Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Asimetrik savaşın galibi olmaz
Önder Bilgel
KASIM Türkiye için, gündemin değiştiği, insanların derinden sarsıldığı bir ay oldu. Gelişmeler, 15 Kasım günü Şişli’deki Beth İsrael (Beth Yaakov) ve Beyoğlu Kuledibi’ndeki Neve Şalom Sinagoglarına yönelik bombalı saldırılarla başladı. Yetkililer, 24 kişinin öldüğü, 300’den fazla kişinin de yaralandığı “intihar saldırısı” olarak nitelendirilen bu eylemlerin faillerinin, 1974 Bingöl doğumlu Mesut Çabuk ve 1981 Bingöl doğumlu Gökhan Elaltuntaş olduğunu dört gün gibi kısa bir sürede açıkladı. Saldırılara destek sağlayan (ve biri yine Bingöl’lü olan) iki kişi ise yurt dışına çıkmışlardı. Yapılan açıklamalarda, kimliği tespit edilen şahısların birçok kez yurt dışına çıktığı, Afganistan’da eğitim aldığı ve el-Kaide ile irtibatları olduğu da belirtildi. Bu bulgular, saldırılardan bir gün sonra, Londra’da yayımlanan el-Quds el-Arabi Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Abdülbari Atwan’a gelen elektronik posta ile aynı doğrultudaydı. El-Kaide’ye bağlı “Şehit Ebu Hafs El-Mısrî Tugayı” tarafından gönderilen mesajda kullanılan dilin el-Kaide tarzını yansıttığını ifade eden Atwan, saldırıların gerekçesinin sinagoglarda beş Mossad ajanının bulunması olarak gösterildiğini söyledi. Atwan’a göre el-Kaide’nin bundan sonraki hedefi büyük ihtimalle Türkiye ya da Yahudiler olmayacaktı; çünkü örgüt şaşırtıcı hedefler seçmeyi tercih ediyordu.
Beş gün sonra art arda patlayan iki bomba bu tahmini boşa çıkardı. 20 Kasım günü birkaç dakika arayla Levent’teki İngiliz sermayeli HSBC (Hong Kong-Shanghai Banking Corporation) genel müdürlük binasına ve Beyoğlu’ndaki İngiltere Başkonsolosluğu’na yönelik saldırılar, sadece hedefleri değil, bütün Türkiye’yi sarstı. Resmî açıklamalara göre sinagog saldırılarıyla aynı yöntemin kullanıldığı eylemlerin bilançosu 30 ölü, 57’si ağır 450’den fazla yaralı oldu. Olay yerinde oluşan hasar ve Kandilli Rasathanesi’nden yapılan, “patlamaların 1 km. çapındaki alanda 5 şiddetinde deprem gibi hissedildiği” açıklaması bombaların yıkıcı gücünü ortaya koyuyordu. İşin ilginci her iki saldırıda da patlayıcılar, kolayca elde edilebilecek gübre, sabun tozu, akaryakıt gibi malzemeler kullanılarak üretilmişti. Polis, soruşturmaya ilişkin daha ketum bir tavır takındı. Aynı örgüt eylemleri üstlendiyse de, Türkiye içindeki bağlantılara ilişkin bilgiler, ilk seferin aksine olayın hemen akabinde açıklanmadı.
Bu kadar kısa sürede bu kadar büyük terör eylemlerinin gerçekleştirilmiş olması ve eylemlerin kapsamı kadar organizasyon gücü bakımından da şaşırtıcı ölçüde etkili olması dikkat çekiciydi. 11 Eylül’ün ardından ABD’nin başlattığı operasyona karşı gerçekleştirildiği iddia edilen eylemler arasında Bali (Endonezya) saldırısı gibi çok daha fazla can kaybıyla sonuçlanan, Kazablanka’daki seri eylemler gibi daha geniş ölçekli olan veya Bağdat’taki BM merkezine yönelik saldırı gibi daha can alıcı ve ses getirici hedeflere yönelenler oldu. Ama yarattığı etkiler açısından İstanbul saldırılarının 11 Eylül ile mukayese edilebilecek çapta olduğu görüşü hiç de haksız değil.
 
Türkiye’nin 11 Eylül’ü mü?
Olaylar basına “Artık Türkiye’nin de 11 Eylül’ü var!” sloganıyla yansıdı. Gerçekten de 20 Kasım saldırıları, aynı anda biri ekonomik, diğeri siyasî hedeflere yönelmeleri bakımından 11 Eylül’ü andırıyordu. Ama bu kez ‘ikiz saldırı’lar da ‘ikiz’di. Üstelik nasıl 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik ilk saldırı bütün medyanın ilgisini olay mahalline çekmiş ve böylece ikinci saldırının daha ‘medyatik’ olması sağlanmışsa, 15 Kasım saldırıları ile 20 Kasım saldırıları arasında da benzer bir ilişki kurmak mümkün. Bilindiği üzere bu tarz eylemlerin amacı seçilen hedefe zarar vermek olduğu kadar kamuoyunda ve muhataplarda dehşet hissi uyandırmak da olduğundan, medyada buldukları yer ile etkileri orantılı olmakta.
İki dalga halinde gelen saldırılar, adeta bir meydan okuma havasında gerçekleşti. Üstelik ilk seferinde Yahudiler için kutsal olan Cumartesi günüde sinagogların hedef alınması, ikinci dalgada ise Bush’un 80 yıl sonra İngiltere’yi ziyaret eden ilk Amerikan başkanı sıfatıyla Londra’da bulunduğu sırada iki İngiliz hedefinin seçilmiş olması yine aynı mesajı taşıyordu.
Eylemlerdeki operasyonel maharet ve organizasyon, failler olarak ortaya çıkarılan kişilerin kapasitesinin çok üzerinde bir görüntü sergiliyor. Bütün güvenlik güçlerinin teyakkuzda olduğu bir ortamda eş anlı saldırıların gerçekleştirilmesi bakımından da, İstanbul’da yaşananlar ile 11 Eylül arasında benzerlik bulunuyor. İlk eylemler senkronizasyon bakımından nispeten daha kolay görünse de güvenlik önlemlerinin özel seviyede olduğu sinagoglara böylesi etkili bir şekilde saldırılması dikkat çekici. 20 Kasım’da gözlenen ise, trafik sorununun had safhada yaşandığı bir metropolde, mesai saatlerinde on dakika arayla iki ayrı noktada gerçekleştirilmiş olması bakımından şaşırtıcı. Üstelik, Galatasaray-Tepebaşı gibi araç yoğunluğunun çok fazla, yolun dar olduğu bir yerde, Başkonsolos’un -çok da mutad olmayan bir saatte- girişinin hemen ardından yapıldığı halde Levent’tekiyle senkronizasyonu bozmayan saldırı, mucizevî bir tesadüfler dizisinin eseri değilse büyük bir organizasyona işaret ediyor.
 
Tartışmalar, İddialar
Ramazan ayında dehşet görüntüleriyle çizilen trajik tablo toplumun her kesiminde infial yarattı; saldırılar ittifakla terör olarak nitelendirildi. İbadethanelerin hedef alınması ve saldırganların hedefleriyle hiçbir bağlantısı olmayan masum insanların yaşadıkları acı hiçbir mazerete yer bırakmadı; eylemler herkes tarafından açık ve kesin bir dille lanetlendi. Bununla birlikte, bu görüş birliği eylemlerin hemen ardından yoğun bir tartışma başlamasına engel teşkil etmedi.
“Hiçbir şey sadece göründüğü gibi değildir” ve “komplo teorisi içermeyen her teori komplodur” kuşkuculuğunu taşıyanlar, olaylardaki ayrıntılara, ilk bakışta görünmeyen yönlerine dikkat çektiler. Eylemlerin boyutunu, karmaşıklığını ve operasyonel seviyesini bu işin arkasında daha “büyük güçler”in yer alması gerektiğine dair bir karine olarak görenler tezlerinde hâlâ ısrarcı. Siyasî cinayetlerin yıllarca ‘faili meçhul’ kaldığı Türkiye’de, hem de bu kadar sofistike bir eylemin zanlılarının 60 saat içinde tespit edilmesi bu kuşkuları besliyor. Komploculara göre sanki her şey, dikkatleri bilhassa belli bir yöne çevirmek amacıyla özellikle kurgulanmış gibi duruyor. Bu noktada İstanbul saldırılarıyla 11 Eylül olayları arasındaki ilginç benzerliklere vurgu yapılıyor. Mesela, tıpkı 11 Eylül’de saldırganlara ait olduğu iddia edilen pasaportların (saldırı amacıyla kullanılan uçakların kara kutuları bile bulunamadığı halde) enkazın içinden çıkarıldığı gibi, sinagog saldırılarında da pasaportların bulunması bunlardan biri. Üstelik Türkiye gibi kimlik olarak pasaport taşıma alışkanlığının olmadığı bir ülkede bu durumun, dış bağlantılar konusunda ipucu bırakmak için mahsus yapılmış olduğu öne sürülüyor. Ayrıca, eylemcilerin -yasadışı eylemlerdeki genel kuralın aksine çalıntı araç kullanmayıp- saldırıları yakın akrabalarının üzerine kayıtlı araçlarla gerçekleştirmiş olmaları da bu çerçevede kuşku çekici bulunuyor.
Uluslararası terör örgütlerinin lojistik destek sağladıkları ve üs olarak kullandıkları ülkeler ile Batı ülkeleri arasında geçiş için kavşak noktası konumu taşıyan Türkiye’de dikkat çekmemeye özen gösterdikleri bir sır değil. Bu örgütlerin faaliyetleri açısından iletişim teknolojisinin etkin haberleşmeye elverdiği, finans sisteminin transferlere ve hatta para aklamaya uygun olacak kadar gelişmiş olduğu, hem demokratik yapısı dolayısıyla totaliter rejimlere göre nispeten rahat hareket edebildikleri, hem de Müslüman olması bakımından fazla dikkat çekmedikleri Türkiye gibi bir ülke çok önemli. Bu yüzden de bundan sonra kolay kolay adım atamamaları sonucunu doğuracak eylemlere kalkışması rasyonel bulunmuyor.
Türkiye’nin özellikle 1 Mart tezkeresiyle birlikte gelişen süreçte ABD-İngiltere koalisyonunun ön cephesinde yer almadığı biliniyor. İsrail ile ilişkiler de son dönemin en geri seviyesinde. Üst düzey hiçbir yetkili İsrail’e gitmediği gibi Rusya’dan dönerken Türkiye’ye uğramak isteyen Şaron’un bu talebine olumsuz cevap verildi ve yeni bir tarih önerisinde de bulunulmadı. Her ne kadar 7 Ekim tezkeresi Meclis’ten geçmişse de Türkiye kısa bir süre önce Irak’a asker göndermeyeceğini açıkça duyurdu. Bütün bu gerçeklere rağmen bu eylemlerin Türkiye’de gerçekleştirilmiş olmasını, “El-Kaide’nin demokratik ve laik tek Müslüman ülke modeli olan Türkiye’ye nefreti” ile açıklayan yorumları birçok uzman ikna edici bulmuyor.
Komplo iddialarının bir diğer boyutu, saldırılarla Türkiye’ye bir göz dağı, bir mesaj iletildiği şeklindeydi. Erdoğan’ın ilk saldırıların ardından “Devletimize ya da hükümetimize terör yoluyla verilmek istenen mesaj varsa, o mesajı elimin tersiyle ittiğimi ve ayaklarımın altına aldığımı tüm dünyaya haykırıyorum. Türkiye Cumhuriyeti devletine ve hükümetimize terör yoluyla verilecek hiçbir mesaj yoktur. Terörün göstereceği bir hakikat yoktur. Bugün terörden medet uman örgüt ya da devletler, yarın aynı bela ve musibetle kendileri de karşılaşabilirler” şeklindeki açıklaması bu komplo teorilerini savunanlar tarafından tezlerini destekleyecek bir unsur olarak gösterilmeye çalışıldı. Üstelik bu konuşmanın hemen ertesi günü gerçekleşen ikinci dalga saldırıların, kendisi için çizilen sınırlara uymayan Türkiye’ye ve mesajı reddeden Erdoğan’a cevap niteliğinde olduğu öne sürüldü.
Komplo iddiaları ‘şeytanın bile aklına gelmeyecek’ kurgulara kadar genişledi. Bilindiği gibi 2000 yılında HSBC, o dönemde, 100 trilyon liralık kârıyla özsermaye kârlılığı itibariyle dünya bankaları sıralamasında liste başında yer alan 48 yıllık Demirbank ile ortaklık yapmaya çalışıyordu. Bankanın yarı hissesi için 600 milyon dolar teklif edildiği, ama sermayedar Cıngıllıoğlu grubunun bu miktarı az bulduğu söylentisi piyasalarda dolaşıyordu. Kasım ayı sonunda yaşanan krizden çok kötü etkilenen ve TMSF’ye devredilen banka, 14 Aralık 2001’de HSBC’ye bu meblağın neredeyse dörtte birine, 350 milyon dolara satıldı. Üstelik satış, bankayı zarara uğratan bütün sorunlu varlıklar fona bırakılarak banka temizlendikten sonra yapıldı. HSBC’nin ödediği rakam, banka TMSF’ye devredildiğinde yapılan nakit enjeksiyonunu ancak karşılıyordu. 20 Kasım saldırılarının ardından bu olaylar hatırlatılarak bazı imalarda bulunuldu. Ama tabii olayın kapsamı ve boyutları göz önüne alındığında söz konusu iddiaların tutarlı bir yönü olmadığı ortada.
 
Sağlıklı Analiz Düzlemi ve Sonuçlar
Gerçekleştirilen saldırıları üç düzlemde ele almak gerekiyor. Birinci düzlemi, mikro ölçekte ve adlî/polisiye açıdan eylemi fiilen gerçekleştirenlerin, bir başka deyişle tetikçilerin belirlenmesi olarak ele almak lazım. Başbakanın da teyid ettiği gibi bu eylemin, “dinî duygularla yapılmış” olduğu görüşü ağırlık kazanıyor. Söz konusu dinî anlayışın, kendi dışındaki hayat tarzlarını olduğu kadar, dindar olsalar bile farklı din anlayışlarına sahip Müslümanları da düşman görecek kadar dışlayıcı bir niteliği olduğu görülüyor. Belki de sırf isimlendirme kolaylığı açısından el-Kaide adı verilen ve dünyanın birçok yerinde uzantıları veya bağlantıları olan bu heterojen yapı aslında varlığını savaş açtığı modernitenin son aşaması olan küreselleşmenin bazı unsurlarına dayanarak sürdürüyor. “The world’s local bank (dünyanın yerel bankası)” sloganını kullanan HSBC’yi İstanbul’da vuranları tanımlamak için de küresellik-yerellik ilişkisini ortaya koyan benzer bir ifadenin kullanabilecek olması bu paradoksun açık bir göstergesi.
Bombaların pimini çekenleri ve hatta bunların el-Kaide ağıyla bağlantılarını belirlemek tablonun bütününü görmek için yeterli değil. Türkiye’nin eylemin alanı olarak seçilmesi, ikinci saldırı dalgasında hedef alınan unsurların İngiliz ulusal varlığı ile irtibatı ve zamanlama açısından Bush’un İngiltere ziyareti sırasında yapılması ulusal birimler düzeyinde ikinci bir analizi gerektiriyor. Sinagog saldırılarını da bu çerçeveden bir ölçüde farklı, ama yakın bir düzlem olarak ele almak mümkün. Her ne kadar 15 Kasım’da ölenler (Romanya vatandaşı olan bir kişi hariç) Türk vatandaşı iseler de uluslararası sistemin ‘ulus devlet’ tanımlamasına kolay kolay sığmayan İsrail’in olaya ilgisi anlamlı.
Son olarak eylemlerin uluslararası bir boyutu olduğunu da söylemek gerekiyor. Bu bağlamda, birbirleriyle ne ölçüde bağlantılı oldukları hâlâ muamma olan el-Kaide unsurlarının ulusal yapıları kesen ve aşan yönü ele alınmalı. Öte yandan saldırılarda fiilen yer almasalar da bazı ulus devletlerin gizli birimlerinin veya bazı ulus devletler adına faaliyet gösteren uluslararası örgütlerin olayda rol oynamış olması ihtimali en az bu yön kadar önemli. Kesin olarak bilinemese de, eline ulaşan bilgileri geciktirme, görmezden gelme ve istihbarat terminolojisinde perdeleme adı verilen düzeyden, eylemcilere gizlice (hatta belki de haberleri bile olmadan) lojistik destek sağlamaya kadar varabilecek ölçüde bir ilişkinin mevcudiyeti basitçe “komplo teorisi” diyerek geçiştirilemeyecek kadar sahici.
 
Asimetrik Savaşın Galibi Olmaz
ABD Başkanı Bush’un ağzından 20 Eylül 2001’de ifade edildiği şekliyle; “Şimdi her ülke bir seçim yapmak durumunda. Ya bizimle berabersiniz ya da teröristlerle. Bugünden itibaren, teröristlere yardım veya yataklık eden bütün ülkeler ABD tarafından düşman olarak algılanacaktır” mesajı yerine ulaşmış görünüyor. Ama bu ABD’nin hedeflediğinin dışına da taşan bir isabet. Zira el-Kaide ve benzeri örgütler de tıpa tıp aynı mantıkla hareket ederek ülkeleri “bizden olanlar ve olmayanlar” şeklinde sınıflandırıyor. Bu tip tasnifler dünyayı, olayları ve tarafları ‘siyah-beyaz’ netliğinde anlama bakımından kolaylık sağlasa da, terörist olarak isimlendirilmeyi zaten göze almış grupların aksine, dünya ölçeğinde bir düzen kurma iddiasında olanlar için büyük bir zaaf teşkil eder. Bir başka deyişle ABD, 11 Eylül’ün ardından çizdiği çerçeveye hapsolmuş durumda ve bu söylemi sürdürdükçe yalnızlaşması da kaçınılmaz.
Dünya düzeni herhangi bir düzenliliği mümkün kılmayacak kadar çarpık. Ekonomi politiğin Kuzey-Güney çelişkileri ile medeniyetler savaşının Doğu-Batı gerilimi dünyayı bir avuç insan dışındaki milyarlar için yaşanacak bir yer olmaktan çıkarıyor. “Bizim yıllardır tek gıdamız olan acıdan, bir lokma da onlar tatsın” sloganıyla ifadesini bulan ve mazlumiyete dayanan bir isyan gibi gösterilen mücadele ise çözümsüzlüğü derinleştirmeden öte geçemiyor. Yapıcı değil yıkıcı niteliği o kadar baskın ki, hemen her zaman, bu savaşı verenlerin uğruna eylem yaptıkları değerleri de yıkmaları sonucunu doğuruyor. Teknik donanımları ne denli yok edici, ölçekleri ne denli devasa olsa da hegemonya cephesinin giderek kirlenen asimetrik savaşı kazanma şansı yok. Üstelik attıkları her adımda, sürdürmek için dünyayı kana ve ateşe boğdukları düzenlerinin bir dalını daha kesiyorlar. Bu galibi olmayacak bir savaş. Çözüm ise adil ve yapıcı, insanî ve kuşatıcı değerlerle harmanlanan yeni bir düzende.

Paylaş Tavsiye Et