TÜRKİYE’DE Anayasal düzen, Montesquieu’nun formüle ettiği şekliyle “güçler ayrılığı” üzerine kurulmuştur. Güçler ayrılığı denilen bu sistemle devletin işlemesini sağlayan üç güç -yasama, yürütme ve yargı- üç ayrı organın denetimine verilerek birbirinden ayrı, dengeli bir sistem oluşturulmuştur. Böylelikle de güçlerin temerküzünden doğabilecek bir olumsuzluğun önüne set çekilmiş olunmaktadır.
Toplum ve devlet üzerinde etkin olan güç unsurlarından biri de medya. Medya artık anayasa hukukçuları tarafından da egemenlik güçleri arasında kabul ediliyor. Dördüncü güç olarak anılan medyanın gücü ve toplumsal yaşam üzerindeki etkileri akıl almaz bir hızla büyüyor. Buna paralel olarak, bir kamu görevi icra etmesi gereken medyada yaşanan kirlilikler ve yozlaşmalar medya ahlakının tesis edilmesini kaçınılmaz kılıyor.
İşadamlarının iktisadi ve siyasi hayat üzerindeki etkisi yadsınamayacak kadar önemli. İşadamlarının bir araya gelerek oluşturdukları birliklerin ne kadar etkin olduğunu en basit şekilde TÜSİAD’ın Türk siyasi ve ekonomik hayatı üzerindeki etkisinde görebiliriz. Bir başka deyişle siyasetin artık iki ortağı var; medya ve iş dünyası. Bu üç unsurdan her biri ayrı bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Bütün bu güç unsurlarının birbirinden ayrı olması, tek bir kişinin elinde toplanmaması, bu güçler arasında bir dengenin bağımsız bir otokontrol mekanizması etrafında kurulması hayatî önem taşıyor. Bu üç özelliğin de tek bir bünyede barındırılması ise güçler arasında oluşan dengeyi ortadan kaldırdığı gibi, oluşan güç temerküzü dayanılmaz bir baskı gücüyle fiilî iktidar haline gelir. Dokunulmazlık zırhıyla korunan siyasetçi kimliğinin medya ve iş dünyasına sağlayacağı ayrıcalıklar, medya desteğine sahip bir siyasetçinin veya işadamının rakipleri karşısındaki üstünlüğü, kaynağı şüpheli yollardan elde edilen finans gücünün desteklediği siyaset ve medya organları… Orwell’in “1984”ünden daha korkunç bir roman olur herhalde.
Ne yazık ki siyasetçi-medya-işadamı üçlemesi bilim-kurgu romanı değil. Mesela; İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi bütün bu özellikleri bünyesinde barındıran ve bunu açıkça ortaya koyan bir kişilik. İktidara geldiği dönemde bu konumu çok tartışıldı. Ülkemizde de medya patronu, işadamı ve siyasetçi olma özelliklerinin zaman zaman aynı kişide toplandığı oldu. Yakın geçmişteki çok bilinen bir örnek Cavit Çağlar’dı. Ama bu üç kimliğin kendisinde birleşmesi ona saadet getirmedi. Mal varlığını kaybettiği gibi, bakanlık yapmış bir kişiyken, ABD’den Türkiye’ye elleri kelepçeli halde getirildi. Son dönemde ise Genç Parti lideri Cem Uzan, hem gazete ve televizyon kanallarına sahip bir medya patronu, hem de işadamı olarak aynı durumun diğer örneğini sergiliyor. Bu üç özelliği de birbirini destekleyen bir mekanizma olarak kullanmasına rağmen onun da başı dertte. Son günlerde ülkemizde gündemi işgal eden ÇEAŞ ve KEPEZ olayı bu çerçeveden de değerlendirilebilir.
Bundan bir süre önce medyaya düşen bir haberle herkesin dikkati ÇEAŞ ve KEPEZ Elektrik’e çevrildi. Haber, devletin ÇEAŞ ve KEPEZ’e bir gece yarısı operasyonu ile el koyduğu, dışarı çıkmamakta direnen yöneticilerinin zorla dışarı çıkarıldığı, şirketlerle ilgili belge ve evraklara el konulduğu şeklindeydi. Bu haberlerin hemen akabinde, şirketlerin imtiyaz sahibi Uzan Grubu’nun yöneticisi ve Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan, Bursa’da düzenlediği bir mitingde, başbakana ve hükümete ağır ifadelerle saldırıyor, uygulamanın hukukî değil siyasî olduğunu söyleyerek meydan okuyordu. Kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda sağlıklı bir yargıya varmak, söz konusu şahsın üç kimliği de kendisinde toplaması dolayısıyla çok zor. Ama bunun sorumluluğu, daha baştan birbirine karışmaması gereken üç işlevi aynı kapta bir araya getirenin kendisinde değil mi?
Aslında olay, medyaya yansıdığı şekliyle bir el koyma işlemi değildi. Uzan Grubu’nun, ÇEAŞ ve KEPEZ’e ait imtiyaz sözleşmesinin gereklerini yerine getirmediği gerekçesiyle, Enerji Bakanlığı tarafından sözleşme iptal edilmiş, Uzanlara da ÇEAŞ ve KEPEZ’den el çektirilmişti. Peki, hükümeti bu kararı almaya iten, Uzanları da bu kadar kızdıran sözleşme iptalinin arka planında neler vardı?
Şunu hemen belirtmek gerekir ki bu el koyma olayı, yeni ortaya çıkmış bir uygulama değildir. Bu süreç 1995’lere dayanıyor ve bu üçüncü girişim. İlk el koyma 3 Kasım 1995’de Telsim ve ÇEAŞ için olmuştu, fakat KEPEZ işin içinde yoktu. Ön planda Enerji Bakanlığı ile Sanayi Ticaret Bakanlığı ve SPK vardı. Fakat daha sonra -her ne hikmetse- bu bakanlıklar çekilerek iş sadece SPK’ya yıkıldı. SPK’nın faaliyetleri ciddi biçimde engellenmeye çalışıldı. Yine o günlerde bakanların rüşvet aldığı iddiaları basına yansıdı. Şimdi gerçekleştirilen sözleşme iptali, 1995’ten beri zaten mevcut olan ve o zamanki girişime de gerekçe oluşturan “sözleşme hükümlerine uymama” sebebine dayanıyor.
Uzan Grubu’nun ÇEAŞ Serüveni Ne Zaman Başladı?
1992 yılı sonunda Uzanlar ÇEAŞ’ın %11 ve KEPEZ’in %24’ünü Özelleştirme İdaresi’nden satın aldılar. Fakat satın alınan hisse miktarı şirket yönetimini ele geçirebilmek için yeterli değildi. Dolayısıyla, hisseleri çoğaltabilmenin bir yolu bulunmalıydı. Piyasadan %6 kadar ilave hisse topladılar ama bu yöntem hem pahalıydı, hem de hisselerin bir miktarı belli grupların elinde olduğundan, borsadan toplamak yetmiyordu. Ayrıca hisse topladıkça fiyatlar yükseliyor, böylece maliyetler artıyordu. Bunun üzerine Uzanlar başka bir yol denemeye karar verdiler. 1993 yılı Ocak ayında, önce kendi televizyonlarında, sonra da gazetelere verdikleri ilanlarda, genel kurulda oy kullanmak için, ÇEAŞ hisselerini kendilerine sadece bir haftalığına ödünç verecek ortaklara 100 TL (sadece yüz lira) ödeyeceklerini, genel kuruldan sonra da hisseleri iade edeceklerini ilan ettiler.
Bu işlem, yani parayla vekalet toplanması, sermaye piyasası kurallarına aykırı olduğundan, SPK bunu engellemek için olayı ilgili bakanlığa bildirdi. O dönemde ilgili bakan Tansu Çiller, bu tebliği, ÇEAŞ genel kurulu yapılıp da Uzanlar şirketi ele geçirdikten sonra, Resmi Gazete’de yayımlattı. Böylece aynı yöntemle başka bir şirketin yönetimini ele geçirme imkânı kalmadı ve ÇEAŞ Türkiye’de parayla vekalet toplanarak yönetimi ele geçirilen ilk ve tek şirket olarak tarihe geçti.
Uzanlar, parayla toplanan bu vekaletler sayesinde, önceleri %11’ini özelleştirme idaresinden, %6’sını piyasadan toplayarak %17’sine sahip oldukları şirketin, yönetiminin tamamını gele geçirdiler. ÇEAŞ, 1994 yılına kadar, Türkiye’nin en çok temettü dağıtan, payları gerçek anlamda dağılmış (%90’ı halka açık) bir şirketti. Bu tarihten sonra ne olduysa birdenbire şirket zarar açıklamaya başladı. Bunun sonucu olarak yatırımcının ilgisi azaldı. Hisselerin değeri düştükçe de Uzanlar hisseleri almaya devam ettiler. Fakat hâlâ şirketin yarıdan daha azına sahiptiler. Bununla birlikte yönetim ellerinde olduğundan, temettü kararlarını engelliyor, diğer ortaklara kârdan pay vermiyorlardı. Bu durum SPK’yı rahatsız ediyordu.
ÇEAŞ Zarar Edebilir mi?
ÇEAŞ’ın yıllık kârının en az 500 milyon ile 1 milyar dolar arasında olması gerekir. Bu kârlılığın sebeplerine baktığımızda şunları görüyoruz. Özellikle üretim maliyeti çok düşüktür, yağmur suyu barajlarda birikerek elektriği üretmekte, bu elektriği tüketen sanayi kuruluşları da parayı Uzanlara ödemektedirler. Tahsilatta sorun yoktur. Faturayı ödemeyen kuruluşun elektriği anında kesilmektedir. Tahsilat sırasında çok sayıda abone ile muhatap olma sorunu yoktur; çünkü abone sayısı sadece 3.000 civarındadır ve bunlar Çukurova’nın büyük sanayi kuruluşlarıdır. Bu durumu Aktaş’la mukayese edersek daha iyi ortaya koyabiliriz. Aktaş da ÇEAŞ gibi faaliyet gösteriyordu ama kendi üretimi yoktu. TEDAŞ’tan aldığı elektriği belli bir kâr ilavesiyle vatandaşa satıyordu. Aktaş’ın abone sayısı 1,5 milyon idi. Yani Aktaş sattığı elektriğin parasını toplamak için 1,5 milyon abone ile muhatap olmak durumundaydı ve fatura rakamları ufak miktarlardan oluşmaktaydı. Oysa ÇEAŞ’ın ölçeği Aktaş’a göre en az yüz kat daha büyüktür, ortalama fatura büyüklüğü ise yüzbin dolarlarla ifade edilir. İlaveten, kilometrelerce hat döşemesine de gerek yoktur; çünkü aboneleri az sayıda sanayi tesisidir. Dolayısıyla ÇEAŞ’ın zarar etme ihtimali yoktur.
Uzan Grubu’nun diğer şirketlerine ve yatırımlarına ÇEAŞ ve KEPEZ’den elde ettikleri kaynakları aktardıkları, aslında kârlı olmayan diğer işletmelerini bu şekilde fonladıkları iddiaları ispat edilemedi. Ama daha somut bir durum SPK’nın dikkatini ÇEAŞ ve KEPEZ’e çekti. Yönetimleri Uzanlara geçmeden önce borsanın en çok temettü dağıtan hisseleri iken, bundan sonra durum dramatik bir biçimde değişti. Hissedarların başvuruları üzerine SPK 1994’den bu yana birçok kez bu şirketleri denetlemeye çalıştı ama birçok zorlukla karşılaştı. SPK’nın yetkilileri şirketten içeri alınmadı, tehdit edildi, görev yapmaları engellendi.
Nihayet 3 Kasım 1995’de dönemin başbakanının kararıyla, Enerji Bakanlığı ve SPK şirkete el koydu. Uzan yönetimi şirketten uzaklaştırıldı ve yönetim kayyımlara devredildi. 25 Aralık 1995 seçimlerinden sonra, daha önce ÇEAŞ’a devlet tarafından atanan yönetime, “işiniz bitti geri dönün” denildi ve usule aykırı olarak yapılan bir genel kurul ile yönetim yeniden Uzanlara verildi.
Oynanan son perdede kim haklı-kim haksız tartışmalarına girmek çok da anlamlı değil. Aslolan, siyasetin de, medyanın da, iş dünyasının da şaibeli duruma düşmemesini sağlamak olmalı. Aksi halde bir bardak suda kopan fırtınaların Türkiye’yi kuşku anaforlarına sürüklemesi engellenemez.
Paylaş
Tavsiye Et