EDWARD SOJA, alanın bizzat kendisinin doğal olarak var olduğunu, fakat onun organize ediliş şeklinin ve ona yüklenen anlamın toplumsal ilişkilerin, toplumsal değişimin ve daha da önemlisi toplumsal tecrübenin bir sonucu olduğunu söylerken bize mekânların sıradan araçlar değil, bizzat insanlık tarihi gibi insan ilişkilerinin bir sonucu olduğu gerçeğini hatırlatıyordu. Diğer yandan, Michael J. Dear mekânsal kalıplar ve süreçlerin tahmin ettiğimizin ötesinde günlük hayatımızdaki faaliyetlerimizi ifa etmemize imkan sağladığı, sınırladığı ve oluşturduğunu ifade ederken bizi, bir kez daha tarih kadar mekânın da insan davranışlarının oluşmasında etkili olduğu konusunda uyarıyordu. Gerçekten Napoléon Bonaparte (1808-1873) Paris’i yeniden inşa etmekle görevlendirilen Baron Georges Haussmann (1809-1891)’dan geniş bulvarlar yapmasını isterken büyük bir öngörüyle geleceğin trafik yoğunluğunu hesaba katıyor değildi. Amaç Paris’te oluşabilecek ayaklanmalara karşı, caddelerin, isyancıların bariyerleriyle kapatılamayacak kadar genişletilmesi ve muhtemel ayaklanmaların bu şekilde kolayca bastırılmasıydı. Mekânın toplumsal bilinci yansıttığını İslam kültürünün örneklerinde de görmek mümkün. Camileri kare değil de dikdörtgen şeklinde inşa eden mimarlar, Peygamberimiz (s.a.v.)’in namazını ilk safta eda edenlerin diğer saflardakilere göre daha fazla sevap aldığı hadisine uygun olarak, daha fazla kişinin sevap kazanmasını amaçlıyorlardı. Her mekânın belli toplumsal amaçlara hizmet ettiğini gösterir bir örnek de günümüzden: Çağımızın tüketim kültürüyle hayat bulan süpermarketlerini düzenleyenler, her bir temel ihtiyaç maddesini süpermarketin belirli bir köşesine yerleştirerek, bireye tüm marketi dolaştırmayı onun ve ihtiyacı olmayan maddeleri de almasını sağlamayı amaçlıyordu.
Geçmiş zamanlarda da insanlar mekânsal kalıplar tarafından sınırlanmalarına rağmen, onların hiç olmazsa bu mekânlardan, henüz istila edilmemiş doğaya istedikleri zaman kaçabilme imkanları vardı. Günümüz insanı ise belki de bütün hayatını, oluşturulmuş bu mekânlarda geçirmek zorunda kalıyor. Daha da kötüsü, kapitalist sistemin günlük çıkar hevesiyle oluşturduğu alanlaşmış mekânlara insanoğlunun adeta hapsolmasıdır.
Hastanelerde sadece bir sayıya indirgenerek hayat serüvenine başlayan modern insan, bütün yaşamını alanlaşmış mekânlarda geçirdikten sonra yine hastanelerde, toplumdan ve insani ilişkilerden uzak bir biçimde hayata veda ediyor. Sadece giriş ve çıkışlarda bilet almak veya para ödemek için durulan otoyollar, pasaport ve bilet kontrolünün dışında insani ilişkilere rastlanılmayan havaalanları; sadece aldığımız malların parasını ödemek için kasiyerlerle girdiğimiz sahte diyaloglar dışında insani ilişkilerin ortadan kaldırıldığı süpermarketler alanlaşmış mekânların başında geliyor. Marc Auge alanlarla mekânları karşılaştırdığı eserinde alanların, mekânların tersine otantik kimlik veya ilişkiler yerine yalnızlığı ve benzerliği oluşturduğunu vurguluyor. Alanlar bütün kimliklerinden uzaklaştırılmış ve sadece yolcu, müşteri veya dinleyiciye dönüştürülmüş bireylere hitap ederken, bu bireyler de sadece giriş ve çıkışlarda muhatap alınıyor. Oysa mekânlar insani ilişkilere olanak sağlayan, bireyi kimliğiyle kabul ettiği için kendisi de bir kimlik ve tarih duygusu barındıran yerlerdir. Alanlar ise bu üç güzelliğin anlamsız kaldığı kaybedilmiş yerlerdir.
Bizim geçmişimizi ve kişiliğimizi birinci elden tanıyan bakkallar yerlerini, bizi sadece giriş ve çıkışta kontrol eden süpermarketlere; aşçılarını tanıdığımız ve otantik bir damak tadı sunan lokantalar yerlerini, standart ve suni bir damak tadını bir üst kültürün damak tadı gibi veren Mcdonald’slara; kahvehanelerimiz yerlerini Starbucks kafelere bırakıyor. Bu alanlaşmış mekânlar insani ilişkileri kopma noktasına getirirken, mekâna bağlı kişilik oluşumunu da tahrip ediyor.
Mekânlarda kimlikleriyle hayat bulan bireyler, alanlarda kimliklerinden sıyrılıp rolleriyle var olma savaşı veriyor. Roller kimliği hapsederken artık oralarda yolcu, müşteri veya dinleyici “rolünü oynamak” yeterlidir; yeter ki girerken veya çıkarken role uygun davranış modeli sergilensin. Bu açıdan birey bir anlamda alanlaşmış mekânlarla bir sözleşme yaparken, yaptığı bu sözleşme ona bilet kontrolü, para ödemesi gibi teftişlerle hatırlatılır.
Alanlaşmış bu yerlerde bireylerin çevresiyle ilişkisi insani ilişkilerin yerine tabelalarla gerçekleşir. Bu tabelalar alış-verişinden seyahatine kadar modern insanın bütün hayatını kuşatmıştır. Bilgilendirici (sağdan İstanbul’a çıkış var), emredici (sağdan gidiniz), veya nehyedici (sigara içmek yasaktır) mahiyette olabilen bu tabelalar alanlaşmış mekânların dilsiz sözleridir. Alanlaşmış mekânlar, insani ilişkileri sınırlayarak insanın topluma, doğal çevrenin yerini alan ikinci bir çevre oluşturarak da tabiata yabancılaşmasına sebep olmaktadır.
Çoğu toplumsal olaylar gibi mekânların alanlaşması da tek yönlü değil, çift yönlü bir biçimde ve bulunduğu toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenir: Mekânlar alanlara dönüşürken alanlar da içindeki çevreye bağlı olarak mekânların özelliklerini gösterme eğilimine girebilir. Mcdonald’slar Amerika’da tam bir alan özelliği taşırken, Türkiye’de mekân özellikleri de taşıyabilmektedir. Amerika’da Mcdonald’slar standartlaşmış, suni damak tadını, rahatsız edici sandalyelerde ve kasiyerlerin standartlaşmış sahte diyalogları ve gülümsemeleriyle insanlara sunar. Oralarda insanların oturup sohbet etmesini sağlayan masalara yer yoktur; amaç kısa zamanda müşterinin aldığını yemesi ve alanı terk etmesidir. Türk insanı ise McDonald’sların standartlaşmış damak lezzetini değiştiremese de, bu yerleri buluşma ve sohbet için kullandığından, rahatsız edici sandalyeler yerini masalara bırakmaktadır.
“Her toplum kendi mekânını oluşturur.” Bugün değerler krizine girmiş Batı toplumu alanlaştırdığı mekânları, başka bir deyişle anlamı kaybolmuş alanları diğer toplumlara ihraç etmeye çalışıyor. Bu alanlaşmış mekânları tekrar mekânlaştırma, medeniyet özünü ve dinamiğini kaybetmemiş toplumlara düşmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et