Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
AB-Kıbrıs dönemecinde Türkiye

 

Arkadaşlar, bu ay dosya konumuz Kıbrıs. Türk dış politikasının bu en önemli ve en çetrefilli meselesini masamıza yatırıyoruz.
“Yavru Vatan”ı tartışacağız demek.
Nereden “yavru”muz oluyor Kıbrıs?
Türkiye ana vatan, Kıbrıs da yavru vatan.
Bu tezin tarihî, siyasî, hukukî, sosyolojik ve kültürel tutarlılığı yok.
Niye olmuyormuş? Orada 220 bin Türk yok mu?
Almanya’da da 2,5 milyon Türk var, ne olacak?
Arkadaşlar, bu şekilde analitik ve açıklayıcı bir tartışma yapamayız. Kıbrıs söz konusu olduğunda tartışmanın “körlerle sağırların diyaloğu”na dönme eğilimi çok yüksek. İsterseniz daha sistematik biçimde tartışalım.
Lafı ağzımdan aldın, teşekkür ederim. Zaten ‘topluYORUM’a yakışan da böylesi olur. Evet, nereden başlayalım?
Bence bu meselenin beş boyutu var. Kıbrıs, kabul etmeliyiz ki her şeyden önce Kıbrıs’ta yaşayan toplumların sorunudur ve ilk boyutu bu oluşturur. İkinci olarak, Türk-Yunan ilişkilerinin kilit noktalarından birini teşkil eder. Üçüncüsü, her iki ülkenin de iç politikaları açısından önem taşır. Adada yaşayan 220 bin Türk’ü ve 750 bin Rum’u ne Türkiye yok sayabilir, ne Yunanistan. Dördüncü boyut, Kıbrıs’ın jeostratejik konumu dolayısıyla Balkanları, Doğu Akdeniz’i ve Orta Doğu’yu etkilemesi dolayısıyla bir bölgesel sorun olmasıdır. Üstelik, Sicilya ve Sardunya’dan sonra, Akdeniz’in üçüncü büyük adasıdır. Son boyutu da hem Orta Doğu, Körfez bölgesi ve Hazar enerji bölgelerine, hem de Boğazlar ile Süveyş gibi iki su yolunun kesişim noktasına hakim konumda olması sebebiyle küresel bir mahiyet arz etmesidir.
Tevekkeli 30 yıldır hiçbir değişiklik olmadı. Bu kadar karmaşık bir sorun tabii ki kördüğüm olur.
Her kördüğümü keserek çözen bir İskender vardır. Çözüme yaklaşıldı.
Keserek çözmek çabuk ve kolay olsa da, kalıcı olmaz. Aslolan düğümü çözmek ama bağı koparmamak, bir arada tutabilmek.
Ama gerçekçi olmak da gerekiyor. 1990’da Soğuk Savaş bittikten sonra birçok kritik sorun çözüldü. Çözülmeyenlerde bile ilerleme kaydedildi. En azından pozisyonlar değişti. Bir tek Kıbrıs’ta 30 yıldır hiçbir değişiklik yok.
Haziran 1968’de başlayan toplumlararası görüşmeler sırasında Çağlayangil Denktaş’a; “Bak Denktaş, bize hazırlanmak için zaman lazım. Sen onları oyala” demiş. Denktaş da o günden beri Rumları oyalıyor.
Arkadaşlar, ne derseniz deyin; Kıbrıs konusu millî bir davadır. Bu bakımdan lehinize neticelenene kadar karşı tarafın hareketine mani olmak da bir başarıdır. Zaten Türk dışişleri son 150 yıldır bunu yapmıyor mu? Statüko her değiştiğinde bir şeyler kaybediyorsanız, statükoyu muhafaza etmeye gayret etmek tabii değil mi?
Evet ama bu konuda yapılan hataları da görmezden gelemeyiz. Bu zamana kadar bu savunma psikolojisi içinde kaldığımız için şimdi çok sıkıştırılmış bir takvime mahkum edilmiş haldeyiz.
Doğru. Mevcudu korumak bazen sizin kontrol edemediğiniz değişkenlere de bağlı olabilir. Biraz önce Kıbrıs’ın beş boyutlu bir mesele olduğunu ifade etmiştim. Bu boyutlardaki parametrelerin hepsini sabit tutmak bir süper gücün bile kapasitesini aşar. Dolayısıyla, statik dengeyi değil, dinamik dengeyi gerçekleştirmek gerekiyor. Bu ise durağanlıkla değil, istikrarlı bir dinamizmle sağlanır ancak.
İsterseniz mevcut durum ve tezler üzerinde duralım. Bir fiilî durum var; 1 Mayıs’a kadar anlaşma sağlanamazsa Kıbrıs Rum yönetimi adanın bütününü temsîlen AB’ye tam üye olacak. Önümüzde de bir plan var. Buradan başlayabiliriz.
Affedersiniz, bir dakika. Deminden beri soracağım fırsat bulamadım. Kıbrıs’ın yavru vatan olduğuna itiraz edildi ve hiçbir tutarlılığı olmadığı iddiasında bulunuldu. Bunun dayanağı ne?
Hemen söyleyeyim. Tarihî tutarlılığı yok; zira Kıbrıs ancak 1571’de Osmanlı hakimiyetine girdi ve 1878’de de İngiltere’nin kontrolüne bırakıldı. Yani Anadolu dışında ne ilk kazanılan, ne de son kaybedilen toprak. Sosyolojik açıdan Batı Trakya’dan, Ahıska’dan, Kerkük’ten, Bulgaristan’dan daha fazla Türk değil.
Bu bölgelerin hiçbirinde Türk varlığı egemen ve bağımsız değil ki.
İyi o zaman Azerbaycan var. Üstelik Kıbrıs’ın Türkiye ile toplumsal farklılaşması bu bölgelerin birçoğundan daha fazla. Siyasî açıdan 15 Kasım 1983’te bağımsızlığını ilan etmiş; Türkiye’nin -aslında sadece Türkiye’nin- tanıdığı bir ülke var. Daha öncesinde de Türkiye hep Kıbrıs’ın bütünlüğünden ve en azından konfederatif bağımsızlığından yana oldu. Güney Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği gündeme gelene kadar ilhak Türkiye’nin tezlerinde yer almadı. Bu durumda Kıbrıs’ı “yavru vatan” diye nitelendirmek tutarsızlık değil mi?
Bu aslında bazı çevrelerin bilinçaltlarının dışa vurumu bence. KKTC’nin bağımsız bir ülke olduğu tezi işleniyor ama aslında Türkiye’nin 68’inci ili gibi görülüyor.
68 Aksaray; 82’nci diyecektin.
Hayır. Aksaray 15 Haziran 1989’da il oldu. Kıbrıs ise Şubat 1975’te.
Peki coğrafyaya ne demeli? Kıbrıs adası jeolojik olarak Anadolu yarımadasından kopmuş, onun tabii bir parçası değil mi? Kıbrıs, Anadolu sahillerinden 70, Suriye’den 100, Mısır’dan 400, Rodos’tan ise 800 kilometre uzaklıkta.
Böyle iddia olur mu? O zaman Grönland’ı da Kanada’ya vermek lazım.
Yavru vatan tezine bir şey diyemem; ama tarihsel olarak Anadolu ile Kıbrıs arasında güçlü bağlar olduğu bir gerçek. Mesela; Anadolulu bir toplum olan Hititler, M.Ö. 13’üncü yüzyılda Kral Muvattalli döneminde, Kıbrıs üzerinde gerçek anlamda egemenlik kuran ilk devlettir. Romalıların M.Ö. 58’de Kıbrıs’ı ele geçirmeleri de, ancak egemenlik alanlarını Anadolu ve Suriye’ye kadar genişletmelerinden sonradır.
Osmanlılar Kıbrıs’ı Venediklilerden almadı mı?
Evet ama ada o zamana kadar da birçok el değiştirdi. Roma’nın bölünmesinin ardından Kıbrıs, coğrafi bakımdan Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde kaldı. 395 tarihinden başlayarak İstanbul’un egemenliği altına girdi. 12’nci yüzyılın sonundan 15’inci yüzyılın sonuna kadar Latin Haçlı Krallığı’nın, daha sonra Venediklilerin yönetimine geçti. Kıbrıs, bütün tarihi boyunca kesintisiz en uzun süre, 1571’den itibaren 307 yıl boyunca Türklerin hakimiyeti altında kaldı.
Bu arada Muaviye döneminde İslam ordusunun ilk deniz seferinin Kıbrıs’a yapıldığını da hatırlatalım. Bildiğim kadarıyla, Yunanlılar Bizans’ın varisi olma iddiasıyla Kıbrıs’ı Helen varlığının bir parçası olarak görüyor. Verdiğin tarihlere göre onların hakimiyeti 800 yıl olmuyor mu?
Kıbrıs kıyılarında birbirinden bağımsız ve çoğu kez de birbirleriyle savaş halinde olan ticaret kolonileri vardı. Bizans hakimiyeti sembolik bir durumdu ve bu kolonilerle sınırlı olup Kıbrıs’ın iç kısımlarına nüfuz edememişti. Ticaret kolonileri ve Bizans, Kıbrıs’a ne kültürlerini, ne de idarî sistemlerini götürebilmişti. Kıbrıs’ta idarî ve siyasî birliği kuran, adaya düzen getiren Osmanlı oldu.
İyi de bütün bunlar bugün için bir iddianın kanıtları olamaz. Biz 1974 sonrasına gelelim.
1974’e 1963’ten gelindi. 23 Kasım 1963’te, hukukî bir kılıfla da olsa, tek taraflı olarak Anayasayı ilga etmeye çalışan bizzat Makarios’tu. 21 Aralık’ta başlayan saldırılar, Kanlı Noel, Küçük Kaymaklı Katliamı birer masal değil. Üzerinden 40 yıl geçtiği için hafızalar zayıflamış olabilir ama; doktor Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ile 2 çocuğunun saklandıkları banyo küveti içinde makineli tüfeklerle kurşunlandığı, 1967’de Geçitkale’de 80 yaşındaki Hüseyin Kamadan ve 70 yaşındaki karısının hasta yataklarında kurşunlarla delik deşik edildiği, teslim olan Türk köylülerin kurşuna dizildiği ve yakıldığı unutulmamalı.
Bunlar geçmişin korkuları. 2000’li yıllarda, hem de AB üyesi bir Kıbrıs’ta bu söylediklerinin tekrarlanma ihtimali var mı? Zaten bütün problem geçmişe takılıp kalmaktan kaynaklanıyor. Evet, geçmişte kötü anılar yaşandığını kabul ediyorum; ama bütün bunları geride bırakmamız ve geleceğe bakmamız lazım. Yoksa bu hastalıklı psikoloji ile rasyonel çözüm üretemez, korkuların esiri oluruz.
Müsaadenizle bir şey hatırlatayım. Çok değil, sadece 9 yıl öncesine kadar Bosna’da yaşananları dikkate almak lazım. Avrupa’nın göbeğinde üç yıl süren Bosna faciasında 250 bin sivil katledildi. Bosna’da sık sık şahit olduğumuz sivillerin toplu mezarlara gömülmesi dehşetini biz Kıbrıs’ta daha önce yaşamıştık.
Arkadaşlar, tamam yaşananları unutmayalım ve yaşanabilecekler için önlem alalım ama Kıbrıs’ın ilânihaye bu şekilde kalması mümkün de değil, doğru da. Bu çözümün hem hukuka, hem de Türkiye’nin stratejik yönelimlerine uygun olması lazım.
Kıbrıs’ta çözüme karşı olanlar; daha doğrusu, “Mevcut durum en iyi çözümdür” tezini savunanlar da zaten, Kıbrıs’ın Türkiye için stratejik önemine vurgu yapıyor. Nasıl olacak bu?
Türkiye için Kıbrıs kadar AB’nin de stratejik önemi var. Kıbrıs’ın stratejik önemine vurgu yaparken Türkiye’nin 200 yıllık yönelimini ve 40 yıllık AB hedefini göz ardı etmek tutarsızlık olur.
Aklı başında hiç kimsenin fiilî durumu ‘çözüm’ diye savunacağını sanmıyorum. Ama…
Bunu savunan o kadar çok kişi var ki! Sen Türkiye’de yaşamıyor musun
‘Aklı başında’ dedim. Her neyse; önemli olan çözümün adil, gerçekçi ve sürdürülebilir bir düzen kurması. Sırf “sorunu çözdük” demek için atılacak hesaplanmamış adımlar daha büyük yıkımları getirebilir.
Senin iyi niyetinden kuşkum yok; ama bu muğlak söylem genellikle çözümü engelleme niyetinin paravanı olarak kullanılıyor. Türkiye’de de, Kıbrıs’ta da yaşananlar benzer; önce bir güvenlik paranoyası oluşturuluyor. Buna bağlı olarak inanılmaz bir yolsuzluk ve verimsizlik düzeni kuruluyor. İşleyişi sorgulamak isteyenler, güvenlik gerekçesiyle susturuluyor.
İyi de bir güvenlik sorunu olduğu vakıa değil mi? Herşey güllük gülistanlık mı? Bakü-Ceyhan projesini önlemek için Kıbrıs Rum kesimine S-300 füzeleri konuşlandırılmaya kalkılmadı mı? Kıbrıs Rum kesiminde Türkiye’ye karşı grupların üslendiği kamplar yok mu? Abdullah Öcalan 1999 yılında, üzerinde Kıbrıs Rum pasaportu ile yakalanmadı mı?
Hepsi doğru. Peki bunlara ne demeli? 1974’te Türkiye garantör devlet sıfatıyla, 1960 Anayasasına dayanan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurtarmak için, Kıbrıs'ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü ve güvenliğini yeniden kurmak için müdahale etmedi mi? Denktaş; “Bu, bağımsızlığımızın ortak kurucusu olan Rum toplumuna karşı girişilmiş bir hareket değildir. Tam aksine, hak ve hürriyetleri Yunanistan'daki Cunta adına ellerinden zorbalık ve silah zoruyla alınmış Rum halkını meşru hak ve hürriyetlerine kavuşturmak, başlarına oturmuş Cunta ağalarını bertaraf etmek ve meşru hükümeti kurmak gayesiyle girişilmiş sınırlı bir polis harekatıdır” dememiş miydi? Ecevit; “Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz” dememiş miydi? Aradan geçen 30 yılda neden bu amaca bağlı kalınmadı?
1960 Anayasasını Rumlar ilga etmişti de ondan. Tek taraflı fiilî durumlarla devleti ele geçirmiş, Türkleri toplama kamplarına hapsetmişlerdi.
Zaten Birinci Harekat’a kimsenin bir şey dediği yok. Ama ondan sonra Türkiye garantörü olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir bütün olarak ve harekatın başındaki iddialarına uygun olarak Türk-Rum ayrımı gözetmeden restorasyonu yerine, sadece kuzeyde bir kurtarılmış bölge kurdu. Geçmişte ne olursa olsun; İkinci Harekat’tan sonraki politikalarıyla Türkiye haklıyken haksız duruma düştü ve işgalci olarak görüldü.
O cumhuriyet 1963’te Rumlar tarafından yıkıldı. Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve temsilcilerin parlamentoya girmesine bile izin vermediler. Bizi devletten dışlamışlardı. Bunu yapan Sampson veya Grivas değil, Makarios ile Klerides’ti.
Nasıl yani? Aynı devlette birlikte görev alan insanlar değil miydi bunlar?
Ben tarihten örneklerle izah etmeye çalışayım. Kıbrıslı Türk milletvekilleri 21 Aralık 1963 saldırılarından Temmuz 1965’e kadar geçen dönemde Rum saldırıları ve ölüm korkusu ile Meclis’e gidemediler; adanın değişik bölgelerinde kuşatma altında bulunan Türk toplumu arasında elde silah direnmeye devam ettiler. Temmuz 1965’te Temsilciler Meclisi’nin Rum üyeleri kendi aralarında toplanıp Rum milletvekilleri ile Makarios’un görev süresini uzatacaklarını ve seçim yasasını değiştirip birleşik seçim listesi sistemini getireceklerini açıklamışlardı. Bunun anlamı, Türkleri Rum partilerinden aday olmaya zorlamak ve fiilen Meclisi Rumlarla doldurmaktı. Oysa Anayasaya göre seçim yasasında yapılacak değişiklikler için Türk milletvekillerinin de ayrı oy çoğunluğu gerekmekteydi.Rumların tek başlarına yasa yapma hakkı olmaması bir yana, Türkler olmadan seçim yasasını değiştirme hakları hiç yoktu.
Peki Türkler ne yaptı bunun üzerine?
Türk milletvekilleri Meclis’e dönme kararı aldılar. Bu amaçla o dönem Meclis Başkanı olan Klerides’e başvuruda bulundular ve Meclis’e dönmeleri için gerekli güvenlik önlemlerinin alınmasını istediler. Klerides “güvenliğinizi sağlayamam” diyerek bu başvuruyu reddetti.
İşte bakın, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Rumlar yıkmış.
Dahası var. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’taki özel temsilcisi Senhor Bernandes’in yardımını isteyen Türk milletvekillerine, Bernandes eşliğinde Klerides’le yapılan görüşmede, bizzat Klerides’in kendisi üç koşul ileri sürdü. Türk milletvekilleri, o güne kadar Rum temsilcilerin, Türk milletvekillerinin yokluğunda aldığı Anayasaya aykırı tek yanlı ve gayri meşru kararları tanıyacaktı. Bunların içinde Rum Millî Muhafız Ordusu’nun kuruluşuna ilişkin yasa da vardı. İkincisi, Rumların seçim yasasında yapmak istediği değişiklikleri peşinen kabul edecekler ve tasarı Meclise geldiği zaman itiraz edip karşı çıkmayacaklardı. Son olarak Meclise döndükten sonra çıkarılacak yasalar konusunda veto ve ayrı oy çoğunluğu haklarının kullanılmayacağı konusunda güvence verilecekti.
Yani oynanacak komediye figüran olacaklar öyle mi?
Tastamam. Türk milletvekilleri bu koşulları reddederek Meclise katılmalarının anayasal hakları olduğunu ve BM güvencesinde Meclise döneceklerini, bu arada Avrupa Konseyi Danışma Kurulu’na başvuracaklarını belirttiler. Bu tavır karşısında Klerides: “Meclis toplantılarına katılamazsınız, gelmeniz halinde fizikî güç kullanılarak içeri sokulmayacaksınız” tehdidinde bulundu. Yani anayasal cumhuriyeti fiilen sona erdirdi.
Arkadaşlar, 4 Mart 1964'te BM Güvenlik Konseyi, Türkiye dahil bütün garantörlerin onayı ile aldığı 186 sayılı kararıyla adada Barış Gücü konuşlandırılmasına karar verdi. 186 sayılı kararda Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yapılan atfı ne yapacaksınız?
Rum tezinin temeli bu ama doğru değil. Bizim gibi garantör ülke olan İngiltere, "Kıbrıs Cumhuriyeti" ifadesiyle 1960 sisteminde öngörülen Ortaklık Cumhuriyeti'nin kastedildiğini teyit etti ve Türkiye Barış Gücü'nün konuşlandırılmasına bu şartla rıza gösterdi. Bu husus artık gizliliği kaldırılmış olan İngiliz arşiv belgelerinde de açıkça var. Zaten güvensizliği besleyen ve sorunun çözümünü zora sokan da bu yaklaşımlar. Rumlar 186 sayılı BM kararına dayanarak hâlâ Kıbrıs’ın tek sahibi oldukları iddiasında ısrar ediyor. Geçmişte yaşananlar belli. Böyle bir ortaklığa nasıl güvenirsiniz?
Güvensizlik sadece Rumlara karşı değil ki. Ne derseniz deyin, Kıbrıs’ta 30 yıldır sürdürülen politikaların tutarlılığı yok. Kıbrıs’ta polis kuvvetlerinin KKTC İçişleri Bakanlığı’na bağlanması talebine Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Ali Nihat Özeyranlı karşı çıkmadı mı? Kıbrıslı Türk subayların terfisi albay rütbesiyle sınırlanmamış mı? Merkez Bankası’nın, havayollarının, sivil savunmanın ve daha birçok kurumun yönetimi Türkiye’den atanmıyor mu? Hatta itfaiye teşkilatı bile Türkiye Genelkurmayı’na bağlı polis teşkilatı tarafından idare edilmiyor mu? Bundan âlâ güvensizlik kaynağı mı olur?
Türkiye durumu sağlama almaya çalışıyor. Bunda anlaşılmayacak ne var? Millî güvenlik söz konusu.
İşte yine aynı yere geldik. Yolsuzluk ve verimsizlik ekonomisi de millî güvenlik gerekçesinin ardına saklanılarak sürdürülüyor. Kıbrıs dünyanın en genç emekliler ülkesi. 200 bin insanın yaşadığı KKTC’de en düşük memur maaşı 700 milyon lira. 14 bin memur ve 10 bin 629 memur emeklisi var. Vatandaşlar, ayrıca şehitlik, gazilik ve sosyal yardım olarak devletten 5 çeşit maaş alıyor. 57 bin haneye karşılık, 59 bin insan maaşa bağlı. Halbuki 1974’te Türklerin hakimiyetine geçen bölge, ada gayri safi milli hasılasının %70’e yakınını sağlıyordu. En zengin narenciye, tarım ve turizm bölgeleri ile esas ihraç limanı olan Magosa Türklere kaldı. Kıbrıs’ın en verimli tarım bölgeleri Türklerin elinde olmasına rağmen, bütün narenciye bahçelerinin yanlış politikalar sebebiyle kuruması millî güvenlik nedeniyle mi? Başta konsantre meyve suyu olmak üzere, tarıma dayalı sanayi çöktü, oteller çürüdü, turizm söndü, ihracat durdu, altyapı eskidi. Sonunda adayı, Türkiye’den gönderilen milyonlarca dolarla çevrilen bir yolsuzluk dolabına çevirdik.
Kumarhaneler ve off-shore bankacılığı sayesinde kara para cenneti haline gelmesi de cabası tabii.
Bir de çoğunluğu Türkiye’den gelen üniversite öğrencilerine dayalı ekonomi var. Boynuz kulağı geçer derler ya, işte yavru vatan da yolsuzluk ve usulsüzlükte anasını fersah fersah geride bıraktı.
Arkadaşlar, bütün bunlar doğru. Her iki bakışın da haklılık payı var.
Nasrettin Hoca fıkrası gibi oldu; sen de haklısın, sen de haklısın.
Bir dakika daha bitirmedim. Evet, öyle ama Kıbrıs meselesinin hallini, üçkağıtçıların tezleriyle “ver-kurtul”cularinkiler arasına hapsetmek de çözüm getirmiyor. Kıbrıs Türkiye için önemli.
Çok doğru. Onun için de sağlam bir temele bağlanmadan çözüme sürüklenmek çok yanlış.
Biraz açar mısın?
Kıbrıs Türkiye açısından dört noktada büyük stratejik önem taşıyor. Birincisi; Türkiye’nin Doğu Akdeniz’e hakim olması, yakın kara ve kıta havzalarına yönelik politikalarını tamamlayacak genel bir deniz stratejisinin kilit unsuru. Türkiye’yi çevreleyen Hazar, Karadeniz, Boğazlar, Ege, Doğu Akdeniz, Süveyş, Basra su hattının bütünlüğü, dolayısıyla Türkiye’nin dünyaya açılımı Kıbrıs’a bağlı. İkinci olarak Türkiye’nin enerji stratejisi açısından hayatî olan İskenderun’un güvenliği Kıbrıs’a bağlı. Üç; Kıbrıs’tan kaynaklanacak düşmanca bir tavır, Türkiye’nin en korunaklı bölgelerini tehdit altına sokar. Son olarak da adadaki Müslüman Türk varlığına karşı tarihî sorumluluklarımız var. Biraz önce Kıbrıs’ın yavru vatan olmasına itiraz edilmişti.
Ben etmiştim.
Türkiye’nin adadaki Müslüman Türk unsurunu terk etmesi, mukayese ederken zikrettiğin bütün o bölgeleri etkileyebilir. Osmanlı-Türk dış politikasının temel parametrelerinden biri, terk edilen topraklarda kalan Müslüman unsurların güvenliğini ve sürekliliğini korumak olageldi. Kıbrıs gibi bir millî davada gösterilecek zaaf dalga dalga yayılma eğilimi gösterir.
Evet, isterseniz artık mevcut plana gelelim. Bu planı kabul etmek mi zor, etmemek mi zor? Kıbrıs söz konusu olduğunda gitmek mi zor, kalmak mı zor?
Çok şiirsel oldu.
Hatta şarkısal oldu.
Çözümü isteyenler ve istemeyenler var. Kıbrıs’ta da, Türkiye’de de bu konuda kutuplaşma yaşanıyor. Ayrıca Annan Planı’nı da tartışalım.
Değişimden, AB ile bütünleşmeden, özgürlüklerden ve şeffaflıktan yana olanlar; Türkiye’nin uluslar ailesinin saygın bir üyesi, bölgesinde başlattığı barış, demokrasi ve işbirliği stratejisini sürdürmesini önemseyenler çözümü destekliyor.
Türkiye’nin bekâsını önemseyenler, 450 yıldır teslimiyetçi bir pragmatizme savrulmamasını ve bölgesinde etkin bir güç olmasını savunanlar da Annan Planı’nın oldu-bittiye getirilmemesini, adil bir çözümü savunuyorlar.
Önemli olan Kıbrıslıların ne istediği değil mi? Az önce Kıbrıs’ın stratejik öneminden bahsedilirken dikkatimi bir şey çekti. Adadaki Türk toplumunun güvenliği dördüncü sırada sayıldı.
Konuların önemine göre bir sıralama değildi o.
Ben o görüşte değilim. Belki bilinçli değildi, ama Türkiye’de yerleşik algıyı yansıtan iyi bir örnek. 1963, 64, 67 ve 74’teki müdahalelerde Türk toplumu birinci öncelikteydi. Ama zaman içinde, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Körfez’in, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın değişen konumuna göre stratejiler yeniden şekillenince diğer öncelikler ön plana geçti. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilişkileri de buna uygun olarak yeniden şekillendirildi. Kıbrıs halkı bunu hissettiği için Türkiye’ye ve Türkiye eksenli politikalara bakışı değişti.
Bu konunun tartışılacak nesi kaldı ki? Önemli olan Kıbrıs halkının talepleri ise Kıbrıs halkı çözümden yana. Sınırlar açıldı ve hiçbir sorun yaşanmadı. Annan Planı, iki kesimin siyasal eşitliğine dayanan ideal bir çözüm.
Arkadaşlar bu yaklaşım sağlıklı değil. Türkiye’nin içinde yer almadığı bir çözüm tarafların hiçbirine yarar sağlamayacağı gibi bölgedeki dengeleri gözetmeyeceği için istikrarı bozma potansiyeli taşıyacak, kalıcı olmayacaktır.
Planın temel sorunu şu; bir uyuşmazlık çıkmayacağı, tarafların iyi niyet ilkesi doğrultusunda hareket edeceği varsayılıyor. Böyle olursa gerçekten sorun yok. Ama Rum kesimi dengeyi lehine çevirmek için harekete geçerse, ki buna güçleri yetebilir, plan bir mayın tarlasına dönüşebilir.
Denktaş’ın dediği gibi çok ince tuzaklar ve çok ince oyunlar mı gizli?
İstendiği takdirde kötüye kullanılabilecek hususlar olduğu bir gerçek.
Bütün ortaklıklarda bu risk vardır. Karşılıklı sevgiye ve saygıya dayanan evlilikler bile olumsuz neticelenebiliyor.
Ama işte sorun burada. Bu evlilik Katolik nikahı gibi; ayrılmak yok. Ayrıca baştan her iki tarafın da eşit, hür, yetişkin insanlar olduğu kabul edilmiyor. Denktaş’ın talep ettiği bu.
Gerçekçi olmak lazım. Kimse Rumların, KKTC’nin egemen bir devlet olduğunu kabul etmesini beklememeli. Biz nasıl onlarla ilgili kuşku duyuyorsak, onların da bizden kuşkulanmasını haklı çıkaracak sebepleri var. Önemli olan; mevcut şartlar içinde en iyi çözüme ulaşmak. Yoksa bana sorsanız, ben Kıbrıs’ın tamamının Türkiye’nin egemen toprağı olmasını da isterim. Ama bu gerçekçi değil.
Annan Planı’nda uzlaşmaya yanaşmayan taraf olarak Türk tarafını gösterdiler. Bu plan gerçekten üzerinde müzakere etmeye değmeyecek bir tuzak ise şimdi ne oldu?
Doğrusunu söylemek gerekirse oradaki tavır çok sağlıklı değildi. Aslında Rum tarafı da hoşnut değil. Ayrıca nasıl olsa AB’ye giriş vizesini aldıklarını düşündükleri için işi yokuşa sürmeye daha yatkınlar. Planda kabul edilemeyecek birçok nokta vardı, ama müzakereleri sürdürmek gerekiyordu.
Ama hatırlarsınız Kofi Annan müzakerelere devam etmek için referanduma götürme taahhüdü istedi.
Olsun. Siz müzakereci olarak uzlaşmaz görünmemek için kabul edip konuyu halkınıza anlatırsınız. Annan Planı’nda kesinlikle direnilmesi gereken ve sorunun çok somut göründüğü hususlar vardı. Mesela; on binlerce kişiyi yersiz-yurtsuz bırakacak ve yeniden göç yollarına düşürecek toprak ve mülkiyet düzenlemeleri, ileride birçok ihtilafa hatta çatışmaya yol açabilecek girintili-çıkıntılı sınır önerisi gibi. Buralarda direnç gösterilebilirdi. Ama planın geneli kabul edilmeyince, topyekûn bir ret tavrı sergilenince uluslararası kamuoyu nezdinde olumsuz bir konuma düşüldü. De Soto’yu beğenmeyebiliriz. Yanlı davrandığını da düşünebiliriz. Ama BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs özel temsilcisinin açıkça Denktaş’ı suçlamasının, uluslararası düzeyde bir etkisi olacağı açık.
Bu plan, birçok bakımdan 1960 Anayasasının, 1975 Viyana Nüfus Mübadelesi anlaşmasının, 1977 Denktaş-Makarios ve 1979 Denktaş-Kipriyanu anlaşmalarının gerisinde kalıyor. 1960’ta önemli konularda Türk üyelerin ayrı oy çoğunluğunun aranması vardı. İki toplumlu ve iki kesimli bir devlet söz konusuydu. Mübadele anlaşmasıyla Türklerin özgür bölgeye geçmesi sağlanmış ve iki toplumlu, iki kesimli federal bir Cumhuriyetin temelleri oluşturulmuştu. Kıbrıs Türkleri, tarihte ilk kez bütün nüfusları ile sınırları belli bir bölgede toplanma ve bu sınırı koruma olanağına kavuşmuşlardı. Geçmişte Rumlar tarafından kuşatılmış küçük "gettolara" hapsedildiğimizi unutmayalım.
Annan Planı’nda gördüğünüz en önemli sorunlar neler?
İki toplumdan değil iki parça devletten söz ediliyor. Yani Türk Parça Devleti (TPD)’nin vatandaşlık hakkını elde eden Rumlar da oy kullanıp Türk devletinin temsilcilerini ve senatörlerini seçecek. 1960 sistemi, Türkler ile Rumlar arasında sağlanan bir denge üzerine kurulmuştu. Annan Planı’nda kurulmaya çalışılan denge ise, Türkler ile Rumlar arasında değil, TPD ile Rum Parça Devleti (RPD) arasında. Parlamentoda, önemli konularda Türk Parça Devleti’nden gelen üyeler için, ayrı oy çoğunluğu aranmıyor; çünkü teorik olarak TPD’yi Rumlar da temsil edebilecek. Kuzeye ilk anda dönecek 65 yaş üzerindeki Rum sayısı 21 bin. Birer refakatçi ile bu sayı 42 bine çıkıyor. Karpaz'a dönecek Rum sayısı 8 bin 400. Çocukları ile bu sayı 20 bine çıkıyor. Bunlara ilaveten nüfusumuzun %21'i oranında gelecek Rum sayısı 42 bin. Türkiye'nin AB'ye girişiyle birlikte tüm sınırlamalar kalkıyor. Bunlar, yeniden 1963-74 gerilimlerine çanak tutmaktan başka bir şey değil. 50 bin Türk’ün göçmen haline getirilmesi, kuzey bölgesinin savunma derinliğini yok eden sınır yapısı, Karpaz-Güzelyurt seçeneklerinden birine zorlanarak maruz bırakıldığımız insani ve stratejik dayatmayı saymıyorum bile.
Bunlar önemli sorunlar değil. AB’ye girip hiçbir ortak tarihsel ve kültürel paydanız olmayan 300 milyon insanla egemenliğinizi paylaşmayı kabul ediyorsanız, bu sorunlar çok rahat hallolur. Şunu anlamak lazım; Türkler egemenliklerini Rumlara veya Rumlar Türklere devretmeyecek; her iki kesim de AB’ye devredecek. AB şemsiyesi altında bunların hepsi çözülür.
Annan Planı Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulmak için değil, Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye sorunsuz biçimde girmesini sağlamak için bulunmuş bir çözüm. Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin bir biçimde işlemesini önleyecek bir sürü prosedür var. Rahatlıkla gerginliğe yol açacak kilitlenmeler yaşanabilir. Kıbrıs vatandaşı olmayan kişilere devlet yönetiminde yüksek yargı ve Merkez Bankası gibi kritik konumlarda yer verilmesi dikkat edilmesi gereken bir husus. BM Güvenlik Konseyi’ne çok geniş yetkiler bırakılmış. Mülkiyet ve toprakla ilgili noktalara zaten değinildi. Son olarak Türkiye’nin garantörlüğünün Türk toplumunu değil BKC’yi kapsaması ve BM Güvenlik Konseyi'ne dayalı bir garantörlük sistemi getirmesi de sorun. BM Güvenlik Konseyi'nden çıkacak bir karar sonrasında, Türkiye'nin, garantör ülke olarak bu karardan bağımsız, farklı bir tavır almakta ciddi olarak zorlanacağını da şimdiden görmek gerekir.
Türkiye’nin AB-Kıbrıs dönemecinde veya açmazında olduğu görülüyor. Umarım bu dönemeci aşar, bu açmazdan çıkarız. Bakalım gelecek günler neler gösterecek.

Paylaş Tavsiye Et