrarlı ve kararlı bir icraat beklerken, tam tersi bir manzarayla karşı karşıya kaldı: Seçimden zaferle çıkmış bir iktidarın hiç ihtiyaç duymaması gereken popülist söylem ve uygulamalar... İstikrar programının gereklerinin kavranmamış olduğunu gösteren icraatlar... Tenkitleri değerlendirmek yerine onlara sert tepki göstermeyi seçen bir yönetim anlayışı... Çok başlılık ve birbiriyle çelişen tutum ve beyanlar... Koordinasyonsuzluk... Parlamento içi ve dışı muhalefetle, sivil toplumla, bürokrasiyle gerekli diyaloğun kurulamaması...” Tuncay Özilhan’ın 13 Ocak 2003 tarihinde, dönemin Ak Parti hükümetinin ekonomiden sorumlu devlet bakanını azarlar bir edayla yaptığı konuşmadan alınan bu paragraf, yazının girişinde çizilen çerçeveye açıklayıcı bir örnek teşkil ediyor. 28 Şubat tarihindeki Irak Krizi konulu konferansta ise Özilhan; “Türkiye kendi çıkarları bu savaşın tamamen dışında kalmamasını gerektirdiği için ve istemediği gelişmelerle karşılaşmamak için asker konuşlandırma ve asker sevketme kararını almak durumundadır” diyerek “savaş taraftarı sanayici iş adamı” olmak gibi bir ilke imza atmış oldu. TÜSİAD’ın bu çerçeveyi tamamlayıcı nitelikteki bir diğer örnek(!) görüşü ise ABD’nin Türkiye’ye, muhtemel savaş zararlarını karşılamak adına yapacağını vaat ettiği ekonomik yardıma ilişkin. “Türkiye Girişimcilik Raporu”nun tanıtım toplantısı sırasında basına verdiği demeçte Özilhan, TÜSİAD’ın ABD’nin Türkiye’ye hibe yerine kredi vermesinden yana olduğunu ve bu yolla sağlanacak kaynağın popülist politikalar uygulamak amacıyla değil iç borç yönetiminde değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti.
Özetleyecek olursak; sanayi sektöründeki girişimcileri temsil eden bir sivil toplum kuruluşu, hükümetin topluma şirin görünecek politikalar uygulamasına şiddetle karşı çıkıyor. Yurtiçi tüketim talebinin canlandırılmasına da karşı ama savaşa taraftar. Son olarak savaşa girme karşılığında sağlanacak kaynağın karşılıksız olmasını istemiyor ve bu yeni borcun sadece –içinde bulunulan konjonktür gereği ödenip ödenmeyeceği konusunda şüpheler oluşmaya başlayan– eski borçların ödenmesinde kullanılmasını savunuyor. Evrensel normlar penceresinden bakarsak, bu görüşlerin, TÜSİAD’ın bir sivil toplum kuruluşu olarak savunması gereken görüşler olmadığı kolaylıkla söylenebilir. Öyleyse bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Sorunun cevabı bir yandan Türkiye’deki büyük sermaye grupları ve iş adamlarının “özel” durumlarıyla bir yandan da sivil toplum kuruluşlarının ne ölçüde sivil ve ne ölçüde toplumsal nitelik taşıdıklarıyla ilgili.
Türk iş adamı kendisini “burjuva” veya “kapitalist” gibi kelimelerle tanımlamak istemez. Bu, Ayşe Buğra’nın yerinde tespitiyle, maddi kazanç amacıyla giriştikleri faaliyetlerin meşruiyetine ilişkin güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Anlı şanlı sanayici iş adamlarımızın neredeyse hiçbiri Türkiye’de herhangi bir teknoloji geliştirmiş değildir. Bizim yerli(!) sermayedarımızı en iyi tanımlayan kavram “komprador”dur; yani uluslararası sermayenin işbirlikçisi. Mustafa Özel, “Türk burjuvazisinin ayırdedici vasfı kapıkulu ve komprador oluşudur. Kapıkulluğu, Osmanlı’dan kalan kötü mirastır; kompradorluk, Batıcılık serüveninden” diyerek bu hastalığı teşhis eder. En basit bir sanayi ürününü bile ancak patent ve lisansla üretebilen, üstelik bunu başarı sayan Türkiye’deki büyük sermayenin bu halinin nedenlerini daha iyi anlayabilmek ancak tarihe bakmakla mümkündür.
İttihad ve Terakki yönetiminin “Milli İktisat ve Milli Burjuvazi” politikası ile öne çıkardığı yerli iş adamları İkinci Meşrutiyet döneminde palazlanmaya başladılar. Mahmut Esat (Bozkurt) 1921’de yazdığı bir dizi makalede bu gelişmeyi “1908 devrimi yalnızca, bu ülkede sınıf egemenliği ilkesine dayanan bir devlet kurabilmişti. Meşruti rejim, bir Sultanın yönetiminde sınıf egemenliğine ve henüz ülkemizde var olmayan bir burjuvazinin yaratılmasına doğru yol açmaktaydı” şeklinde özetler. Bu yeni sınıf mensupları özellikle savaş yıllarında büyük vurgun imkanları buldular. Öyle ki “savaş zengini” terimi asli manasını bu dönemde buldu denilse yeridir. Ardından, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Birinci İktisat Kongresi’nin etkisiyle, Anadolu kökenli küçük ve orta boy işletmelerin önünün göreceli de olsa açıldığı bir ara dönem yaşandı. “Misak-ı İktisadi” uyarınca, hükümetin, “milli ticaretin gelişmesine, fabrikaların açılmasına, yeraltı zenginliklerinin meydana çıkarılmasına, Anadolu tüccarına yardım ederek onun zenginleştirilmesine” öncelik vermesi gerekiyordu. Hem siyasal hem ekonomik alanda filizlenmeye başlayan ümitler 1930’da kuruyuverdi. Bu “merkez”in “çevre” olarak algıladığı kesimlere indirdiği büyük bir darbeydi. 1950-60 arasında çevre yeniden nisbi bir rahatlığa erdiyse de bu uzun sürmedi. 1960’lı yıllarla başlayan dönem, artık merkez güçler koalisyonundaki yerini iyiden iyiye sağlama almış olan büyük sanayicilerin ithal ikameci sistemin koruyucu kanatları altında, montaj sanayi ile ürettikleri kalitesiz malları olağanüstü fiyatlarla iç pazara sattıkları mutlu(!) günlerdi. Ama 1980’li yıllara gelindiğinde yolun sonu görünmüştü ve Türkiye siyaset ve ekonomi alanında bir yeniden yapılanmaya tabi tutuldu. Halbuki geçen yetmiş küsur yılda yerli sanayicilerimiz ne yerli ne de sanayici olmayı başarabilmişti. Dolayısıyla yeni bir payandaya, merkezden aktarılacak yeni rant kaynaklarına hala muhtaçtılar. Bu ihtiyaç karşılanamadığında adeta “mal” bulamayan madde bağımlılarının durumunu andırır şiddetli kriz tabloları yaşanıyordu. Sorun kamu ihaleleri, vergi iadeleri ve en önemlisi iç borçlanma adlı sihirli formüllerle çözüldü. Artık sanayici iş adamlarımız, kazandıkları her 100 liralık gelirin 88 lirasını faiz ve benzeri sermaye kazançlarından elde ediyor, bu durum TÜSİAD’ın süreli yayınlarından Private View adlı derginin Yaz 1996 sayısında, sanayi firmalarının karlılıklarını koruma ve krizlere karşı esnekliklerini artırma yolunda geliştirdikleri başarılı bir strateji olarak yansıtılabiliyordu. Bu başarı(!) öyküsünün son sahnesini hala hep beraber yaşıyoruz. Con Ahmet’in Devr-i Daim Makinası’na benzeyen bu strateji sonucunda bugün Türkiye, %23’ü ortalama dört ay vadeli olan ve 20 puan reel faiz maliyeti taşıyan 95 milyar dolar iç borç stokuyla eli kolu bağlı bir hale düşmüş halde. Üstelik, “yavuz hırsız” misali en büyük yaygarayı koparanlar da bu “başarılı strateji”leriyle verimsizliklerini yıllarca gizlemeyi başaran, küresel rekabetin ringinde hiçbir zaman ulaşamayacakları yerleri Türkiye minderinde bu şikeyle sağlama alanlardan başkası değil. Çok şikayet ettikleri kamu açıklarının kimlerin fazlası haline dönüştüğü grafikte görünüyor.
Sivil toplum kuruluşu bir bileşik tamlama. İçinde yer alan kelimeler, söz konusu örgütün kurumsal bir kimliğe sahip olduğunu, sivil bir inisiyatifle kurulduğunu ve hareket ettiğini, toplumsal talepleri yansıttığını ifade ediyor. Yazının başlangıcında yapılan alıntılarda yer alan görüşler, bırakın toplumun genelinin ortak çıkarlarını, sanayici iş adamlarının rasyonel faydalarını bile yansıtmaktan bir hayli uzak. Dolayısıyla söz konusu örgütün kurumsallığı değilse bile toplumsallığı bir hayli tartışmaya açık hale geliyor. Sivil inisiyatif, devletten ve resmi inisiyatiften bağımsız olmak anlamına geldiğine ve bu grubun temsilcisi olduğu çevrelerin Türkiye’deki resmi inisiyatiften bağımsızlıkları, ancak ulusal sınırların ötesindeki başka resmi inisiyatiflere bağlanabildikleri ölçüde mümkün olabildiğine göre sivil sıfatının uygunluğu da aynı ölçüde tartışma götürür oluyor. Bu durumda Türkiye’ye özgü ve çok özel nitelikler taşıyan bu kırılgan sermayedar sınıfın teşkil ettiği, sivillik ve toplumsallıkla ilişkisi de bir hayli tartışılır olan kuruluşun ortaya koyduğu tepkilere niçin şaşırmalı? Asıl şaşırılması gereken, 2001 Şubat Krizinden kısa bir süre önce “artık on yıl ilerisini bile görebiliyoruz” diyenlerin, şimdi ülkenin geleceğine ilişkin “elli yıl geri götürmek” ifadelerini kullanarak tahminde bulunabilecek yüzü nereden buldukları olmalı.
Paylaş
Tavsiye Et