Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Mütereddit taşranın modernliğe cevabı
Süleyman Seyfi Öğün
MUHAFAZAKÂRLIK politik dünya ile istikrarsız sayılabilecek ilişkilere sahiptir. Bir bakıma kendi ontolojik gerçekliği politik süreçlerin reddinden geçmektedir. Muhafazakârlık, sınırları ve muhteviyatı Fransız jakobenizmi tarafından tayin olunmuş olan politik eyleme bir karşı duruş biçimi olarak tezahür eder. Gerçekten de muhafazakârlık, politika-öncesi olarak gördüğü ve kültürel olarak damgaladığı süreçlere ısrarlı bir şekilde iltifat eder.
Muhafazakârlığın politik dünyaya karşı geliştirdiği mesafe paradoksal bir şekilde onun politikleşmesine de temel teşkil etmektedir. Bu politik olanın tabiatını değiştirmek ile ilgili bir durumdur. Muhafazakârlara göre eğer politika ilerlemecilere bırakılırsa sosyal bir cinnet ve felaket kaçınılmaz olacaktır. O halde tarih, gelenek, akl-ı selim gibi politik radikallerin hesaba katmadığı, hatta apaçık olarak küçümseyip reddettiği değerler üzerinden duruma vaziyet etmek icap etmektedir. İstemeden veya gayet çekingen bir edayla da olsa bu minval üzere muhafazakârlık politikaya soyunur.
Politik radikalizmin hesapsızlığı karşısında bu tavır başlangıç itibarıyla vaitkar olarak da görülebilir. Öte yandan, modernleşme karşısında mütereddit olan taşranın politik katılımını sağlamada muhafazakârlığın önemli bir işlev gördüğü söylenebilir.
Bununla birlikte muhafazakârlığın politikleşmesi, orta vadede büyük sıkıntılar doğurmaya adaydır. Bu sıkıntıların başında zaman ve mekan konusunda epistemolojik temellerinin zayıflığı kendisini hissettirir. Öyle ki, muhafazakârlık, referans verdiği modernleşme-öncesi kavramları modernleşmenin zaman ve mekan disiplini içinde algılar. Tarih muhafazakârların gözünde doğrusal bir çerçeveye kavuşur; yani doğrusal bir gidiş kaçınılmazdır. Muhafazakârlığın müdahalesi burada süreçleri denetlemek olabilecektir. Oysa tarihi doğrusallık modernliğin zaman tasarımıdır ve nihayetinde çoğu kez çevrimsel olan geleneği karşılamaz. Bunun gibi devlet, topluluk ve kültür de kaba soyutlamalar olarak algılanır ve yorumlanır. Mekan düzeyinde ise muhafazakârların duruşu modernliğin armağanı olan şehirler iken, referansları büyük ölçüde kırsal ya da taşralı değerlerdir. Bu Heidegger’in “orada olmak” dediği şeydir.
Muhafazakârlığın zaman ve mekan konusundaki paradoksları, onu tutarsız kılmaktadır. Bir tanıma göre muhafazakâr neyi muhafaza etmek konusunda mütereddit kalmış bir zihniyet örüntüsüne sahiptir. Muhit ikliminin ya da tarihselliğinin dışına çıkmış olan kültürel ve moral değerleri savunmak bir bakıma onların tarih içindeki eriyişine tanıklık etmektir. Muhafazakâr edebiyatlara sinen örtük ya da açık mersiye üslubu bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Muhafazakârlık, kavramlarını büyük harflere dayalı bir alfabe üzerinden telaffuz edecektir. Oysa gariptir ki; hayat ya da muhafazakârların pek sevdiği bir kavram olan tecrübe, küçük harflerden oluşan bir alfabe üzerinden tarihe nakşolur.
Bu paradoksların yol açtığı sıkıntılar, muhafazakârlığın politik serencamına doğrudan etkimektedir. Büyük harfler üzerinden okunan kavramlar, organik bir mahiyet kazanacak ve politik demokrasiyi sıkıntıya sokacaktır. Bu çerçevede muhafazakârlığın politik sicili hayli karanlık bir şekilde tezahür eder. Özellikle, politik katılmanın ekonomi-politik üzerinden olan açılımlarında muhafazakârlar hemen tepki verecektir. İdeolojik olarak sol ile ödünsüz bir hesaplaşmanın içinde göreceğizdir onları. Soğuk Savaş dönemindeki muhafazakâr politikalar hummalı, yer yer paranoyaklığa varan bir manzara gösterir ve belleklerdeki hatırası son derecede kötüdür.
Muhafazakârlık ile liberalizm politik sürecin yapılandırılmasında bazen ortak, ama çoğu kez de aykırı pozisyonların aktörleri olarak gözükür. Ortak noktalarından en dikkat çekeni politik katılımın kitle baskılarına açılmasına karşı geliştirdikleri tepkidir. Ama muhafazakârlar, bu süreci bir yozlaşma olarak görüp, kitleleri topluluğun moral özleri doğrultusunda tedip etmeyi savunurken; liberaller bu durumu bireyin engellenmemiş benliği karşısında en mühim engellerden birisi olarak telakki ederler ve hukuk aracılığıyla bireyin devlet karşısında olduğu kadar, cemaat karşısında da negatif anlamda özgürleştirilmesini savunurlar.
Muhafazakârlığın güncel yorumlarının yaygın bir yanlış değerlendirmenin konusu olduğunu düşünmek için hatırı sayılır nedenler vardır. 1980’ler sonrasında liberalizm ile muhafazakârlığın sözde evliliği hakim bir ideoloji olarak kabul edilmeye başlamıştır. Buradaki kurgu bir basitlemenin ürünüdür. Marksizmin ünlü alt yapı-üst yapı ilişkisini çağrıştırır bir biçimde, ekonomik liberalizm ile politik liberalizmin buluşması ve muhafazakâr temalarla soslandırılarak hakim ve tartışılmaz bir ideoloji olarak sunulması söz konusudur. Bu basitçi değerlendirmeler aslında alâkasızdır. Çünkü liberalizm (bu kavram bile tartışmalıdır) politik ve hukukî olmaktan öte bir anlam taşımaz. Liberalizm ekonomi-politik bir proje değildir. Hele hele G. Sartori’nin çok yerinde teorik ve tarihsel temelleriyle gösterdiği gibi, serbest piyasacılık ile herhangi bir alâkası yoktur. O bir politik-hukukî projedir. Serbest piyasacılık ise libertizm kavramı ile taçlandırılan bir projedir. Dolayısıyla liberalizmi ekonomik ve politik olarak ikiye ayırıp “diyalektik” bir ilişkiye uğratmak fevkalâde yanılgılıdır.
Muhafazakârlık serbest piyasa ile alâkasını kurarken liberalleşmiş olmaz. Olsa olsa pragmatik hatta oportünist doğası gereği kapitalizm ile uyuşumunu yanılsamalı bir şekilde tesis etmiş olur. Bununla da kalmaz; serbest piyasa ile anlatılan, ama özünde sermayenin tekelci yapılanmasını ifade eden ekonomizmin yarattığı bütün beşeri tahribata suç ortaklığı etmiş olur.

Paylaş Tavsiye Et