Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Küreselleşen terör ve medya
Yücel Bulut
“KÜRESELLEŞEN günümüz dünyasında…” diye başlayan cümlelerin, artık, hepimize gına getirir ölçüde sıkça telaffuz edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Ekonominin, ticaretin, popüler kültürün, tüketim biçimlerinin vb. küreselleştiği; bir bakış açısına göre de, küreselleştirildiği günümüzde küreselleşen bir şey daha var: Terör. Sistemin pekiştirilmesine dönük küresel politikalara paralel olacak şekilde, dünya coğrafyasının çok farklı bölgelerinde “terör” eylemleriyle karşılaşılıyor.
Günümüzde, hiçbir fırsat kaçırılmaksızın hatta bizzat uygun fırsatlar yaratarak, İslam’ın “terör”le ve bilumum insanî ve ahlakî olmayan düşünce, davranış ve eylem biçimleriyle alakalandırılarak dünya kamuoyuna sunulması çabasıyla sık sık muhatap oluyoruz. 11 Eylül olayları, dünya kamuoyunun gözünde İslam’ın imajını karalamak için dünya sisteminin efendilerine çok uygun bir fırsat sundu. “Oryantalist arşiv” de, bu noktada Batılılar için son derece zengin bir kaynak işlevi gördü ve halen de görmeye devam ediyor. İkiz Kuleler’in ve Pentagon’un bombalanması sonrasında, ABD Başkanı George Bush’un tüm Batı dünyasını İslam’a karşı yeni bir Haçlı Seferi’ne çağırması, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin İslam dünyasını “barbarlık”la niteleyen sözleri, bu noktada ilk akla gelen örnekler. Yine 11 Eylül sonrasında Afganistan ve Irak’ın işgali sırasında dünya kamuoyuna geçilen görüntüler ve kullanılan dil de, İslam’a ve İslam dünyasına yönelik olumsuz imajı güçlendirmeye yönelikti.
Terör ve medya ilişkisi, özellikle son yıllarda, uzmanlar ve akademisyenler arasında yoğun olarak tartışılan konuların başında geliyor. Bu ilişkide medyanın rolünü ve önemini vurgulamak için, terör eylemlerinin medya için ve medya sayesinde gerçekleştirildiğine dair tezler de ortaya atıldı. Terörün, medyayı kendi mesajını vermek ve propagandasını yapmak için kullandığı dile getirildi. Türkiye örneğinde, medyanın terörü övecek yayınları zaten yapmayacağı düşünüldüğü için, terör eylemine ilişkin haberlerin ve görüntülerin verilmesi noktasında, devlet sansüründen kaçınmak isteniyorsa, medya kuruluşlarının bir otokontrol sistemi geliştirmeleri gereğinden bahsedildi. Hatta, kimi değerlendirmelerde İngiliz ya da Amerikan medyasının kendi ülke imajlarına zarar verebileceği endişesiyle bir çok konuda çok hassas davrandıkları örneklerle anlatıldı. Türkiye’deki durum ise, bu “bilimsel” değerlendirmelere hiç de uygun düşmüyor.
Kasım ayı içinde, İstanbul, beş gün arayla dört bombalama eylemi yaşadı. 15 Kasım 2003’te iki ayrı Sinagog önünde meydana gelen patlamalarda, saldırganlar dahil toplam 26 ölü, yüzlerce yaralı vardı. 20 Kasım 2003’te biri Taksim’deki İngiltere Başkonsolosluğu önünde, diğeri Levent’teki HSBC merkez binası önünde meydana gelen patlamalarda da saldırganlar dahil toplam 32 ölü, yine yüzlerce yaralı vardı. Eylemlerin ardında, küreselleşmeye uygun olarak çok uluslu şirket zincirlerini anımsatır şekilde el-Kaide ile uluslararası bir bağlantının varlığından söz edildi. Eylemlerin faillerinin ve örgüt bağlantılarının, Serdar Turgut’un mizahî yazılarına ya da Taha Kıvanç’ın imalı sorularına konu olmayı hak edecek şekilde, hızla belirlenmiş olmasına rağmen, olayları müteakiben medya yeni bir tartışma başlattı: “Bu terörün bir adı olmalı değil miydi?” Yapılan yayınlarda bu teröre “ad koymamanın tehlikeli bir gidiş olduğundan” söz edilmekteydi. Aslında medya, çoktan ad koymuştu bile: “İslamî/İslamcı terör”. Yapmak istediği ise, bu konulan adın İslamî bir gelenekten geldiği her fırsatta hatırlatılan hükümet tarafından ikrarını sağlamak idi. Bu çabada, muhalefet partisi ile medyanın yardımlaşması da gözlerden kaçmadı.
“İslamî terör” adlandırmasına karşı çıkanlar, öncelikle, Türkiye’de İslam’ın bir meşrûiyet kaybına uğramasını istemiyor. Başka bir deyişle, Müslümanların dillendireceği taleplerin “terör” yaftasıyla gayri meşru talepler haline gelmesinden endişe ediyorlar. Mustafa Erdoğan, bu endişeyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Dindarlar, İslam’ın adının ‘terör’ kelimesiyle kirlenmesini istemiyor. Onlar aslında İslamî toplumsal-siyasal tasavvurun ve bu arada İslam adına ileri sürülmesi mümkün siyasal taleplerin meşrûluk kaybına uğramasını önlemeye çalışıyor. Çünkü, el-Kaide ve benzeri örgütlerin eylemlerinden hareketle üretilen ‘İslamî’ veya ‘İslamcı’ terör kavramı Batı dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de yaygın kabul görürse, bu Türkiye’deki genel dinî-İslamî söylemin olduğu kadar İslamî-siyasi taleplerin de kategorik olarak gayri meşrûlaştırılması yönündeki eğilimin güçlenmesine yol açacaktır.”
“İslamî terör” nitelemesi üzerinde ısrarla duran ve böylesi bir adlandırmayı yaygınlaştırmak isteyenleri bu noktada istekli kılan da, aslında, aynı beklentiler ve gerekçelerdir. Başka pek çok örnek arasından bir tanesi, örneğin Mine G. Kırıkkanat’ın, 22 Kasım 2003 tarihli “Dinsiz Terör, Adsız Terör!” başlıklı yazısında Batılı dostlarının değerlendirmelerinde yer alan ve kendisinin de benimseyerek aktardığı, Radikal İslamcıların engellenemez duruma gelmelerine neden olabileceği için “AB standartlarında bir demokrasinin Türkiye’yi parçalayabileceği” şeklindeki ibareler, bu düşünme biçimini besleyen halet-i ruhiyeyi yansıtıyor. Bu söylem, Müslümanların demokrasi isteklerinin araçsal olduğu, gerçek amaçlarının bir şeriat devleti kurmak olduğu ve İslamcıların takiyye yaptıkları şeklindeki artık klasikleşmiş suçlamaları bünyesinde barındıran bir tablo sunuyor. Kırıkkanat, Başbakanı, aslında onun şahsında tüm İslamî duyarlılık sahiplerini, kamuoyunda taraftar bulduğunu düşündüğü yukarıdaki endişelerin geçersizliğini kanıtlamaya çağırıyor. Yıllardan beridir bu konularda hiçbir şekilde ikna olamamış; ikna olmak gibi bir niyetlerinin olduğu konusunda haklı olarak şüphe uyandıran bu çevrenin talepleri daha uzun vadeli bir plana zemin hazırlamaya dönük gibidir. Talep ettikleri adlandırma ve bu tür terörist eylemlerin bir şekilde İslam’dan kaynaklandığı kabul ettirildiğinde, kamuoyundan gelebilecek İslamî talepleri “terörist” olarak niteleyip gayri meşrû ilan ederek kamusal tartışmalardan rahatlıkla dışlama ve hatta mahkum etme imkanının doğacağı düşünülüyor.
İktidarda İslamcı bir gelenekten gelen bir siyasi partinin bulunduğu bir dönemde ve Ramazan ayında gerçekleştirilen ve üstelik İngiliz ve Siyonist hedeflere yönelik olduğu iddia edilmesine rağmen, ölenlerin yaklaşık 4/5’inin Müslüman topluma ait ve muhtemelen de oruçlu bireyler olduğu bir eylemin “İslamî terör eylemi” olarak adlandırılması anlaşılması hayli zor bir durum. 11 Eylül olaylarına ilişkin olarak cevapları hâlâ verilememiş bir dizi soru orta yerde duruyor. Bütün bunlara rağmen, olayların ardından oluşturulan medya destekli İslam aleyhtarı atmosfer ve ABD’nin “terörü temizleme, demokrasiyi koruma” adına yaptığı girişimler de, bunların sonuçları da hepimizin malûmu. Yapılmak istenen, en azından bu eylemleri fırsat bilip, Türkiye’de de benzer bir atmosferin yaratılmasıdır. Anlaşıldığı kadarıyla, Türk medyası da bu çabaya katılmaya dünden razıdır. Hürriyet gazetesinde, 20 Aralık 2003’te, Fransa’da başörtüsü konusunda yaşanan gelişmelerin arka planını anlatma iddiasıyla yayımlanmaya başlayan yazı dizisi (dizinin ilk bölümünün başlığı, Müslümanların farklı yaşam biçimleri konusunda karşısındakini öldürecek denli taassupkâr olduklarını vurgulayacak tarzda, manşetten “Mini Eteği Yüzünden Diri Diri Yaktılar” şeklinde verilmekteydi) bu çabanın en sıcak örneği olarak karşımızda duruyor.

Paylaş Tavsiye Et