ORTA DOĞU Barış Süreci’nin başladığı günden itibaren, iki taraf arasındaki çözülmesi en zor problemlerden biri, Yahudi yerleşim birimleri meselesi oldu. İsrail hükümeti mülteciler ve Kudüs sorunlarında gösterdiği uzlaşmaz tutumu yerleşim birimleri konusunda da sürdürdü. Özellikle Likud Partisi lideri Netanyahu döneminde uygulamaya konulan, Doğu Kudüs’te yeni yerleşim birimleri kurmayı amaçlayan Har Homa Projesi barış sürecinin önünde önemli bir engel teşkil etti. Söz konusu projeyle bir taraftan Doğu Kudüs’teki radikal Yahudilerin nüfusunun artması hedeflenirken, diğer taraftan Doğu Kudüs ile Batı Şeria arasındaki bağlantı kesilerek Filistinlilerin Kudüs üzerindeki haklarının sona ermesi amaçlanıyordu.
Yahudi yerleşimciler konusunda keskin virajın alındığı yıllar 1967 savaşı sonrasına rastlamaktadır. Aynı yıllar İsrail’deki radikal sağ hareketlerin yükselişe geçtiği zamanlardır. Nitekim bugüne kadar İsrail radikal sağına en büyük destek yerleşim birimlerinde yaşayan radikal Yahudilerden geldi. Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Golan Tepelerinde bulunan yerleşim birimleri radikal sağın ana üsleri durumunda oldu. 1967’de İsrail’in Batı Şeria’yı ve Gazze’yi işgal etmesiyle birlikte bu bölgelerdeki demografik yapı hızla değişmeye başladı. 1967 Savaşının hemen ardından İşçi hükümeti, işgal altındaki toprakları İsrail ile birleştirmek için harekete geçti ve Doğu Kudüs’ü ilhak etti. İlhakla birlikte Araplar Eski Kent’in bazı bölümlerinden çıkarılarak, söz konusu bölgeler Yahudi yerleşimine açıldı. Böylece kentin sınırları Batı Şeria içlerine doğru büyük oranda genişletildi. İşgal altında tutulan topraklarda sonradan sivilleştirilecek olan yarı askerî yerleşim merkezleri kuruldu. Savaştan beş hafta sonra Golan Tepeleri’nde, kısa bir süre sonra da Batı Şeria’daki Kfar Etzion’da bir yerleşim merkezi kuruldu. İşçi hükümeti’nin planlarında önemli rol oynamış olan Savunma Bakanı Moşe Dayan, “bu topraklarda kurulmuş olan yerleşim birimlerinin sonsuza kadar kalacaklarını ve gelecekteki sınırların bu merkezleri İsrail’in bir parçası olarak kapsayacağını” açıkladı. Böylece bugüne kadar devam ettirilen politikanın temelleri atılmış oldu. Gelecekteki sınırlar olarak tayin edilen bölge ise, kuzeydeki Golan tepelerinden, Sina’nın Şarm el Şeyh’deki güney ucuna, Gazze ile Sina’nın kuzeydoğusundan Ürdün nehrine kadar uzanıyordu. Yerleşim birimleri inşa etmek için İsrail’in Ürdün nehrini seçme nedeni iklim ve su miktarıyla ilgili olduğu kadar, İsrail’in doğu sınırlarını güvenlik altına almak, 1967 öncesi sınırlarına geri dönme seçeneğini ortadan kaldırmak ve Batı Şeria’da ileride kurulması muhtemel Filistin Devleti’nin oluşumunu engellemek gibi siyasi amaçlarıyla da yakından ilgiliydi. Buna rağmen yerleşim merkezleri yoluyla İsrail bu bölgede istediği oranda yerleşimci nüfus oluşturma konusunda pek başarılı olamadı. Örneğin, 1994 yılı itibariyle Ürdün nehri boyunca 30 yerleşim biriminde yaşayan 6.000 yerleşimci varken, aynı bölgede 30.000 Filistinli yaşamaktaydı.
İsrail her ne kadar Ürdün nehri boyunca yerleşim birimi kurma konusunda pek başarılı olmadıysa da, Batı Şeria’da demografik yapıyı büyük ölçüde değiştirdi. İsrail’in Batı Şeria’daki bugünkü yerleşimci haritası 1950 ve 1960’lı yıllarınkinden oldukça farklıdır. Bunun nedeni Batı Şeria’daki yeni Yahudi yerleşim merkezlerinin sayısının her geçen gün artmasıdır. 1970 ve 1980’li yıllar bu açıdan önemlidir, çünkü önceki yıllardan farklı olarak bu yıllarda İsrail’in yerleşim politikalarında ekonomik kaygılardan çok siyasi kaygılar ön plana çıktı. İsrail’in bu yıllardaki politikası işgal altındaki topraklarla bağlarını güçlendirmekti; bu sebeple de bu topraklar için yeni bir harita çizildi.
1980’li yıllarda yerleşim planlarının yapısında bazı değişiklikler öngörüldü. Buna göre, Batı Şeria’nın hayati bölgelerini, İsrail’in büyük kentlerine organik olarak bağlayacak büyük merkezlerin oluşturulması planlanmaktaydı. Bundaki amaç, ikili bir toplum yaratmak, Arap kent ve köylerini –tümü işlevsel otoyollarla birbirine bağlanmış- koğuşkent niteliğindeki büyük Yahudi banliyöleri, yerleşim merkezleri ve askeri kampların çevrelediği gettolar haline getirmekti.
Barış Süreci’nin başlamasından bu yana İsrail’in yerleşimciler politikasına karşı en ciddi uluslararası tepki 2000 yılının Kasım ayında hazırlanan Mitchell Komisyonu raporundan geldi. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Ürdün Kralı II. Abdullah ve AB Ortak Dış ve Savunma Politikası Temsilcisi Javier Solana’nın desteklediği rapor “şiddetin niye başladığı” ya da “kimin sorumlu olduğu” sorusundan ziyade, “nasıl önlenebilir” sorusunu cevaplamayı amaçladı. Rapora göre, güven artırıcı önlemlerin bir parçası olarak İsrail’in yerleşimleri tamamen dondurması gerekmekteydi. İsrail ise, yerleşimciler sorununun, iki tarafında daha önce anlaştığı üzere, Kudüs, mülteciler ve sınırlar sorunuyla birlikte nihai görüşmelerin bir parçası olduğunu belirtti. Bu sorunun diğerlerinden ayrılması gerektiğini söyleyen herhangi bir anlaşma olmadığının da altını çizdi. Filistin tarafı ise, raporun Filistinlilerin kaygılarını yeterince yansıtmadığını ileri sürdü. Yürürlüğe konmasına yönelik bir zamanlama ve uygulamasını takibe yönelik bir izleme mekanizması öngörmemesi nedeniyle rapor sorunun çözümüne herhangi bir katkı sağlamadı.
Gazze Şeridi ve Batı Şeria hattında 108 bini Doğu Kudüs’te olmak üzere yaklaşık 380 bin yerleşimcinin yaşadığı 190 yerleşim bölgesi bulunmaktadır. Oslo Barış Anlaşmaları’ndan beri yerleşim birimleri inşası devam etmektedir. II. İntifada sırasında oluşturulan BM Orta Doğu Araştırma Komisyonu (Mitchell Komisyonu) raporunda yerleşim birimlerinin barışın önündeki en büyük engellerden birisi olduğunun belirtilmesine ve bu bölgelerin inşasının durdurulması gerektiği yolunda İsrail’e çağrıda bulunulmasına rağmen, İsrail tarafından yerleşim birimleri inşası sürdürülmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et