İRAN’IN nükleer faaliyetleri ve konunun BM Güvenlik Konseyi’ndeki durumu medya organlarının gündeminde giderek daha fazla yer almaya başladı ve büyük olasılıkla bu satırların okunduğu sırada, Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve Almanya’dan müteşekkil “5+1 ülkeleri” İran aleyhinde yeni ve ilkinden daha kapsamlı bir yaptırım kararını kabul etmiş olacaklar. Birçok kimse bu durumu ABD’nin kitle imha silahları olduğu bahanesiyle Irak’ı işgal etmesinden önceki sürece benzetse de durum göründüğünden daha karmaşık.
İran’ın nükleer faaliyetleri 1970’li yılların başlarına, Batılı bir gözlemcinin “uçan ya da ateş eden ne varsa almaya çalışıyor” şeklinde bahsettiği Şah’ın ihtişamlı antik Pers İmparatorluğu’nu canlandırma rüyaları gördüğü döneme kadar uzanıyor. İslam Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı İran, muhtemelen 1980’li yılların sonuna kadar nükleer silahlara kavuşmuş olacaktı. Ancak devrimin hemen sonrasında İran-Batı ilişkilerinin bozulmasıyla İran’ın nükleer projesi de durduruldu ve başa dönülmesi için savaşın bitmesi ve Humeyni’nin ölmesi gerekti.
İran’ın sürekli olarak nükleer dosyasının şeffaf olduğunu ileri sürmesine rağmen özellikle beş yıl öncesine kadar kurucu üyesi olduğu Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile fazla işbirliği yapmaması ve bazı adımlarını gizlemesi özellikle Batı’da faaliyetlerinin içeriği hakkında kuşkular oluşturdu. ABD’nin baskısıyla Ajans’ın son yıllarda gerçekleştirdiği kapsamlı denetimler sonucunda İran’ın nükleer teknolojide büyük mesafeler kat ettiği, ancak çalışmalarının askerî boyutunun bulunmadığı ortaya çıktı. Buna rağmen ABD’nin ısrarları sonucu Ajans, İran’la ilgili her raporunda “Faaliyetlerin askerî olduğuna yönelik kanıt bulunamamakla birlikte bu yöndeki şüpheler tam olarak ortadan kalkmamıştır” diyerek adeta niyet okuyuculuğuna kalkıştı.
İran’ın temel argümanı; Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)’nı imzalamış bir ülke olarak her türlü barışçıl nükleer faaliyette bulunma hakkının olduğu ve İsrail ve Pakistan gibi bu anlaşmaya imza atmamış ülkelerin askerî amaçlı nükleer faaliyetlerine dahi itiraz etmeyen Batılı ülkelerin İran’ın sivil nükleer faaliyetlerine yönelik itirazlarının tamamen siyasi maksatla gerçekleştiği şeklinde. İran, dünyanın en büyük hidrokarbon yatakları üzerinde bulunduğu öne sürülerek nükleer enerjiye ihtiyaç duymadığı yönünde yapılan eleştirilere Rusya ve İngiltere gibi benzer ülkeleri örnek göstererek cevap veriyor; üstelik enerjinin son derece stratejik bir önem kazandığı günümüzde daha değerli fosilsel kaynakları iç tüketimde kullanmak yerine ihraç etmek istediğini söylüyor. Gerçekten de İran dünyada en çok enerji tüketen ülkelerden birisi ve tüketim alışkanlıklarının bu şekilde sürmesi durumunda yaklaşık 25 yıl içinde ihraç edecek petrolünün kalmayacağı hesaplanıyor.
İşin enerji ve ekonomi boyutu ne kadar önemli olursa olsun aslında İran -çok da haksız olmayarak- nükleer teknolojinin, savaşla ve düşük yoğunluklu çatışmalarla geçirdiği yirmi sekiz yıllık gerilime son vereceğini ya da mevcudiyetine yönelik tehditleri önemli ölçüde azaltacağını düşünüyor. İran, Irak ile sekiz yıl süren savaşının bitmesinin ardından daima ABD ve İsrail’in askerî tehditlerine maruz kaldı. İstisnasız her yıl Batı medyasında ve tabii yerli(!) çeviri organlarında “bahar aylarında İran’a karşı bir operasyon yapılacağı, planın ayrıntılarının hazırlandığı, operasyona katılacak uçakların Nevada çöllerinde ya da İsrail’de tatbikat yaptıkları” şeklinde haberler gündeme gelmektedir ki bu ülkeyi tanıyanlar halk arasında bu sözde saldırı ile ilgili ne kadar geniş bir fıkra literatürü bulunduğunu bilirler.
Bu dönem içinde büyük bir çatışma yaşanmamasına rağmen İran, söz konusu gerilimin ekonomik ve psikolojik olarak kendisini ne kadar yıprattığının farkında ve temel ideolojik söylemlerinden taviz vermeden kalıcı güvenliği elde etmenin tek yolu olarak nükleer silah teknolojisini görüyor. Bu noktada Batılılar için temel sorun askerî ve sivil nükleer faaliyetler arasındaki çizginin çok ince olması; nitekim nükleer silaha sahip olmayan Japonya, Kuzey Kore’nin nükleer denemesinin ardından istediği takdirde bir gün içinde nükleer bomba yapabileceğini açıklamıştı ki aynı durum Almanya için de söz konusu.
İran’ın güvenlik eksenli bu düşüncesi kendi açısından ne kadar doğalsa ABD açısından o kadar kabul edilemez bir duruma işaret ediyor. Ortadoğu’daki temel stratejisini İsrail’i korumak ve güçlendirmek üzerine kurmuş bir ABD ile -en azından resmî söylem düzeyinde- İsrail’i yabancılar tarafından bölgeye yerleştirilmiş bir ur olarak niteleyen İran arasında nasıl bir uzlaşma sağlanabileceği ise merak konusu. Bu anlaşmazlık o kadar şiddetli ki Irak’ın ABD eliyle Şiilere adeta hediye edilmesi bile aradaki gerilimi azaltabilmiş değil. ABD ve İsrail nükleer teknolojiye sahip bir İran’ı korkutmanın çok kolay olmayacağını, diğer yandan İran’ın devrimin etkisini ve İslamcı reflekslerini üzerinden atıp ulus-devlet çıkarlarıyla tatmin edilebilir hale gelmesi için uzun bir süreye ihtiyaç olduğunu düşünüyorlar. Oysa yirmi birinci yüzyılda oynanacak “büyük oyun” için kartların yeniden dağıtıldığı bu dönemde İran’ın hangi tarafta yer alacağı ya da hangi güce sahip olacağı bütün küresel güçler için büyük bir önem taşıyor.
İran nükleer güç elde etmenin, ABD ve İsrail’e karşı bir caydırıcılık unsuru olmasının yanı sıra bölgede ve İslam dünyasında kendisine ne kadar büyük bir itibar kazandıracağının da farkında ve bu şekilde “birinci sınıf ülkeler” arasına gireceğini düşünüyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın bir konuşmasında nükleer enerjinin ülkeyi elli yıl ileriye taşıyacağını, dolayısıyla bu teknolojiyi elde etmek için ülkedeki bütün çalışmaların on yıl boyunca durdurulmasını bile kabul edebileceklerini açıklaması, İran’ın askerî bir saldırıyı dahi göze aldığı yorumlarına neden oldu. Burada yeri gelmişken son günlerde sıkça gündeme getirilen İran’a yönelik sınırlı bir hava saldırısının ABD açısından istenilen sonucu vermekten uzak olduğunu ve yalnızca açık bir şekilde nükleer silah elde etme yolunda İran’ın elini güçlendireceğini söyleyebiliriz. Nitekim yaklaşık üç yıl kadar önce İran eski Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Hasan Ruhani, bir saldırıya uğramaları durumunda Ajans’tan çıkacaklarını, bütün nükleer tesisleri yeraltındaki korunaklı askerî sığınaklara taşıyacaklarını ve nükleer silah elde etmeme yönündeki kararlarını gözden geçireceklerini söylemekten çekinmemişti ki aynı ifadeler Ahmedinejad tarafından da tekrar edildi. Uranyum zenginleştirme faaliyetlerinde kullanılan santrifüjlerin bir varil büyüklüğünde olduğu düşünülürse bu taşıma işleminin fazla zor olmayacağı anlaşılır. İran’ın nükleer senfoniler hazırlaması ve bu ay piyasaya çıkan beş bin tümenlik banknotların üzerinde nükleer sembollerin yer alması yöneticilerin bu işi ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor ki bu gelişmeler geri adım atmayı da gittikçe daha zor hale getiriyor. İşin başka bir boyutu daha var ki 1979’da İran’da Devrim Anayasası’nın %98’lik bir oy oranıyla onaylanmasından bu yana ilk kez bu kadar geniş halk kesimleri bir devlet politikasını bu ölçüde destekliyor. Şah yanlılarından liberal Batıcı aydınlara kadar birçok kesim için nükleer enerji konusunda Batı’nın çifte standartlarına karşı durmak artık bir onur meselesi haline geldi. Oysa ABD ile olan diğer ihtilaf konularında (Filistin/Lübnan-İsrail, insan hakları veya kitle imha silahları gibi) bu oran çok daha düşük seviyede.
Son olarak geçtiğimiz birkaç ay içinde önce İranlı önde gelen nükleer uzmanlardan Erdeşir Hüseynpur’un “gaz zehirlenmesi”nden dolayı Şiraz’da çalıştığı üniversiteye ait lojmanda ölü bulunması, ardından Irak’taki İranlı diplomatların Amerikalılar tarafından tutuklanması ve son olarak Savunma Bakanı eski Yardımcısı General Ali Rıza Asgeri’nin “kendi isteğiyle!” Batı’ya sığınması, üstelik bu olayların İran basınında ABD’nin asker ve bilim adamlarından oluşan 20 kişilik bir hedef listesi hazırladığına dair çıkan haberlerin yayımlanmasının hemen ardından gerçekleşmesi, İran ve ABD arasındaki nükleer soğuk savaşın gittikçe ısınmaya başladığının işaretleri olarak değerlendirilebilir.
Paylaş
Tavsiye Et